İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Silent Spring etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Silent Spring etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Temmuz 2009 Perşembe

Organik Organik

Son yıllarda yaptığım gıda alışverişlerinde aldığım ürünlerin organik olmasına özen gösteriyorum. Süt alıyorsam Türkiye’nin neresinde olursam Türkiye’nin organik süt satan tek büyük firması Pınar’ın organik sütünü alıyorum. Artık birçok büyük markette rahatlıkla bulunan Tema’nın ve diğer firmalarının organik bakliyat ürünlerini alıyorum. Bulabilirsem organik yumurta almaya da özen gösteriyorum. İki yıldır pirinçlerini Samsun’da Japon Shumei Vakfı’nın desteğiyle Shumei Doğal Tarım metodu ile üretim yapan bir çiftçiden alıyorum.

İstanbul’da yaz aylarında kendi sebzelerimizi yetiştirdiğimiz bir aile bahçemiz var. Domates, kabak, patlıcan gibi sebzeleri organik olarak yetiştiriyoruz. Biz de Samsun’daki çiftçi gibi Shumei Doğal Tarım metodu ile üretiyoruz. Japon Shumei’nin İstanbul’daki Merkezindeki arkadaşlarımdan destek alıyoruz. Kimyevi gübre ve tarım ilacı kullanmıyoruz. İşlerimizin yoğunluğundan bir nevi hobi olarak yaptığımız bu üretim için organik tarım sertifikası alma girişimi yapmadık, ama benim özellikle arzu ettiğim şeylerden biri. Yaptığımız doğal üretimin resmi olarak da belgelenmesi bence önemli bir şey. En azından yapılabildiğinin sağlıklı olarak duyurulabilmesi için. Organik üretim ve Shumei Doğal Tarım yaklaşımlarının tanıtılabilmesi için.
Organik üretim doğal ve sağlıklı beslenme açısından doğru bilinmesinin çok önemli olduğuna inandığım bir yaklaşım ve bence çok önemli bir konu.

Organik bir meyve sebze demek suni gübre kullanılmadan, kimyevi tarım ilaçları kullanılmadan yetiştirilmiş bir ürün demek. Hatta bir ürünün organik olduğunun resmi olarak tespit edilebilmesi için ilgili yetiştiriciyi ve toprağını denetleyen kurumlar var. Benimde sebze yetiştirdiğimiz bahçemiz için arzu ettiğimiz bir denetim. Bu kurumlar oldukça ciddi çalışıyorlar, ve örneğin İstanbul’da Şişli-Feriköy’de her Cumartesi günü kurulan pazarda, ki adı halk arasında Şişli Organik Pazarı olarak biliniyor, ürünlerinizi satabilmek için resmi organik üretici sertifikanız olması gerekiyor. Yani sizin ürünüm organik demeniz ile organik sayılmıyor. Sertifikanız varsa ürün satış tezgâhı yeri alabiliyorsunuz. Şişli’de güzel bir düzen ve sistem var. Gönlüm bu pazarın daha çok tanınmasını ve Türkiye’de farklı yerlerde de açılmaya başlayan bu organik ürün satan pazarların artmasını diliyor.
Organik üretim kavramı, organik ürünler ve organik pazarlar hakkında detaylı bilgisi olan çok kişi var. Ancak bulunduğum farklı şehirlerde, farklı ortamlarda küçük çiftçinin yetiştirdiği ve yerel pazarlarda sattığı ürünlerin de satışta ve halk arasında "organik" olarak adlandırıldığını duyuyorum. Satıcılar tarafından da, alıcılar tarafından da. Ürünün çiftçiden direkt olarak pazara gelmesi ürünü organik yapmıyor. O çiftçi o sebzeyi üretirken suni, kimyevi gübre kullanmış mı, zirai ilaç kullanmış mı? Yoksa doğal olarak bir kimyasal ilave yapmadan mı yetiştirmiş? Önemli olan bu bilgiler.

İlaç kullanıyorsa, marketten, manavdan alınan organik olmayan normal sebze ve meyvelerden çok farkı olmuyor. Tabii daha taze olabilir bize ulaşma süresi nedeni ile. Daha fazla özen ve sevgi ile yetiştirilmiş olabilir. Kullanılan tohumlar farklı olabilir, ürünlerin cinsleri farklı olabilir. Ama sağlığınıza etkisi anlamında nasıl yetiştirildiği önemli.
Ve küçük ölçekli üreticiyi teşvik etmek isteyebilirsiniz; ben bunu yapmaya gayret ediyorum. Yalnız burada bizi bekleyen bir sıkıntı daha var: kimi küçük ölçekli çiftçiler maddi imkânsızlıklar nedeni ile teknik bilgi alamadığından etraftan duydukları bilgiler ile ilaç kullanıyorlar. Ve bu ölçüyle ve teknik bilgiyle kullanılmayan ilaçlar miktar olarak gerekenden çok daha fazla olabiliyor.

Çok bilinçli ama küçük çaplı olarak üretim yapan çiftçilerimizin olduğunu da görüyorum ve hem gurur duyuyorum hem de mutlu oluyorum. Örnek oluyorlar.

Zirai ilaçların insan sağlığı ve çevre üzerindeki olumsuz etkileri artık yıllardır biliniyor. 1962 yılında Rachel Carson’un Sessiz Bahar-Silent Spring kitabının dünyayı o günlerde gündemde olan DDT ve benzeri ilaçların bilinmeyen tehlikelerine karşı uyaran ve dünyada çevre koruma konusunda bir devrim başlatan ilk kitap olduğunu hatırlatmak isterim. Bu anlamda organik üretim insanın, toprağın, suyun, kısaca dünyada yaşamın korunması için önemli ve olumlu bir yaklaşım.
Eğer organik olduğundan emin olduğumuz bir ürün almak istiyorsak yetiştiricinin üretim sertifikası olup olmadığını, paketli bir ürün alıyorsak paketin üzerinde organik üretime dair gerekli bilgilerin olup olmadığını kontrol etmemiz gerekiyor. Üretici firmayı araştırmak, gördüğümüz hatalı uygulamaları paylaşmak gerekiyor.

Görüşme şansı bulduğum kimi çiftçilerin gerek teknik gerek pazarlama konularında bilgi ve destekleri olmadığı için organik üretim yerine bilebildikleri eski usüllerle üretim yapmaya devam ettiklerini öğreniyorum. “Nasıl yapacağımızı bilmiyoruz,” diyorlar. “Öyle üretirsek masrafımız artacak” (çünkü zirai mücadele yapılmayacağı için insan gücü gerektiren çalışmalar yapmaları gerekecek, zararlılar nedeni ile verimleri eskisine göre daha düşük olabilecek), “daha pahalıya satmak lazım, kime nasıl satabiliriz bilmiyoruz,” diyorlar. Haklılar. Haklılar. Haklılar. Kabahat üreticide değil. Dünyanın beslenme sorumluluğu sayıları gittikçe azalan üreticilerin omuzlarına yüklenmiş durumda, ve ülkemizde bir çoğu destek konusunda çok yalnız.

Küçük üreticilerin bazen de doğal üretim yapsalar da sertifikasyon işlemleri ve masraflarının altında kalkmaları kolay olmadığından, böyle bir girişimde bulunmadıklarını da görüyoruz. Bizler bilinçli tüketiciler olarak bilinçli üreticilere destek olup aynı zamanda tüketicilerin ve üreticilerin bu konudaki farkındalıklarını da arttırabiliriz. Organik ürünlerin öneminin vurgulanması şart. Hepimizin ve dünyanın sağlığı için.

Ziraat gerçekten çok zor bir iş. İki yıldır amatör olarak yetiştirmeye çalıştığımız sebzeler için toprağın hazırlanması, yabani otların ayıklanması ve bahçenin bakımının ne kadar çok zaman ve emek gerektirdiğini görüyorum. Hele organik üretim yapmak üretici açısından maddi manevi çok daha zahmetli.

Umuyorum ki tüketicilerin bilinçlenmesi doğayı ve insan sağlığını koruyan bu yaklaşım ile üretim yapan çiftçilerin kıymetinin bilinmesini sağlayacak. Tüm çiftçilere kuvvet, sağlık ve bereket diliyorum.

Sağlık, sevgi ve huzur dolu günlere…

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Ya Bahar Gerçekten Sessiz Kalırsa, O Zaman Ne Olacak?





Üzülüyorum, sevdiğim ve çok faydalı olduğunu düşündüğüm kitapların ya Türkçesi yok ya da Türkçe baskıları tükenmiş. Nasıl olacak bu? Marshall Rosenberg ’in belki dünya için en kıymetli kitaplardan biri olan Şiddetsiz İletişim kitabının Türkçe baskısı tükenmiş. Konuya gönül vermiş arkadaşlar nasıl tekrar basılmasını sağlayabiliriz diye uğraşıyorlar. Yüreğim onlarla. Çünkü benim içinde önemli. Brian L. Weiss ’ın bazı kitaplarının baskının tükendiğini ve yeniden basılmadıklarını görüyorum; yüreğim bittikleri anda basılmaları gerekiyor diyor. Ama kitapta ticari bir madde. Farklı kıymetleri var. Ama yüreğim duyulması gereken seslerin canlı kalmasını istiyor.

Bir de bu topraklarda hiç duymadığımız sesler var. Mümkün olmayabilir, evet kabul ediyorum her kitabın Türkçesinin olması belki mümkün değil. Ama yüreğim daha çok ve farklı sesleri duymayı istiyor işte.

Bir kitap var, 1962 yılında yazılıp dünyayı çevre koruma kavramları hakkında uyandırmış, bugün önemini anlamaya başladığımız çevre konularını 47-48 yıl önce cesurca ve ilk defa dile getirmiş ve sessiz bir devrim yaratmış. DDT gibi tarım ilaçlarının yarattığı tehlikeyi keşfetmiş, bunu dünyaya duyurmak için gayret etmiş ve dünyada çevre koruma kavramını doğurmuş. Yazarı bu kitabın yayılmasından iki yıl sonra hayatını kaybetmiş ama çevreyi koruma konusunda büyük farkındalık yaratmış. Hem kitap hem de yazarı hala aynı tazelikte anılıyor ve bence bu sesten haberimiz olması gerekiyor.

Rachel Carson ’un “Sessiz Bahar-Silent Spring” kitabı ile ben 2009 yılında tanıştım, ve bir kere daha, bir kere daha yüreğimi bir endişe kapladı - 1962’den 2009’a … Ve bu sesi hala duymamış olanlar o kadar çok ki - nasıl başarabileceğiz - çevre ile ilgili yapmamız gerekenleri nasıl yapabileceğiz? Nereden başlayacağız? Geniş kitlelerin bilgilenmesini nasıl sağlayacağız? Okunması gerekiyor, bilinmesi gerekiyor. Çevrenin, çevre korumanın artık yürekten bir samimiyet ile ele alınması gerekiyor. Çok geç kalmadan. Ben kitabı İngilizcesinden okudum ama sonra 2004 yılında yayınlanan Türkçesini olduğu öğrendim ve çok sevindim.

Yalnız değilim; dünyanın gidişatının farkında olan çok insan var. Bir yandan da hiç farkında olmayan, bilgisi olmayanlar var. Umursamayan çok daha az diye düşünüyorum. Bilip umursamayan çok az. Esas olarak bilmiyoruz.

Mesela geri dönüşüm konusunu ele alalım. Neler geri dönüşüyor ve ne kadar? Biliyor musunuz? Mesela biriktirdiğiniz alüminyum içecek kutularını geri dönüşüm kutularına atıyorsunuz? Peki, bu kutular ne oluyor. Biliyor musunuz? Ben bilmiyorum, tam olarak bilmiyorum, ama artık öğrenmeye niyetliyim. Yabancı kaynaklardan öğrendiğim kadarı ile bu alüminyum kutuların dış yüzeyleri boyalı olduğu için ve geri dönüşüm sırasında bu boya alüminyum maddesinden ayrılamadığı tekrar içecek kutusu olarak kullanılamıyor. Ben bugüne kadar sanki bu kutuların yeni kutuların yapımında kullanılabileceğini düşünmüştüm. Sağlığa zararlı olduğu için kullanılamıyor. Ama bunu paylaştığımda annem sordu: “Peki bu malzemeler nelerde kullanılıyor?

Bilmiyorum. Gerçekten ne geri dönüşür, ne dönüşmez ve nereye kadar kullanılabilir, ben bilmiyorum. Bilgilerim var ama tam olmadığını fark ediyorum. Siz hangi malzemelerin geri dönüşümde kullanılabildiğini biliyor musunuz? Ben bu kadar çalıştaylara katıldığım, çevre yerli ve yabancı hocalar ile çalışma ortamlarında bulunduğum halde tam olarak bilmiyorum. Nereden öğrenebileceğimi de bilmiyorum.

Mesela bundan bir ay kadar önce İstanbul’da bir belediye başkanlığının danışma hattını arayarak geri dönüşüm kutularının yerleri ve ilgili bir iki konu hakkında bilgi istedim. Telefonda bana bu bilgi verilemedi, telefon numaram alındı ve ilgili birimin bana geri döneceği söylendi, ama dikkatlice telefon beklediğim bir hafta boyunca cevap gelmedi. Hemen geri arayabilirdim, ama beklemek istedim, ne olacak diye. Bu arada bir ay boyunca da geri aranmadım, ama bekledim. İstanbul’da geri dönüşüm konusunda neler oluyor merak ediyorum? Yüzlerce binlerce işyeri, imalathane, fabrika, lokanta geri dönüşüm konusunda neler yapıyor merak ediyorum? Belediyeler bu konuda neler yapıyor merak ediyorum? Ve merak ederken bir yandan çok üzülüyorum. Üzülürken bir yandan yine içeceklerin alüminyum ve pet şişelerini geri dönüşüm için biriktiriyorum. Ne yapacağımı bilmediğim malzemelerin geri dönüşüp dönüşemeyeceği ile ilgili şiddetli bir bilgi açlığı içindeyim. Ve bu soruların cevaplarına bu kadar zor ulaşılıyorsa, İstanbul geri dönüşüm konusunda çok gerilerde sanırım.

Geri dönüşüm çok önemli ama şu an ki işleyiş şekliyle tam bir çözüm değil. Geri dönüşüme tabi olan plastiğin hammadde özelliği düşüyor ve nitelikli ürünlerde kullanılamıyor. Ama bir dolgu sahasında toprağa gömmekten daha iyidir diyorum bir yandan. Diğer yandan birçok insanın gazete kağıdına alerjik olmaya başladığını duyuyorum, eniştelerimden bir tanesi onlardan biri, ve bunun nedeninin geri dönüşüm işlemi sırasında kağıdın mürekkepten ağartılması için kullanılan kimyasallardan olabileceğini okuyorum. Ve yine kimi ürünlerde, o ürünü geri dönüşümde işleyerek kullanmanın zararından dolayı toprağa gömülmesinin insan ve çevre açısından daha sağlıklı olduğunu öğreniyorum. Beşikten Beşiğe tasarım düşüncesi ile yaratılmayan bir ürünün malzemesini yeniden kullanmanın ne kadar zor ve kimi zaman çok da zararlı olduğunu öğreniyorum.

Bazen o kadar imkânsız görünüyor ki çevre bilinci konusunda yaşanması gereken farkındalık devrimi, “Boş ver diyorum, sen de boş ver Zeynep.” Sonra ertesi sabah yine başlıyorum bu konuda okumaya, ne yapılabilir, Türkiye’de ne yapılabilir, diye düşünmeye. Yazıyorum, bilebildiğim kadarı ile. Ama aksiyon gerekiyor, eylem gerekiyor. Bilginin geniş kitlere yayılması gerekiyor.

Rica ediyorum, diliyorum, sesleniyorum, haykırıyorum. Özellikle Ülkemin Meclisine, sonra Belediyelerine: İstiklal Madalyası sahibi bir dedenin torunu olarak, bu ülkeye tüm köşelerinde hizmet vermiş bir mühendisin kızı olarak sesleniyorum. Bir okuma yazma seferberliği gerekiyor bu ülkeye, hem gerçekten okuma yazma bilmeyen kalmaması için, hem de dünyanın bu hesabının verilmesi zorlaşan gidişatı içinde Türkiye’nın anlının ak çıkabilmesi için.

Benim vicdanım rahat değil. Siz ne durumdasınız?