İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
çevre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
çevre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Temmuz 2015 Pazar

Yeni Yazı Dizisi - Lions Relife Dergisi'nde

Yaşamı, tesadüfleri ve kaderin izlerini takip etmek adına, Lions Relife Dergisi'nin online sitesinde yeni bir yazı dizisine başladım.
Kendi tesadüflerinizi, yaşamın sihirli izlerini birlikte keşfetmek dileğiyle.

http://www.lionsrelife.com/kose-yazisi/tesaduflerin-izi-japonyadan-mi-gecer/

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Beşikten Beşiğe IV - İyi Olma Heyecanı





William McDonough ve Michael Braungart’ın “Beşikten Beşiğe” kitabının giriş bölümünün başlığı: “Bu kitap bir ağaç değildir”. Bu ünlü mimar ve kimyager aktarmak istediklerini o kadar net dile getiriyorlar ki.

Gündelik yaşamdaki şartlanmalarımız, medyanın beklenti ve isteklerimiz üzerindeki etkisi, yaşamın getirdiği yükümlülüklerimiz ve arzularımız bizi yaşama ve dünyaya çok daha dar bir bakış açısına sokabiliyor. Evet, bazen hipnoza giriyoruz sanki. Bir gözü açık uyku haline giriyoruz sanki. Bilmiyor değiliz, ama gördüğümüzün de aktif bilince olmadığımız bir hal. Özellikle çevre ile ilgili konular hakkında ilgisiz değiliz, ama aktif bir şey yapmak konusunda adını koyamadığımız bir hareketsizlik içindeyiz. Sadece biz Türkiye’de yaşayanlara özgü değil bu anlaması zor uyku hali, ama ülkemiz için sorun hale gelmeye başlayan çevre kirliliği uyanma vaktinin gelip geçtiğini hatırlatıyor.

İstanbul’dan Dalaman’a uçup Fethiye’ye giderken, hele eğer gündüz saatleriyse etraftaki ormanları seyretmeyi çok severim. Gözlerim çam ormanlarının yeşiline dalıp gider. Sanki otobüsün kapalı camlarından çamların kokusu burnuma gelir. Yüreğimi bir sevinç ve heyecan alır. Çoğu zaman. Bazen de gözlerim Dalaman Fethiye arasındaki karayolunun kenarlarına atılmış olan pet şişelere takılır. Ağırlıklı olarak onlar gözüme çarpar, ama metal kutular cam şişelerde vardır o 45-60 dakikalık yolun güzergahı boyunca.

Düşünüyorum, bu kadar güzel bir doğanın içinden geçen bir yolcu hangi ruh hali ile o pet şişeyi yolun kenarına atmıştı? Ne düşünmüştü? Düşünmüş müydü? Arabanın sürücüsü kimdi? Kadın mı? Erkek mi? Genç mi? Yaşlı mı? Anne miydi? Dede miydi? Arabada çocuk varsa ne söylemişti, o da mı camı açıp şişeyi bırakıvermişti?

Benim ilkokul ve ortaokul yıllarımda çevreyi temiz tutmak konusunu hem derslerimizde işlerdik, hem de öğretmenlerimiz bizi bu konuda ısrarlar uyanırdı. Geri dönüşüm konusu benim ilkokula gittiğim 1970’lerde henüz gündemde yoktu. Çevre kirliliğiniz genel anlamı ile konuşurduk. Yaşım ilerledi gitti, ve bugün Dalaman Fethiye yolundan geçen sürücülerin büyük bir kısmı benden yaşça oldukça genç olmalı. Okullarda bu konular küresel ısınma ve çevre sorunları ile ilgili olarak daha çok işleniyor bildiğim kadarı ile.

Peki, aradan geçen 30-35 yılda ne yol kat ettik diye merak ediyorum ben? Ortaya bir yanlış var – öğretemiyoruz – çevrenin üzerindeki insanın olumsuz etkilerini öğretemiyoruz, sorumluluk almayı öğretemiyoruz, zarar vermemenin hazzını öğretemiyoruz. Anlatıyor olabiliriz, söylüyor olabiliriz ama öğretemediğimiz kesin. Dalaman Fethiye arasındaki karayolu bunu söylüyor.

Çevre temizliğinin ötesinde yolda yatan plastikler geri dönüşüm kavramanın anlatılmasında ne kadar yoğun bir çalışma yapılması gerektiğini de ortaya koyuyor. Herkesin önemini anlattığı plastik, kâğıt, metal, cam gibi atıkların toplanması konusunda ülkenin idarecilerinin önderlik etmesi gerekiyor. Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız, Bakanlarımız, Milletvekillerimiz, Meclisimiz, Belediye Başkanlarımız kendi atıklarını geri dönüştürüyorlar mı, neyi ne kadar dönüştürüyorlar merak ediyorum. Bu konuda aktardıkları bir veri veya bilgi var mı merak ediyorum. Onların aileleri geri dönüşüm konusunda neler yapıyorlar merak ediyorum.

Ağabeyim son on yıldır geri dönüşebilen hiçbir malzemeye çöpe atmadığını anlattı geçenlerde. Bu gerekirse metal bir kutuyu, bir pili, bir plastik şişeyi uzun mesafeler boyunca taşımak anlamına gelse de; atıkları ayırmak için zaman ayırmak anlamına gelse. “Vicdanım daha rahat,” diyor ağabeyim. “Atık üretiyorsam bunun çevreye en az zararı vermesi için elimden geleni yapmalıyım.” Tabii McDonough ile Braungart’a göre az kötü olmak yeterli değil. Dünyadaki her birey çevre anlamında tamamen iyi olmak üzerine çalışmalı. Atıkların hiç fire vermeden tamamen hammadde olarak yeniden kullanılması veya doğaya besin olarak geri dönmesi gerekiyor. Fakat bunun tam anlamı ile gerçekleştiği ana gelene kadar hem ürünlerin yeniden tasarlanması ve yeni üretim planları yapılması gerekiyor, hem de hali hazırda bulunan imkânların en etkin şekilde kullanılması gerekiyor.

Geri dönüşümde kullanılması mümkün olan maddeler dolgu sahalarına gidiyor; geri dönüşüm tesisleri kapasitelerinin çok altında çalışıyor.

Elimden geleni yapmazsak yarınlara ne kalacak?

“Beşikten Beşiğe” kitabı gündelik yaşamda kullandığımız birçok eşya ve malzemenin sağlığımıza zararlı etmenlerine de dikkat çekiyor. Geri dönüşüme göre tasarlanmamış malzemelerinin geri dönüşümle yeniden kullanıma kazandırılmaya çalışıldığında, yarardan çok sağlığa zarar verdiğini gözler önüne seriyorlar. “Oturduğunuz koltukta hareket ettiğinizde kumaştaki hangi maddeler ortaya çıkıyor, neleri soluyorsunuz?” diye soruyorlar. Günlük yaşamımızda etkileşimde olduğumuz yüzlerce binlerce madde var. Ve onların nelerden yapıldığı sağlığımız için farkında olduğumuzun üzerinde önemli. Bir eşyanın sağlığımıza ve çevreye etkisi sadece atık olarak sayıldığı aşamada değil, tasarım, üretim ve kullanım aşamalarında da çok önemli.

Bilgiye ulaşmak eskisinden çok daha kolay. Türkçe’de olmadığını gördüğüm kitaplar ile her karşılaşmam da büyük bir bilgi eksikliği içinde olduğumuzu düşünsem de. Ama anlıyorum ki farkı yaratan şey bilgimizin fazlalığı değil. Biz bildiklerimizi ne kadar uyguluyoruz? Bildiğimizi uygulamanın sınırlarına göre nerelerde geziniyoruz? Ve yaşamın bize kendimize çeki düzen vermemizin için sunduğu uyarıları ne kadar görmezden gelebiliriz?

Atıkların yakılması sonucu çevreye yayılan dioksin kimyasalının etkileri konusunda yeterli bilgimiz var mı mesela? Klorla beyazlatılan kâğıt gibi ürünlerinde yakılmasında bu çok küçük oranları bile çok tehlikeli dioksinin salınmasına neden oluyor. Plastik üretimi, çelik üretimi gibi üretimler sonucu da ortaya çıkıyor. “İnsanoğlunun yarattığı en tehlikeli kimyasal” olarak adlandırılıyor. Doğa çok uzun süre kalan, yağda çözündüğü için dokular tarafından emilip muhafaza edilen bu kimyasal gıda yoluyla yayılarak canlıları zehirlemeye devam ediyor. Farkında mıyız?

Greenpeace örgütünün kullanımını azaltmak için yoğun olarak çalıştığı PVC’lerin zararlarının farkında mıyız? PVC üretilirken, geri dönüştürülürken ve yakılırken dioksinler ortaya çıkmaktadır. Ve PVC atıklarının yüzde biri bile geri dönüştürülememekte. Oyuncaktan yer kaplamasına, pencere doğramalarından suni deriye çok farklı alanlarda kullanılan PVC yerine zararsız malzemelerin kullanılmasına büyük bir ihtiyaç var. Bu malzemenin kullanımının getirdiği konfor ve faydanın oldukça ağır bir bedeli var. Bu bedelleri ödediğimizin ne kadar farkındayız?

Kendime, çevreme, insanlara, tüm canlılara, doğaya ve dünyaya tamamen saygılı olarak yaşayabildiğim günler diliyorum. Hepimizin sağlığı için, dünyada sürdürülebilir bir yaşam için adım atmamız gerekiyor. Adımlarımızı hızlandırmamız gerekiyor. “Beşikten Beşiğe” yaklaşımı ve kitabı ile ne yapmam gerektiğini tam olarak bilemesem de, bana umut veriyor, heyecan veriyor. Dünyaya etkilerimizin farkında olur ve bunun sorumluluğunu üstlenirsek, yararlı olmayı başarabileceğimiz inancımı tazeliyor. Bu heyecanı doğru aktarabilmeyi ve bu konuda bir şeylerin yeniden beşikten beşiğe ile tasarlanmasına ve üretilmesine katkım olmasını yürekten diliyorum.

Yurt dışında yapılanlardan ve yapmaktan bahsetmenin ötesine geçmeyi ve “yaptık” diyebilmeyi diliyorum. Dünyayı değiştirecek güç bizim istek, tercih ve seçimlerimizde yatıyor.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Beşikten Beşiğe III - Beşikten Beşiğe Ne Söylüyor?

Beşikten Beşiğe tasarım ve üretim yaklaşımı üzerine bildiklerimi yazarak paylaşmak istiyorum. Üzerine pek fazla Türkçe kaynak bulunmayan bu kavramın dünyanın çevre ve atık sorunları için uygulanabilir ve etkili çözümler getirdiğini düşünüyorum.

Dünya son ikiyüz üçyüz yıl içinde binlerce yıllık yaşam şeklini tamamen değiştiren bir sanayi devrimi yaşadı. Doğanın zorlu koşullarına karşı verdiği yaşam mücadelesinde insan öncelikle bu şartları kontrol altına alan ve hatta hükmeden olmak istedi. Ancak insanoğlu doğa ile giriştiği mücadelede belki de bu kadar güçlenebileceğini ve yaşadığı sonsuz görünen dünyasını bu kadar etkileyebileceğini düşünmedi.

Çevre konuları gündeme geldiğinde endişe, çaresizlik ve ümitsizlik hisleri hâkim olur. Karşılaştığımız büyük problemlerin nasıl çözülebileceği zihinleri zorlar. Bireysel olarak yapabileceklerimiz yapılması gereken karşısında anlamsız kalacak kadar küçük görünebilir. Mimar William McDonough ve Michael Braungart ’ın kitabı “Beşikten Beşiğe” yaptıklarının doğruluğuna inanan ve doğruyu yapmaya gayret eden insanların birey olarak yapabileceklerini ve dünyada nasıl bir değişimi başlatabileceklerini gösteriyor.

McDonough ve Braungart insanlara olumlu değişimler yapma güçlerini hatırlatıyorlar. Prensiplerinin temelinde yatan inanç bu: İnsan başarabilir. Kendisi, çevresi ve dünyası için tamamen iyi olabilir.

Dünyanın bir hammaddeyi alan, istediği bir şeyi yapma için bunu kullanan ve sonra atan sistemi bırakması gerektiğini, atma kavramını hayatımızdan çıkarmamız gerektiğini önemle vurguluyorlar. Onların Beşikten Beşiğe adlı kitabı bir manifesto olarak adlandırılıyor. Onlar çevre sorunlarına çözüm odaklı yaklaşılması gerektiğini vurguluyorlar. Yakınmak, şikâyet etmek, üzülmek, suçlamak sorunları çözmüyor.

İnandıkları bazı temel prensipler var:

- Üretimde kullanılan bir hammadde geri dönüşümde ilk hammadde özelliğini yüzde yüz korumalı.

- Üretimde zararlı atık seviyesini azaltmak yeterli değil, yaratmamak gerekiyor.

- Çözüm yasaklarda ve denetimde değil. Eğer tasarım doğru yapılırsa, denetime ve kontrole gerek kalmaz.

- Tasarım ve üretim için doğayı örnek almamız gerekiyor, doğanın ürettiği her şey işe yarıyor.

- Doğada atık gelişim için besindir.

- Bir atık varsa bu insan ve doğa için sağlıklı ve kullanılabilir olmalı.

- Eğer yüzde yüz besin haline gelebiliyorsa atık problem değildir. Besin ya doğa için ya da üretim hattı için besindir.

- Geri dönüştürdüğümüz malzemelerin hammadde özelliğini düşürmediğimiz gibi bilgi ve teknolojimizi kullanarak kalitesini yükseltelim.

- Her malzeme tamamen faydalı olmalı.

- Hammadde kaynakları sonsuz değil.

- Toprak yaratılmıyor. Oluşan toprağın binlerce katı hızda verimli zirai üretim toprağını yitiriyoruz. Toprağı korumamız ve beslememiz gerekiyor.

- Sadece insanlar alıyor ve doğaya bir şey vermiyor.

- Bina ağaç gibi olmalı, şehir orman gibi olmalı.

- Ürünler geri dönüşüm açısından kolay ayrılabilir, demonte edilebilir olmalı.

- Üreticiler tedarikçilerinden çevreye zararsız hammadde talep etmeli.

- Hedef temiz hava, temiz su, temiz toprak.

- Bir mekânı değerlendirirken şu soruya cevap vermek gerekiyor: Çocuklarımın burada oynamasını ister miyim?

- Çatılarda bahçe yaratılması, yeşil çatı uygulaması ile, yağmur suları doğal olarak arındırılabilir ve UV ışınlarına karşı korunma sağlar. Bu çatıları korur ve tamir bakım maliyetlerini azaltır.

- Çözümleri tasarım aşamasında düşünmek maddi anlamda kar sağlar.

- İnsanları bırakıp gitmek istemeyecekleri köyler yaratalım.

- Paketleme konusu büyük değişim ve fayda sağlanabilecek bir alan.

- Bir ürünün paketi başka bir firmanın girdisi olabilir.

- Kullanılan enerji yenilenebilir kaynaklardan olmalıdır.

- Güneş enerjisi kullanılması gereken çok önemli bir kaynaktır.

- Karbon ayak izimiz mutlaka dikkate alınmalıdır.

- Toprağa giden her şey güvenli olmalı.

- Tüketicisi, satıcısına, aldığı ürünün üreticisine, işim bitince bu ürüne ne olacak, nasıl geri dönüştüreceğim diye sormalıdır.
*

Bu uzun listeye belki eklenebilecek daha çok madde var, ama insana, doğaya ve canlılara saygı ve insanın hiç zarar vermeden yaşama yaklaşımını tarif eden prensipler bunlar. Ve uygulanabiliyor. Bu özeni gösteren firmalar tasarlıyor, yeniden tasarlıyorlar ve bu saygıyla üretiyorlar. Belki önce çözmek zorunda kaldıkları çevre denetim ve kısıtlamaları onları bu yöne sevk ediyor, ama bu sorumluluğu çok daha ileri seviyeye taşıyanlar var. Örneğin büyük bir Amerikan tekstil firması 1997 yılında tamamlanan genel merkezinde, enerjiyi verimli kullanılması ile ilgili yasaların istediği oranlardan %30 daha verimli kullanıyor.

Birey olarak bilmemiz ne sağlayabilir? Michael Braungart iki önemli noktanın altını çiziyor. Birincisi birey olarak satın aldığımız ürünlerin özelliklerini ve kullanım sürelerinin sonundaki durumlarını üreticilerine sormak önemli bir momentum yaratıyor. Bu olumlu değişimleri tetikliyor. İkincisi bir değişimin gerçekleşmesi için ilgili herkesin konu hakkında bilgili olması gerekmiyor. Braungart Michael Gorbaçov ile olan bir konuşmasını paylaşıyor. Gorbaçov’a nasıl başarabildiniz diye sorduğunda, Gorbaçov “Bir konunun başarıya ulaşabilmesi için bir topluluğun %5’inin konuya inanması yeterlidir,” diye cevap veriyor.

Haydi yüzde beşteki yerimizi almaya…

16 Ağustos 2009 Pazar

Beşikten Beşiğe II - Beşikten Beşiğe Hayal mi Gerçek mi?




Beşikten Beşiğe/Cradle to Cradle” mimar William McDonough ve kimyager Michael Braungart tarafından yazılan ve 2002 yılında yayınlanan bir kitabın adı olduğu gibi bir tasarım ve üretim yaklaşımının da adı aynı zamanda. Dünyada bir devrim yaşanıyor ve gönlüm Türkiye’nin bu çevre devriminin içinde yer almasını diliyor.


Beşikten Beşiğe her ürünün tasarım aşamasında tüm yaşamını ve kullanım ömrü sonunda ürünün nasıl değerlendirileceğini dikkate alan bir yaklaşım. Ürünün tüm malzemelerinin ve tüm üretim aşamalarının insan ve çevre sağlığını korumasını şart koşan, doğaya ve insana az zarar vermeyi değil tamamen yararlı olmalarını şart koşan bir sistem.


Beşikten Beşiğe ürünlerinin kullanım ömürleri sonunda atık olmamaları gerekiyor. Bu kavrama göre atık esasında bir besin, aynen doğada olduğu gibi. Nasıl doğada bir ağacın ürettiği her şey geri dönüşebiliyor ve doğa için besin oluyorsa, bir ürünün tüm üretim aşamaları da doğa için besin üretmeli ve ürün de atılacağı zaman ya doğada ayrışmalı ve doğal sistemler için besin olmalı ya da üretim hatları için hammadde olmalı. Hiçbir fire söz konusu olmamalı, yani beşikten beşiğe bir ürünün hiçbir parçası dolgu sahasına giden bir atığa dönüşmemeli, doğaya kesinlikle zarar vermemeli. Üretim sisteminde geri dönüşüme tabi tutulacak olan malzeme ya hammadde özelliği %100 korumalı ya da doğada tamamen çözülmeli.


Günümüzde Türkiye’de geri dönüşümde atıkların toplanması konusunda eksiklikler var. Dönüşmesi mümkün olan büyük miktarda atık hala dolu sahalarına gidiyor. Ancak geri dönüşüm ile ilgili sıkıntı burada bitmiyor. Geri dönüşümden sonra işlenen malzemeler birbiri ile karıştığı içim hammadde özelliklerini yitiriyorlar. Eski arabaların araba çeliği boyalardan ve diğer malzemelerden tam olarak ayrılamadığı için tekrar araba çeliği olarak kullanılamıyor; onun yerine örneğin binalarda kullanılan çelik hammaddesi olabiliyor. Plastikler birbirleri ile karışarak kimyasal özelliklerini gittikçe yitiriyorlar. Er ya da geç ömürlerini bir dolgu sahasında tamamlıyorlar. Burada çevre zararına ek olarak büyük bir ekonomik kayıp meydana geliyor.


Sıfır atık kavramını bile doğru bulmuyor Beşikten Beşiğe kavramın yaratıcıları McDonough ve Brungart. Atık kavramını yaşamımızdan çıkarmamız gerektiğini söylüyorlar. Onlara göre atık kötü tasarımın bir sonucu. Odaklandığımız şeyi yarattığımıza inanan ikili insanoğlunun içindeki potansiyele dikkat çekiyorlar. Bilgi, zekâ ve teknolojiyi kullanarak faydalı ürünler yaratabileceğimize inanıyorlar. Esasında inanmaktan fazlasını yapıyorlar; bunu nasıl gerçek olabileceğini gösteriyorlar.


Beşikten Beşiğe kitabı 2002 yılında yayınlandı ama bu kavram 1990’lı yılların başında William McDonough ve Michael Braungart’ın New York’ta tanışmaları ve doksanlı yıllarda dünyanın farklı yerlerinde uygulamalar yapmaları ile oluşuyor. Kitap bu süreç ve tecrübeleriyle oluşuyor. William McDonough 1999 yılında Time dergisi tarafından “Gezegenin Kahramanı-Hero of the Planet” seçiliyor. Çevreye yönelik çalışmaları nedeni ile ödüller alıyor. Bu ikili doğruluğuna inandıkları şeyleri söylüyorlar; ama söylemekle kalmıyorlar teknik bilgilerini de kullanarak bunların hayata geçirilebileceğini ispatlıyorlar.


Örneğin yine1990’larda İsviçre’deki bir tekstil firması atık problemleri nedeni ile William McDonough’a başvuruyor. McDonough Michael Braungart’ı ekolojik kimyager olarak projeye davet ediyor. Bu fabrikanın tüm ürünleri ele alıyorlar ve sadece zararsız hammadde ve boyalardan üretilmek üzere yeniden tasarlıyorlar. Kullandıkları ana prensip: Atık=Gıda. Bu formül beşikten beşiğe kavramının temel taşı. Bu prensip ile fabrikanın ürünlerini ve üretim hattını yeniden tanımlarken tüm ürünlerin doğal malzemelerden oluşmasına ve atık olarak adlandırılabilecek her şeyin biyolojik yaşam veya sanayi üretimi için bir besin-hammadde olması sağlanıyor. Sonuçta fabrikanın atık suyu fabrikaya giren şebeke suyundan daha temiz hale geliyor. Yani atık sorununu çözmekle kalmıyorlar, suyun kalitesini arttırmış oluyorlar. McDonough ve Braungart “Çözüm yasaklar ve denetim değil,” diyorlar. Onlara göre “Çözüm doğru tasarım. Doğru tasarlarsan denetime gerek kalmaz.”


Üretim için enerjinin yenilenebilir kaynaklardan, özellikle güneş enerjisinden gelmesi önemli prensiplerinden bir tanesi. Aynı zamanda su kalitesinin korunmasının gerekiyor. Hatta “Korumak yeterli değil kalitesini arttırmalısınız,” diyorlar ve bunu başarıyorlar.


Örnekler gerçekten çok ve etkileyici. Tasarladıkları binalarda çalışanlar arasında devamsızlık azalıyor mesela. Fabrika çalışanlarının idare ile olan ilişkilerinde düzelme oluyor. Binalarında dikkate aldıkları faktörlerin başında aydınlatmanın doğal ışıkla yapılması ve mekân için hava kalitesinin çok iyi olması geliyor. Binaların içinde yaşayanlara saygılı olması gerektiğine inanıyorlar. Ve binaların aynı zamanda içinde bulundukları çevre ile uyumlu olması gerektiğine.


“Üretken olalım ve bu da iyi olsun,” diyorlar. Tasarladıkları binaların ağaçlar gibi olması gerektiğine inanıyorlar. Bir bina kendi enerjisini sağlamalı, havayı ve suyu temizlemeli. Amerika Birleşik Devletleri’nde Oberlin Üniversitesi’nde tasarladıkları bina kendi atık suyunu doğal yollardan temizlediği gibi harcadığından daha fazla elektrik üretmeyi de başarıyor.


McDonough ve Braungart Beşikten Beşiğe kavramını bir yaşam prensibi olarak moleküler seviyeden şehir planlaması seviyesine kadar taşıyorlar. Braungart bir kimyager olarak ürünlere giren her maddeyi moleküler seviyesine kadar incelerken McDonough sadece binaların değil şehirlerin beşikten beşiğe prensipleri ile tasarlanması için çalışıyor. Hollanda’da beşikten beşiğe kavramını benimseyen şehir ve bölgeler var. Hollanda Hükümeti bu kavramı bir ülke politikası olarak sahiplenmiş durumda. Dünyanın diğer bir köşesinde, Çin’de bu kavram ile yeni şehirler planlanıyor. Çin bu yaklaşımı döngüsel ekonomi prensibi olarak yaşamına entegre etmek için büyük gayret gösteriyor.


Onların çalışmalarından etkilenen ayakkabı firmaları tasarımlarında zehirli maddeleri çıkarıyorlar ve ürünlerini bu prensipler ile yeniden tasarlıyorlar. Bir ofis mobilyası firmasını tesislerini buna göre yeniliyor, yeni ürünler tasarlıyor, eski popüler ürünlerini bu prensiplere göre yeniden tasarlıyor. Dünyada binlerce firma şampuandan temizlik ürünlerine, inşaat malzemelerinden sanayi ara maddelerine, halıdan tekstil ürünlerine, paketleme malzemelerinden mobilyaya, yer kaplamalarından sörf cila tahtasına birçok ürünü beşikten beşiğe prensipleri ile üretiyor. Bu prensipler ile üretilen ve kullanılıp atılan kısmı tuvalete atılıp dönüştürülebilen bir bebek bezi bile var.


William McDonough ve Michael Braungart’ın ortaklaşa kurdukları bir firmaları var ve çok dikkatli bir süreç ile beşikten beşiğe prensiplerine uyan firmalardan isteyenleri sertifikalandırıyorlar. Bu sertifikayı almış altıyüzü aşkın ürün var, ve binlerce ürünün de sırada olduğu biliniyor.


Bu yeni tasarım ve üretim akımı ile üreticiler ve tedarikçileri kendilerini yeniliyorlar, tüm ürünlerini ve üretim süreçlerini teker teker yeniden ele alıyorlar. Kolay bir süreç değil. Ancak dünyanın karşı karşıya kaldığı çevre sorunlarının çözülebilmesi içinde böyle radikal ve kökten değişimler gerekiyor. İnsanoğlu özündeki kuvvet ve yaratıcı zekâsı ile gurur duyduğu çözümler yaratabiliyor. İsterse ve seçerse.

13 Ağustos 2009 Perşembe

TRT Radyo 1'de "Atık Servettir" Programı


13.Ağustos.2009 Perşembe günü Saat 12:00'de Zeynep Kocasinan'ı TRT Radyo 1'de Sn. Banu Demir tarafından hazırlanan "Atık Servettir" Programında dinleyebilirsiniz...
Programın kaydını TRT podcast linkinden dinlemeniz mümkün.
Sesli Podcast - Radyo1 - Atık Servettir:

10 Ağustos 2009 Pazartesi

İlerleme İnancı

Sürdürülebilirlik yaşamımdaki en önemli kavramlardan biri son yıllarda. Özellikle son iki yıldır bu konuda detaylı olarak okumaya çalışmama rağmen, yetmiyor. Çevre koruma ve sürdürülebilirlik üzerine yazılmış olan kitap ve makaleleri okuma gayretim sürüyor, okuma listem artarak uzamaya devam ediyor.

Sürdürülebilirlik kavramı içerisinde dünyada gelişim temel prensiplerinden biri sayılan ilerlemeye bakış açısı ve inanç değişiyor. İlerlemeyi düşündüğümüz yerin gerçek anlamı sorgulanmaya başlıyor.

Son iki yüz yılda insanın teknoloji, bilim ve gelişime olan inancı, dünyanın sınırsız sayılan kaynaklarının tahmin edilemeyen bir hızda azalmaya başlaması ve teknolojinin dünyanı etkileyemez sanılan yan etkileri, insanlığı yakın gelecekte yaşam ve gelişimin ne olduğuna dair tariflerini değiştirmek zorunda bırakıyor.

Küreselleşme yaklaşımları bir yandan dünyadaki sınırları kaldırırken, toplumların varlıklarını sürdürebilmelerinin çözümünün yerel yeterliliğin artmasında yatmaya başladığı görülüyor. Yani dünyanın ekolojik dengelerinin korunması için gereken yaşam tarzı bir anlamda eskiye dönmeyi gerektiriyor. Gerek enerji gerek gıda ihtiyaçlarının olabildiğince yerel çevrede karşılanması ihtiyacı doğuyor. Aksi bizi artık sürdürülemez bir yaşama götürüyor.

Benim çocukluğumda okullarda kutlanan bir “yerli malları haftası” vardı, hala böyle bir hafta kutlanıyor mu diye merak ediyorum. Belki başka nedenler ile yerli üretimin üzerinde durulurdu. Türkiye’de satılmakta olan ürünlerin acaba yüzde kaçı Türkiye’de üretiliyor? Farklı ürünler ve sektörler arasında bu yüzde acaba nasıl değişiyor? Son iki yıldır birçok bilginin izini sürmeye çalışıyorum, bu konularda çalışmalar yapan birçok grup ile irtibat kuruyorum, ama yine de Türkiye ile ilgili verilere ulaşmak kolay olmuyor, bazen mümkün olmuyor.


Son günlerde Simon Dresner’in “Sürdürülebilirliğin Prensipleri – The Principles of Sustainability” adlı kitabını okuyorum. Dresner çevre ve sürdürülebilirlik konularında son birkaç yüzyılda yazılan ve yaşananları, son 40 yılı daha detaylı ele alarak aktarıyor. Sürdürülebilirliği birçok yönden ele alıyor. Oldukça detaylı hazırlanmış bir kitap. Ve bir yandan sürdürülebilirliğin temin edilmesinin zorluklarını da gözler önüne seriyor. Ülkeler arasında, toplumlar arasında bir hedef birliğine varmanın ne kadar zor olduğunu da. Toplumlar için gelişim ve ilerlemenin getirdiği güçten vazgeçmek kolay görünmüyor. Ancak bu süreçte doğanın sınırları ne kadar göz ardı edilebilir?

Dresner sormadan geçemiyor: İnsanlar kendi rahatları kaçana kadar mı sürdürülebilirliği savunuyorlar? Dresner’in kitabı dünya, insan, yaşam, sürdürülebilirlik, gelişim, küresel ve yerel kavramları üzerine hem çok bilgi veriyor, hem de cevaplarının her gün tekrar verilmesi gereken soruları birbiri ardına ortaya koyuyor.

Kitaplar soru sormaya devam ediyor. Biraz zorlansam da, benim cevaplara olan umudum da hala varım diyor…

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Ya Bahar Gerçekten Sessiz Kalırsa, O Zaman Ne Olacak?





Üzülüyorum, sevdiğim ve çok faydalı olduğunu düşündüğüm kitapların ya Türkçesi yok ya da Türkçe baskıları tükenmiş. Nasıl olacak bu? Marshall Rosenberg ’in belki dünya için en kıymetli kitaplardan biri olan Şiddetsiz İletişim kitabının Türkçe baskısı tükenmiş. Konuya gönül vermiş arkadaşlar nasıl tekrar basılmasını sağlayabiliriz diye uğraşıyorlar. Yüreğim onlarla. Çünkü benim içinde önemli. Brian L. Weiss ’ın bazı kitaplarının baskının tükendiğini ve yeniden basılmadıklarını görüyorum; yüreğim bittikleri anda basılmaları gerekiyor diyor. Ama kitapta ticari bir madde. Farklı kıymetleri var. Ama yüreğim duyulması gereken seslerin canlı kalmasını istiyor.

Bir de bu topraklarda hiç duymadığımız sesler var. Mümkün olmayabilir, evet kabul ediyorum her kitabın Türkçesinin olması belki mümkün değil. Ama yüreğim daha çok ve farklı sesleri duymayı istiyor işte.

Bir kitap var, 1962 yılında yazılıp dünyayı çevre koruma kavramları hakkında uyandırmış, bugün önemini anlamaya başladığımız çevre konularını 47-48 yıl önce cesurca ve ilk defa dile getirmiş ve sessiz bir devrim yaratmış. DDT gibi tarım ilaçlarının yarattığı tehlikeyi keşfetmiş, bunu dünyaya duyurmak için gayret etmiş ve dünyada çevre koruma kavramını doğurmuş. Yazarı bu kitabın yayılmasından iki yıl sonra hayatını kaybetmiş ama çevreyi koruma konusunda büyük farkındalık yaratmış. Hem kitap hem de yazarı hala aynı tazelikte anılıyor ve bence bu sesten haberimiz olması gerekiyor.

Rachel Carson ’un “Sessiz Bahar-Silent Spring” kitabı ile ben 2009 yılında tanıştım, ve bir kere daha, bir kere daha yüreğimi bir endişe kapladı - 1962’den 2009’a … Ve bu sesi hala duymamış olanlar o kadar çok ki - nasıl başarabileceğiz - çevre ile ilgili yapmamız gerekenleri nasıl yapabileceğiz? Nereden başlayacağız? Geniş kitlelerin bilgilenmesini nasıl sağlayacağız? Okunması gerekiyor, bilinmesi gerekiyor. Çevrenin, çevre korumanın artık yürekten bir samimiyet ile ele alınması gerekiyor. Çok geç kalmadan. Ben kitabı İngilizcesinden okudum ama sonra 2004 yılında yayınlanan Türkçesini olduğu öğrendim ve çok sevindim.

Yalnız değilim; dünyanın gidişatının farkında olan çok insan var. Bir yandan da hiç farkında olmayan, bilgisi olmayanlar var. Umursamayan çok daha az diye düşünüyorum. Bilip umursamayan çok az. Esas olarak bilmiyoruz.

Mesela geri dönüşüm konusunu ele alalım. Neler geri dönüşüyor ve ne kadar? Biliyor musunuz? Mesela biriktirdiğiniz alüminyum içecek kutularını geri dönüşüm kutularına atıyorsunuz? Peki, bu kutular ne oluyor. Biliyor musunuz? Ben bilmiyorum, tam olarak bilmiyorum, ama artık öğrenmeye niyetliyim. Yabancı kaynaklardan öğrendiğim kadarı ile bu alüminyum kutuların dış yüzeyleri boyalı olduğu için ve geri dönüşüm sırasında bu boya alüminyum maddesinden ayrılamadığı tekrar içecek kutusu olarak kullanılamıyor. Ben bugüne kadar sanki bu kutuların yeni kutuların yapımında kullanılabileceğini düşünmüştüm. Sağlığa zararlı olduğu için kullanılamıyor. Ama bunu paylaştığımda annem sordu: “Peki bu malzemeler nelerde kullanılıyor?

Bilmiyorum. Gerçekten ne geri dönüşür, ne dönüşmez ve nereye kadar kullanılabilir, ben bilmiyorum. Bilgilerim var ama tam olmadığını fark ediyorum. Siz hangi malzemelerin geri dönüşümde kullanılabildiğini biliyor musunuz? Ben bu kadar çalıştaylara katıldığım, çevre yerli ve yabancı hocalar ile çalışma ortamlarında bulunduğum halde tam olarak bilmiyorum. Nereden öğrenebileceğimi de bilmiyorum.

Mesela bundan bir ay kadar önce İstanbul’da bir belediye başkanlığının danışma hattını arayarak geri dönüşüm kutularının yerleri ve ilgili bir iki konu hakkında bilgi istedim. Telefonda bana bu bilgi verilemedi, telefon numaram alındı ve ilgili birimin bana geri döneceği söylendi, ama dikkatlice telefon beklediğim bir hafta boyunca cevap gelmedi. Hemen geri arayabilirdim, ama beklemek istedim, ne olacak diye. Bu arada bir ay boyunca da geri aranmadım, ama bekledim. İstanbul’da geri dönüşüm konusunda neler oluyor merak ediyorum? Yüzlerce binlerce işyeri, imalathane, fabrika, lokanta geri dönüşüm konusunda neler yapıyor merak ediyorum? Belediyeler bu konuda neler yapıyor merak ediyorum? Ve merak ederken bir yandan çok üzülüyorum. Üzülürken bir yandan yine içeceklerin alüminyum ve pet şişelerini geri dönüşüm için biriktiriyorum. Ne yapacağımı bilmediğim malzemelerin geri dönüşüp dönüşemeyeceği ile ilgili şiddetli bir bilgi açlığı içindeyim. Ve bu soruların cevaplarına bu kadar zor ulaşılıyorsa, İstanbul geri dönüşüm konusunda çok gerilerde sanırım.

Geri dönüşüm çok önemli ama şu an ki işleyiş şekliyle tam bir çözüm değil. Geri dönüşüme tabi olan plastiğin hammadde özelliği düşüyor ve nitelikli ürünlerde kullanılamıyor. Ama bir dolgu sahasında toprağa gömmekten daha iyidir diyorum bir yandan. Diğer yandan birçok insanın gazete kağıdına alerjik olmaya başladığını duyuyorum, eniştelerimden bir tanesi onlardan biri, ve bunun nedeninin geri dönüşüm işlemi sırasında kağıdın mürekkepten ağartılması için kullanılan kimyasallardan olabileceğini okuyorum. Ve yine kimi ürünlerde, o ürünü geri dönüşümde işleyerek kullanmanın zararından dolayı toprağa gömülmesinin insan ve çevre açısından daha sağlıklı olduğunu öğreniyorum. Beşikten Beşiğe tasarım düşüncesi ile yaratılmayan bir ürünün malzemesini yeniden kullanmanın ne kadar zor ve kimi zaman çok da zararlı olduğunu öğreniyorum.

Bazen o kadar imkânsız görünüyor ki çevre bilinci konusunda yaşanması gereken farkındalık devrimi, “Boş ver diyorum, sen de boş ver Zeynep.” Sonra ertesi sabah yine başlıyorum bu konuda okumaya, ne yapılabilir, Türkiye’de ne yapılabilir, diye düşünmeye. Yazıyorum, bilebildiğim kadarı ile. Ama aksiyon gerekiyor, eylem gerekiyor. Bilginin geniş kitlere yayılması gerekiyor.

Rica ediyorum, diliyorum, sesleniyorum, haykırıyorum. Özellikle Ülkemin Meclisine, sonra Belediyelerine: İstiklal Madalyası sahibi bir dedenin torunu olarak, bu ülkeye tüm köşelerinde hizmet vermiş bir mühendisin kızı olarak sesleniyorum. Bir okuma yazma seferberliği gerekiyor bu ülkeye, hem gerçekten okuma yazma bilmeyen kalmaması için, hem de dünyanın bu hesabının verilmesi zorlaşan gidişatı içinde Türkiye’nın anlının ak çıkabilmesi için.

Benim vicdanım rahat değil. Siz ne durumdasınız?

11 Şubat 2009 Çarşamba

"Uygunsuz Gerçek"


Al Gore’un 2 dalda, En İyi Belgesel ve En İyi Özgün Müzik dallarında Oscar ödüllü filmi “Uygunsuz Gerçek” seyretmeye değer bir film.

Politik kariyeri için ne düşünürseniz düşünün bu filmi seyrettikten sonra Al Gore’u sevmemek bence mümkün değil.

İlk defa iki yıl önce seyrettiğim bu filmi bu günlerde tekrar seyrediyorum.

Çevremizi korumak konusunda yeterince şey yapmadığımı düşünüyorum. Ve kendimce bir yol, yeni ve daha kuvvetli bir başlangıç arıyorum.

Al Gore’un azmini ve cesaretini kendim için de diliyorum.



“… Bu konuya uzak duran birçok politikacı var. Çünkü bu konuyu anlar ve kabul ederlerse önemli değişiklikler yapmak kaçınılmaz ahlaki bir zorunluluk olur. …”

Böyle diyor filmde Al Gore.

Ve ben de üzerimde aynı baskıyı hissediyorum.

Gerçekten de dünya büyük bir çevre probleminde değilmiş gibi yaşamaya devam ediyoruz. Ben konu hakkında daha çok şey öğrendiğim her gün daha büyük bir eksiklik ve eziklik hissediyorum. Sanırım böyle bir iç savaş ile devam etmekte zorlanıyorum.

Bu rahatsızlığı hissediyorsam, yaptıklarımın yeterli olmadığını düşünüyor olmalıyım.




Film’de Mark Twain’den bir alıntı var:

Başımızı derde sokan bilmediğimiz şeyler değildir.
Aslında yanlış bildiğimiz şeyleri şeylerin, kesin doğru olduğunu sanmamızdır
.”

Ve Al Gore devam ediyor: “Pek çok insan küresel ısınma konusunda da benzer bir varsayıma sahip. O varsayım ise şudur: Yerküre o kadar büyük ki Yerküre çevresinde kalıcı bir zararlı etki oluşması mümkün değil. Bu bir zamanlar doğru olmuş olabilir, ama artık değil. …”

Al Gore Roger Revelle isimli bir hocasının çalışmalarından etkilenerek üniversite yıllarında bu konu ile ilgilenmeye başlamış. Roger Revelle atmosferdeki karbondioksit seviyelerinin ölçülmesini öneren ilk kişi olmuş, ve bir şeyler yapılmazda dünyanın ileride neyle karşılaşacağını 1950’li yıllarında sonunda ortaya koymuş.

Bu konu gerçekten ilgisini çekmeye devam ediyor Al Gore’un, ve 1970’ler de meclise girdiğinde küresel ısınma üzerine ilk görüşmeleri organize ediyor, hocasını da görüşlerini paylaşması için davet ediyor. Ancak üzülerek istediği farkındalığı yaratamadığını görüyor. 1958’de ölçülmeye başlayan atmosferimizdeki karbondioksit seviyeleri halen artmaya devam ediyor. 1992’de Amerikan Başkan Yardımcısı olduğunda da ve sonrasında da çektiği filmle dünyada farkındalık yaratma adına elinden geleni yapmaya devam ediyor.

Al Gore dünyanın farklı bölgelerindeki buzullardan alınan buz örneklerinden ortaya çıkan verileri paylaşıyor; gelecek 50 yılda dünyanın karşılaşabileceği ısınma problemini çok etkili ve net olarak ortaya koyuyor. Konuları politikanın, bireysel düşüncelerin ve inançların ötesine taşıyor. Karşımızda yerküreye değer veren bir insan olarak Küresel Isınma konusuna bir dünya insanı olarak bakmamızı sağlıyor.

Buzullar eriyor, dünya denizlerinde ısı yükseliyor, Amerika’da kasırgalar, Japonya’da tayfunlar dünyayı büyük felaketler ile karşı karşıya bırakıyor. Güzel olan Al Gore yaşananların doğal olaylar ve doğal sınırlar içinde olabileceğini söyleyebilecek olanlara net bilimsel veriler ile ışık tutuyor. Ve gerçekten ne güzel anlatıyor.

2005 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde Katrina Kasırgası’nda yaşananları hatırlatarak dünyadaki bilim adamlarının uyarıları karşı nasıl bir tavır sergileyeceğimize karar vermemiz gerektiğini sorguluyor. Bilim dünyası yaşama şeklimizin bizi götüreceği yerleri net olarak gösteriyor; peki bu konuda ne yapacağız?

Küresel Isınma tehlikeli kuraklıklar kadar denizlerden yoğun buharlaşma nedeni ile yoğun yağışlara, fırtınalara ve sellere neden oluyor.

Dünya buzulları bir ayna gibi dünyaya gelen güneş ışınlarını geri yansıtarak dünyanın ısınmasını önlüyor, ama ya buzlar erimeye devam ettikçe neler olacak? Al Gore’un elindeki verilere göre önümüzdeki 50 ila 70 yıl arasında Kuzey Kutbundaki buzun yaz döneminde tamamen erişim duruma gelmesi mümkün. Dünya gerçekten tahmin edilmesi, kabul edilmesi zor şartlar ile karşı karşıya. Ve bir günden diğerine bu konuda ne yapıyoruz diye düşününce sonuçlar çok da iç açıcı değil.

Isınan dünya ile canlıların yaşam düzenleri de değişiyor. Doğanın dengesi içinde var olan canlıların bir kısmı nesillerinin tükenme riski ile karşı karşıya. Kimileri ise dengeyi bozacak şekilde fazla ürüyor. Hava yeterince soğumadığı için normalde kış dönemlerinde yaşamaması gereken bazı böcekler üremeye devam ediyor ve örneğin kimileri dünyanın farklı bölgelerinde ormanların yok olmasına neden oluyorlar.

Biz Türkiye’de neler yapıyoruz? Hayrettin Karaca uzun yıllardır erozyon ve Türkiye’nin verimli toprak kaybı hakkında bu ülkeyi bilgilendirmeye çalışıyor. Kurduğu TEMA Vakfı Türkiye’de bir uyanış başlattı. Bu çalışmalara yeterinde dâhil oluyor muyuz? İstanbul’da ne yapıyoruz, Malatya’da, Elazığ’da, Erzurum’da ne yapıyoruz? Antalya’da, Fethiye’de, Denizli’de neler yapıyoruz? Kırklareli’nde, Urfa’da, Gaziantep’te ne yapıyoruz?

Zor sorular ile karşı karşıyayız. Ve hem cevaplar hem de cevapların getirdikleri kolay şeyler değil. Belki benim dedem 1950’lerde öldüğünde doğmamış torunlarının bu dünyada karşılaşacağı farklı sorunları düşünüyordu. Ben ise altı yaşındaki yeğenimi düşündüğümde benim yaşıma gelince karşılaşacağı dünyanın doğa şartlarının nasıl olacağını, bu topraklarda hangi şartlar altında yaşayacağını düşünmeden edemiyorum.

Bir dünya vatandaşı olarak elimizden geleni yapmanın huzuru ile uyuyabileceğimiz gecelere; ve dünyayı korumayı denediğimizi, başardığımızı hissedeceğimiz günlere diyorum. Sevgi, sağlık ve huzur ile…