22 Ekim 2016 Cumartesi
"Şiddetsiz İletişim" Bildirisi
Saygı ve sevgilerimle.
"Hayatımdaki Lion Üyenin Olmazsa Olması: Şiddetsiz İletişim"
http://www.lionskonferans2016.com/bildiriler/1.1-ZeynepKocasinan.pdf
26 Ekim 2010 Salı
Şiddetsiz İletişim ve Engelli Olmak

Şiddetsiz İletişim yaklaşımı, diğer adıyla Yürekten İletişim benim için önemli bir iletişim tekniği. Daha derinden bilmeyi istediğim, anlatmayı ve paylaşmayı derinden istediğim bir yaklaşım. Küçüklüğümden beri şiddeti anlamakta zorlandığımı düşünürken annem ilkokul birinci sınıtfa sınıf başkanı olarak bayrak töreninde sıraya girmeyen sınıf arkadaşlarımı biraz şiddet tadı taşıyan yaklaşımlar ile hizaya getirmeye çalıştığımı ilkokulumun tam karşısındaki evimizin salon penceresinden gördüğü zaman ne yapacağını bilemediğini de anlatırdı. Ben tam olarak hatırlıyorum dersem yalan olur. Kimseye vurduğumu hatırlamıyorum, ancak sıraya sokmak için fiziksel dokunuşlarım olması ihtimali var. Yıl 1977. 7 yaşındayım.
Şiddetin farklı şekillerini kırk yaşını doldurmuş Zeynep olarak farklı yerlerde gördüm, yaşadım. Kabul edilmeye başlayan şiddetin belki de ruhun en büyük çaresizliği olduğunu da gördüm, gözlemledim. Özellikle son on yıl içinde eğitmen ve danışman olarak yaptığım özellikle bireysel çalışmalarda şiddetin, fiziksel ve sözel şiddetin ne kadar yaygın olduğunu tekrar tekrar gördüm. Kadınlara ve çocuklara evde ve okulda uygulanan şiddetin ne kadar yaygın olduğunu tekrar tekrar ve tekrar gördüm. Şiddetin ilk aşamalarda söz ile başlayan ısınma aşamaları olduğuna da gördüm. Sevgi dolu sözcüklerin kullanıldığı ortamlarda şiddet doğmuyor. Şiddet gerçekten bir konuşma ve iletişim tarzı ile yaşamda yer buluyor. Bu yüzden benim inancım bireysel ve toplumsal yaşamlarımızda barış ve huzur ortamı istiyorsak, öncelikle bunu dilimizde yaşamaya başlamamız gerekiyor.
Şiddetsiz İletişim’den bahsederken Engellilerin yaşamında şiddetin yeri ne, bu konuyu da düşünmeden geçemiyorum. Ekim ayının başında bu konuda beni düşündüren iki çalışmaya katılma şansım oldu. Ve belki aradan geçen 24-25 gündür bu konu aklımdan çıkmıyor. Yazarsam belki zihnimin içinde dönüp duran sesleri biraz dindirebilirim. Ekim ayının birinci ve ikinci günü İstanbul’da PREP Psikolojik Rehabilitasyon ve Eğitim Programları Derneği’nin düzenlediği III.Okul Ruh Sağlığı Sempozyumu’na katıldım. Türkiye’den ve Dünya’dan kıymetli hocaların konuşmacı ve Türkiye’den eğitim kurumlarının ve ilgili STK ve kuruluşların öğretmen ve yetkililerinin panelist olarak katıldıkları sempozyumun odak noktası akran şiddeti olmak üzere okulda şiddetti.
Ben okul hayatımda şiddete maruz kaldım mı diye düşünürken bir kere ilkokul öğretmenimin sanırım sınıftaki diğer arkadaşlarım ile birlikte elime cetvelle vurduğunu ve bir kere de kulağımı çektiğini hatırlıyorum. Herhalde hakkeden bir şey yaptığımı düşünmüyor olmalıyım ki bu iki olayı hala biraz flulaşmaya başlasalarda hatırlarım. İlkokulda başarılı bir öğrenci olarak neredeyse her zaman öğretmenimden aferin almaya, övülmeye ve kutlanmaya alışan küçük Zeynep için iki önemli an.
Şiddetsiz İletişim yaklaşımının penceresinden baktığımda ilkokul yıllarında beni beş yıl sınıf başkanı seçen arkadaşlarımın bir yandan beni zaman zaman gözlük kullandığım için dörtgöz diye çağırdıklarını da hatırlarım. Yani hem ait olma, hem dışarda kalma duygularını zaman zaman yaşadım. Hoşumuza gitmeyen bir isim ile çağrılmış, bundan hoşlanmadığımızı belirtmişsek ve yine de devam etmişse, bu bize uygulanan bir şiddettir. Bu anlamda okul hayatı boyunca kimilerimiz zaman zaman, kimilerimiz sıklıkla şiddete maruz kalıyor. Ben çok güvenli bir okul yaşamı geçirdiğimi düşünürken Şiddetsiz İletişim penceresi ile şiddetin yaşamıma tahminimden erken girdiğini görüyorum.
Şiddetsiz İletişim farkındalık çıtasını oldukça ileriye taşıyor. İstenilmeden verilen bir tavsiyenin de şiddet tadı taşıdığını aktarıyor. Senin bir şeyler yapmanı salık veriyorsam, sen bunu benden talep etmediysen, senin - dediğimi yapmazsan - eksik olduğunu düşünüyor, kabul ediyor ve ifade ediyor oluyorum. Bunu yapmaya iznim var mı?
Oooh böylekonuşmaya zaman mı var diye geçiyor bazen içimden. Bunları yaz da insanların bununla mı uğraşayacağız dediğini gör, diye geçiriyor içimdeki seslerden biri. Diğer bir tanesi insan yapabilir, şiddetten vazgeçebilir, bu öğrenilmiş bir şey, farkında değiliz, farkında olsak yapmayız, yaz yaz, diyor. Hayatımdan ve kelimelerimden şiddeti tamamen çıkarmayı henüz başaramamış Zeynep olarak, bunu yapabilmek adına yazmak istiyorum. Gerçekten karşısındaki her insana sevgi ile yaklaşabilen, sevgi ile dinleyebilen ve yargılamadan kabul ederek karşılayan insanlar gördüm. Varlar. Böyle insanlar var. Ben orada değilim, her zaman değilim. Belki davranış olarak orada kalmayı başarıyorum. İçimdeki sesler her zaman şiddetsizlikte değil. Ve bazen kelimelerimde de şiddetin tadı, kokusu var. Oluyor bazen. Her geçen gün azalıyor, ama var. Sıfır değil.
Okul Ruh Sağlığı Sempozyumunun son günü akşamüstü yapılan panelin konuşmacılarından bir tanesi Down Türkiye-Tomurcuk Vakfı’dan Sevgili Gün Osborn’du. Gün’ün down sendromlu bir oğlu var ve o bu perspektiften okuldaki şiddet konusu ile ilgili görüşlerini paylaşıyordu.
Benim için en etkileyici noktalardan biri down sendromlu ailelere okullarda bu çocukların kaynaştırma sınıflarında yer alarak kendi çocukları ile birlikte okumasını istemeyen ailelerin uyguladıkları sözel şiddet ve baskıydı . Sağlıklı çocukların ailelerinin down sendromlu çocukların ailelerine uyguladıkları baskı. Sonraki günlerde engelli ailelerine “normal” olarak adlandırdığımız kişilerin ve ailelerin uyguladıkları şiddete dair bir çok örnek karşıma çıkacaktı. İşte bu yüzden benceTürkiye sokaklarında down sendromlu çocukları görmüyoruz.
Doğrusu ben Okul Ruh Sağlığı Sempozyumunun ertesi gününe denk gelen 3 Ekim 2010 Pazar gününe kadar İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde hiç down sendromlu çocuk veya büyük görmemiştim. 40 yaşıma kadar hiç. O güne kadar hiç. O Pazar günü Down Türkiye’nin gerçekleştirdiği 1. Down Sendromu Dostluk Yürüyüşü’ne katıldım. Farklı yaşlardan down sendromlular ve aileleri ile bu konuyu önemli bulan kişilerle Galatasaray Lisesi’nin önünden Tünel’e ve oradan geri yürüdük. O güne kadar bu caddede hiç down sendromlu birini görmemişken, şimdi özellikle down sendromlu çocukları ve bebekleri ile gelmiş ailelere yaratılan bu alanda var olmanın tadını aldım. Bu alana, bu özgür var olma alanına ne kadar büyük bir ihtiyaç olduğunu gördüm.
Siz bugüne kadar sokakta ailesi ile rahatça yürüyen, bir lokantada, kafede oturan kaç down sendromlu çocuk ya da büyük gördünüz?
Şiddetsiz İletişim ve engelli olmak üzerine düşünüyorum. Tesadüfler günleri ve olayları arka arkaya getiriyor sanki benim için. Uluslararası Lions Kulüpleri için Ekim ayında önemli bir gün var: 8 Ekim Lions Dünya Hizmet Günü. İkiyüzü aşkın ülkedeki tüm Lions Kulüpleri özellikle o gün ve o hafta topluma hizmet aktiviteleri gerçekleştiriyor. Dönem Başkanı olduğum Fethiye Lions Kulübü olarak bizlerde kişisel gelişim adıma konferans çalışmaları yapmak istedik. 8 Ekim günü için adı “Kişisel Gelişim için Farkındalık-Değişim-Dönüşüm” olan bir çalışma hazırladık. Bu çalışmada ben Şiddetsiz İletişim'i anlatacaktım. 8 Ekim arifesinde İstanbul’da Ekim ayının başında yaşadığım üç gün bana şiddet ve yaşam adına çok şey düşündürdü. Belki daha önce aklıma gelmeyen, engellilerin yaşamında şiddetin yerini de.
Ben engelli değilim. Evet, beş yaşımdan beri gözlük kullanıyorum ve 6 derece miyopum. Görme engelli değilim genelde bu kelimeyi kullandığımız anlamda, ama bir şeyi görememek, okuyamamak, gözlüğüm yoksa insanları tanıyamamak, fark edememek ne, biliyorum. İşitme engelli değilim. Ancak rahmetli babamın bir kulağı hiç duymazdı. Diğer kulağı da zaman içerisinde duyma yetisini yüzde seksen kadar yitirdi. Ancak babam için işitme engelli ifadesini hiç kullanmadık. Zaman içerisinde yitirilen bu yetiyi sonradan kullandığını fark ettiğim dudak okuma alışkanlığı ile hissettirmemişti babam. Duyan kulağının üzerine yatarak uyuduğunda babamı seslenerek uyandırmanın mümkün olmadığını ise ilkokul yıllarımda erken keşfedecektim.
Fiziksel engelli de diyemem kendime ancak lisede bir koşu yarışmasında ilk defa hayatıma giren ve sonra zaman zaman yaşamımda kendini gösteren ayak bileklerimdeki incinmeler, burkulmalar, lif kopmaları ve benzer problemler, koltuk değneği ve baston ile yürümek zorunda olmanın, tuvalete gitmek, giyinmek ve yıkanmak gibi ana ihtiyaçların karşılanmasının ne kadar zor olabileceğini aylarca deneyimletti bana. Bu engellerin yaşamı ne kadar zorlaştırabildiğini biliyorum. Tadını aldım. Böyle yaşadığım aylar ve haftalar oldu. Bir dönem sık sık tekrar etse de yine de geçici şartlardı benim için. Yine de tadını aldım. Tek başına ihtiyaçlarımı karşılayamamanın zorluğunu hissettim, yaşadım.
Ekim ayı Dünya Göz Nuru Günü’nün kutlandığı bir ay. Görme engeline dikkat çeken ve önlenebilir görme kaybına dikkat çeken bir gün. Farkındalık yaratmak adına önemli bir gün. Peki, özellikle büyük şehirlerde yaşayanlar, trafikte şoförlerin birbirlerine “Kör müsün, görmüyor musun?” diye bağırdıklarına şahit olduğunuz mu? Benim bir akşam Fethiye’de başıma geldi. İki arkadaşımı almış Japonca dersimize gidiyorum. Daha önce kullanmadığım bir ara yoldan ana yola çıkıyordum. Esasında oldukça yavaş da gidiyordum, ışıkların yanıp sönerek geçit verdiği bir döner kavşakta sağ taraftan gelmekte olan aracı gerçekten yanımdaki arkadaşlarım beni uyarana kadar görmedim. Yirmi bir yıllık ehliyetli hayatımda bundan onaltı onyedi yıl önce yaşanmış ve far kırılması ile bitmiş ufak bir çarpışma dışında kazam yok. Araç ile ilgili arkadaşlarım beni uyarınca ve fark edince hemen fren yaptım; diğer araç geçti; ancak muhtemelen korkmuş olmalı ki diğer aracın sürücüsü biraz ileride durdu, aracının kapısını açtı ve bana yüksek sesle bağırdı, “Görmüyor musun, .... ? ”
Gerçekten görmemiştim. Ancak zihnim atlatılan kazayı düşünmek yerine sonrasında sarfedilen sözleri düşünüyordu. “Görmüyor musun, kör müsün?” cümlesini son bir iki hafta içinde farklı ortamlarda ne kadar sık duymuştum. Düşünmeden edemedim, ailesinde görme engelli olan bir kişi bu kelimeleri kullanır mıydı? Sözlerin getirdiği etkiyi hissedebilmek için o kelimelerin özelimizde bir şeylere dokunuyor olması şart mıydı?
Şiddetsiz İletişim geliştirilmiş bir iletişim yaklaşımı. Sağlıklı ve sevgi dolu iletişime dair tek teknik değil, çok farklı yaklaşımlar var. Şiddetsiz İletişim barışın, sevgi ve saygının kelimelerimizde hayat bulması gerektiğini hatırlatan bir yaklaşım olduğu ve bir yol haritası gösterdiği için kıymetli benim için.
...
Ve biliyorum ki her ne söylüyorsam, öncelikle kendim duymaya ve hatırlamaya ihtiyaç duyduğum için...
8 Ekim 2010 Cuma
Kişisel Gelişim için "Farkındalık-Değişim-Dönüşüm" Konferansı
2010-2011 dönemi başkanlığını yapmakta olduğum Fethiye Lions Kulübü'nün 8 Ekim Lions Dünya Hizmet Günü çalışması olarak gerçekleştirdiği ve Şiddetsiz İletişim konusu ile konuşmacı olarak katıldığım Kişisel Gelişim için "Farkındalık-Değişim-Dönüşüm" konulu konferans-panel çalışması Fethiye Esnaf ve Sanatkarlar Odası Konferans Salonu'nda 8 Ekim 2010 tarihinde gerçekleştirildi.
1 Ekim 2010 Cuma
Fethiye'de Kişisel Gelişim Konferansı
8 Ekim 2010 tarihinde Fethiye'de, Fethiye Belediyesi Kadın Meclisi, FETAV Vakfı ve Fethiye Lions Kulübü'nün ortak çalışması ile KİŞİSEL GELİŞİM için "FARKINDALIK-DEĞİŞİM-DÖNÜŞÜM" KONFERANSI düzenlenecektir.
29 Temmuz 2009 Çarşamba
Ya Bahar Gerçekten Sessiz Kalırsa, O Zaman Ne Olacak?



Üzülüyorum, sevdiğim ve çok faydalı olduğunu düşündüğüm kitapların ya Türkçesi yok ya da Türkçe baskıları tükenmiş. Nasıl olacak bu? Marshall Rosenberg ’in belki dünya için en kıymetli kitaplardan biri olan Şiddetsiz İletişim kitabının Türkçe baskısı tükenmiş. Konuya gönül vermiş arkadaşlar nasıl tekrar basılmasını sağlayabiliriz diye uğraşıyorlar. Yüreğim onlarla. Çünkü benim içinde önemli. Brian L. Weiss ’ın bazı kitaplarının baskının tükendiğini ve yeniden basılmadıklarını görüyorum; yüreğim bittikleri anda basılmaları gerekiyor diyor. Ama kitapta ticari bir madde. Farklı kıymetleri var. Ama yüreğim duyulması gereken seslerin canlı kalmasını istiyor.
Bir de bu topraklarda hiç duymadığımız sesler var. Mümkün olmayabilir, evet kabul ediyorum her kitabın Türkçesinin olması belki mümkün değil. Ama yüreğim daha çok ve farklı sesleri duymayı istiyor işte.
Bir kitap var, 1962 yılında yazılıp dünyayı çevre koruma kavramları hakkında uyandırmış, bugün önemini anlamaya başladığımız çevre konularını 47-48 yıl önce cesurca ve ilk defa dile getirmiş ve sessiz bir devrim yaratmış. DDT gibi tarım ilaçlarının yarattığı tehlikeyi keşfetmiş, bunu dünyaya duyurmak için gayret etmiş ve dünyada çevre koruma kavramını doğurmuş. Yazarı bu kitabın yayılmasından iki yıl sonra hayatını kaybetmiş ama çevreyi koruma konusunda büyük farkındalık yaratmış. Hem kitap hem de yazarı hala aynı tazelikte anılıyor ve bence bu sesten haberimiz olması gerekiyor.
Rachel Carson ’un “Sessiz Bahar-Silent Spring” kitabı ile ben 2009 yılında tanıştım, ve bir kere daha, bir kere daha yüreğimi bir endişe kapladı - 1962’den 2009’a … Ve bu sesi hala duymamış olanlar o kadar çok ki - nasıl başarabileceğiz - çevre ile ilgili yapmamız gerekenleri nasıl yapabileceğiz? Nereden başlayacağız? Geniş kitlelerin bilgilenmesini nasıl sağlayacağız? Okunması gerekiyor, bilinmesi gerekiyor. Çevrenin, çevre korumanın artık yürekten bir samimiyet ile ele alınması gerekiyor. Çok geç kalmadan. Ben kitabı İngilizcesinden okudum ama sonra 2004 yılında yayınlanan Türkçesini olduğu öğrendim ve çok sevindim.
Yalnız değilim; dünyanın gidişatının farkında olan çok insan var. Bir yandan da hiç farkında olmayan, bilgisi olmayanlar var. Umursamayan çok daha az diye düşünüyorum. Bilip umursamayan çok az. Esas olarak bilmiyoruz.
Mesela geri dönüşüm konusunu ele alalım. Neler geri dönüşüyor ve ne kadar? Biliyor musunuz? Mesela biriktirdiğiniz alüminyum içecek kutularını geri dönüşüm kutularına atıyorsunuz? Peki, bu kutular ne oluyor. Biliyor musunuz? Ben bilmiyorum, tam olarak bilmiyorum, ama artık öğrenmeye niyetliyim. Yabancı kaynaklardan öğrendiğim kadarı ile bu alüminyum kutuların dış yüzeyleri boyalı olduğu için ve geri dönüşüm sırasında bu boya alüminyum maddesinden ayrılamadığı tekrar içecek kutusu olarak kullanılamıyor. Ben bugüne kadar sanki bu kutuların yeni kutuların yapımında kullanılabileceğini düşünmüştüm. Sağlığa zararlı olduğu için kullanılamıyor. Ama bunu paylaştığımda annem sordu: “Peki bu malzemeler nelerde kullanılıyor?”
Bilmiyorum. Gerçekten ne geri dönüşür, ne dönüşmez ve nereye kadar kullanılabilir, ben bilmiyorum. Bilgilerim var ama tam olmadığını fark ediyorum. Siz hangi malzemelerin geri dönüşümde kullanılabildiğini biliyor musunuz? Ben bu kadar çalıştaylara katıldığım, çevre yerli ve yabancı hocalar ile çalışma ortamlarında bulunduğum halde tam olarak bilmiyorum. Nereden öğrenebileceğimi de bilmiyorum.
Mesela bundan bir ay kadar önce İstanbul’da bir belediye başkanlığının danışma hattını arayarak geri dönüşüm kutularının yerleri ve ilgili bir iki konu hakkında bilgi istedim. Telefonda bana bu bilgi verilemedi, telefon numaram alındı ve ilgili birimin bana geri döneceği söylendi, ama dikkatlice telefon beklediğim bir hafta boyunca cevap gelmedi. Hemen geri arayabilirdim, ama beklemek istedim, ne olacak diye. Bu arada bir ay boyunca da geri aranmadım, ama bekledim. İstanbul’da geri dönüşüm konusunda neler oluyor merak ediyorum? Yüzlerce binlerce işyeri, imalathane, fabrika, lokanta geri dönüşüm konusunda neler yapıyor merak ediyorum? Belediyeler bu konuda neler yapıyor merak ediyorum? Ve merak ederken bir yandan çok üzülüyorum. Üzülürken bir yandan yine içeceklerin alüminyum ve pet şişelerini geri dönüşüm için biriktiriyorum. Ne yapacağımı bilmediğim malzemelerin geri dönüşüp dönüşemeyeceği ile ilgili şiddetli bir bilgi açlığı içindeyim. Ve bu soruların cevaplarına bu kadar zor ulaşılıyorsa, İstanbul geri dönüşüm konusunda çok gerilerde sanırım.
Geri dönüşüm çok önemli ama şu an ki işleyiş şekliyle tam bir çözüm değil. Geri dönüşüme tabi olan plastiğin hammadde özelliği düşüyor ve nitelikli ürünlerde kullanılamıyor. Ama bir dolgu sahasında toprağa gömmekten daha iyidir diyorum bir yandan. Diğer yandan birçok insanın gazete kağıdına alerjik olmaya başladığını duyuyorum, eniştelerimden bir tanesi onlardan biri, ve bunun nedeninin geri dönüşüm işlemi sırasında kağıdın mürekkepten ağartılması için kullanılan kimyasallardan olabileceğini okuyorum. Ve yine kimi ürünlerde, o ürünü geri dönüşümde işleyerek kullanmanın zararından dolayı toprağa gömülmesinin insan ve çevre açısından daha sağlıklı olduğunu öğreniyorum. Beşikten Beşiğe tasarım düşüncesi ile yaratılmayan bir ürünün malzemesini yeniden kullanmanın ne kadar zor ve kimi zaman çok da zararlı olduğunu öğreniyorum.
Bazen o kadar imkânsız görünüyor ki çevre bilinci konusunda yaşanması gereken farkındalık devrimi, “Boş ver diyorum, sen de boş ver Zeynep.” Sonra ertesi sabah yine başlıyorum bu konuda okumaya, ne yapılabilir, Türkiye’de ne yapılabilir, diye düşünmeye. Yazıyorum, bilebildiğim kadarı ile. Ama aksiyon gerekiyor, eylem gerekiyor. Bilginin geniş kitlere yayılması gerekiyor.
Rica ediyorum, diliyorum, sesleniyorum, haykırıyorum. Özellikle Ülkemin Meclisine, sonra Belediyelerine: İstiklal Madalyası sahibi bir dedenin torunu olarak, bu ülkeye tüm köşelerinde hizmet vermiş bir mühendisin kızı olarak sesleniyorum. Bir okuma yazma seferberliği gerekiyor bu ülkeye, hem gerçekten okuma yazma bilmeyen kalmaması için, hem de dünyanın bu hesabının verilmesi zorlaşan gidişatı içinde Türkiye’nın anlının ak çıkabilmesi için.
Benim vicdanım rahat değil. Siz ne durumdasınız?
25 Haziran 2009 Perşembe
Konuşmak İstiyorsam Duymak Zorunda mısın?
Bu ihtiyacımı bilen aile üyeleri, arkadaşlar mesajlarına cevap gelmediğinde olduğum hali anlarlar. O zaman e-posta kutumdaki mesajlar artmaya başlar, zaman bulundukça cevaplanmak, bazen de sadece görülmek üzere. Çalışmalarım yoğunlaştığında danışanlarımda sanki ruhuma kolaylık olsun diye gerçekten acil ve önemli olana yol açarlar. Bilirler ki kimi zaman da sadece sohbetin tadına doyduğumuz anlar da vardır. Olanı ve geleni kabul eden tüm dostlarıma teşekkür etmek istiyorum, bana verdikleri destek için.
*
Benim de çok konuşmak istediğim zamanlar olur. Yalnız bugünler onlardan değil. Uyumak, yemek yemek ve acil olan işlerimi tamamlamak dışında bir şey yapmaya zaman bulamadığım, zamanın sınırlılığını bana hissettirdiği günlerdeyim. Bundan dolayı da cep telefonlarım gerekmedikçe kapalı. İletişime açık olmadığımın, olamadığımın ifadesi olarak.
Cep telefonları hayatı kolaylaştırırken bir yandan büyük bir yanılgı yaratıyor. Her an her saniye gelecek olan her türlü talebe ve iletişime açık olmak mümkün mü? Sanmıyorum. Ben olamadım. Daha çok ofiste bulunduğum yıllarda sekreter arkadaşlar sağ olsunlar bu iletişim akışını yönetirlerdi. Yeni yaptığım iş benim derin iletişim içinde olmamı gerektiriyor. Danışanlarım ile görüşmeleri yaptığım zamanlar, eğitim verdiğim zamanlar.
Ama ya yazı yazmam gerektiği zaman ne olacak? Bugünlerde kitap düzeltmeleri üzerinde çalışıyorum. Bana sessizlik gerekiyor. Konuşurken okuyamam, ve yazarken dinleyemem ki.
Mühendislik çalışmalarımı yaparken bugüne kıyasla aynı anda birçok şeyi yapabildiğimi fark ediyorum. Ancak yazı için daha farklı bir iç dinamik gerekiyor. Danışanlarımda bireysel çalışmalarda daha derin ve kesintisiz zamanlar gerekiyor. Yazı yazmak için sessizlik ve derinleşme gerekiyor. Yazıdan başımı kaldırıp bambaşka bir konuya odaklanamıyorum. Bunu yapmayı seçersem akışı durdurmuş hatta yazacaklarımı yitirmiş oluyorum. Şaka değil, başıma geliyor.
Bu ruh halimi paylaştığım insanlar var. Açık olarak söylerim, “Konuşacak durumda değilim beni affet bir süre,” diye. Ve şükrediyorum bunu söyleyebildiğim ve beni duyan arkadaşlarım olduğu için. Bunun nedenini niçinini sorgulamak, beni eleştirmek ve yargılamak ile uğraşmayan arkadaşlarım var. Kendi isteklerine rağmen benim ricalarımı duyan arkadaşlarım var.
Ama her zaman anlaşılmak o kadar da kolay değil. Duyulmak ihtiyacımız derin bir ihtiyaç. Biliyorum çünkü konuşmaya gücüm olmadığı günler kadar durmadan anlatmak istediğim günler de oluyor. Farklı farklı zamanlarda olsalar da. Her ikisinin de tadını ve her ikisine de duyduğum ihtiyacı biliyorum. Ama ya ihtiyaçlarımızı size anlatamıyorsam? O zaman ne olacak?
Şiddetsiz İletişim konusu benim bir süredir üzerinde okuduğum ve çalıştığım bir konu. Zorlu bir konu. Yine de dünyada barış adına bir şeyler olacaksa bu hareketin etkisi de büyük olacak diye düşünüyorum. Şiddetsiz İletişim, iletişimin kurulduğu anlar ve etkileşimler ile ilgili. Ama ya iletişime açık bir halde değilsem?
Birçok şeyi kişisel algılamak gibi bir bakış açımız var. Don Miguel Ruiz’in Dört Anlaşma adlı kitabındaki dört ana maddeden biri buna dair. “Kişisel algılamayın,” der Don Miguel. “Bir kişinin yaptıkları, söyledikleri kendine dairdir, size değil.” Yani benim sessiz kalma isteğim benim sessiz kalma ihtiyacımı ifade eder; sizi duymak istemediğimi düşünüyorsanız bu sizin getirdiğiniz yorumdur. Sizin duyulma ihtiyacınız karşılanmamaktadır ve benim sessiz kalma ihtiyacımı dikkate alınmayabilir. Ve ben de sessizlik ihtiyacım karşılanmadıkça sizin duyulma arzunuza sağır kalırım, çoğu zaman istemeden.
Özellikle yazı ve resim gibi yaratıcılık ve içe dönmeyi, derin düşünmeyi gerektiren çalışmalar yapacağım zamanlar yalnız olmaya ve sessizliğe büyük ihtiyaç duyarım. Yapmak istediklerimi başarabilmek için bana gereken şartların neler olduğunu gördüm ve öğrendim yıllar boyunca. Beni başarılı ve başarısız kılan şartları gördüm; yapabilir ve yapamıyor kılanları. Ve yaşamımın sorumluluğunu alarak bazen kendime evet ve çevremdekilere hayır diyorum. Bazen sesli bazen de sessiz kalarak. Sesli olmayı beceremiyorum bazen. Konuşmanın mümkün olmadığı zamanları anlamak mümkün mü? Anlaşılamayabilirim. Bunu biliyorum. Ve eleştirenlerim olabilir, yargılayanlarım olabilir. Ama ben böyleyim. Saf ve dürüst halimle bu benim, ben ve benim ruh halim. Amacım zarar vermek, incitmek değil, sadece bir var olma şekli bu ruhumun zaman zaman ihtiyaç duyduğu. Ve başka türlüsünün bazen mümkün olmadığı.
Ve son bir not daha. Marshall Rosenberg diyor ki “Eleştiriliyor hissetmediğimiz zaman, tüm enerjimizi kendimizi savunmak için harcamıyoruz.”
Kabul ederek ve kabul edilerek yaşanan günlere…
Zürafalar ve Çakallar



Ailelerimizden duyduğumuz sözler var. Öğretmenlerimizden duyduğumuz sözler var. Prof. Dr. Yankı Yazgan çocukların ruh sağlığını etkileyen faktörlerden bir tanesinin çocuğun güvendiği ve ilgi beklediği insanların onu hayal kırıklığına uğratması olduğunu söylüyor. Çocuklar anne babalarının ve öğretmenlerinin gözlerinin içini gözlüyor. Ben de yaptım biliyorum. Belki şanslıydım, beni destekleyen insanlar ile birlikte oldum; beni genelde destekleyen öğretmenlerim oldu. Ancak okul yıllarında, çocukluk yıllarında gerek fiziksel şiddete, gerekse ağır sözlü eleştiri ve hakaretlere uğradığını anlatan arkadaşlarım oldu. Hatta hocalarım oldu.
Sözlerin ruhumuzda yarattığı yaralar fiziksel yaralanmaların, hatta fiziksel şiddetin ötesinde olabiliyor. Korkular, endişeler ve güvensizlikler ile dolu yaşamlar yaratılabiliyor. Geleceğimizi Zürafalar veya Çakallar yazabiliyor.
*
Zürafa ’nın Şiddetsiz İletişim dilinde farklı bir anlamı. Dünyada karada yaşayan hayvanlardan kalbi en büyük olan hayvan zürafa, yürekten iletişimde kalbimiz ile hareket etmenin, kalpten konuşmanın önemini hatırlatıyor bize. Kendimizdeki ve başkalarındaki güzellikleri görmemizi hatırlatıyor, bu güzellikleri hatırlatıyor.
Yermek ve yargılamak bu düşüncede yer almıyor. Eleştirmek bu iletişim tarzında yer almıyor. Eleştiri içimizdeki güzellikler ile bağlantımızı koparıyor. Çakal yaklaşımını kulanlar, eleştirerek ve hatta utandırarak bir kişiyi doğru yöne yöneltebileceğini sanıyorlar. Ama çakal dili kullanan bir kişinin sözlerinin ardında ifade edilmemiş ve karşılanmamış birçok ihtiyacı yatıyor. Kendi ihtiyaçlarının tam farkında olmayan biri baş bir kişiyi nasıl etkiler acaba?
*
Öğretmenler hangi dili konuşuyor?
Dünyada eğitimde büyük farklılıklar yaşanıyor gibi görünse de, Türkiye’de görebildiğim kadar ile eğitimde, eğitim dilince şiddet varlığını sürdürüyor. Şiddet adını verdiğimiz fiziksel hareketler azalsa da sözel şiddet belki de artarak varlığını sürdürüyor. Bir de şiddete yüklediğimiz anlam nedir? Bunun farklında olmak gerek. Eleştiri yerine göre çok ağır şiddet yerine geçebiliyor. Özellikle daha korunmasız olan küçük ruhların dünyalarında.
Eleştirmeden, düzeltmeden nasıl öğretmen olunabilir? Değil mi?
Şiddetsiz İletişim sözcüklere ve sözlere çok farklı bir açıdan bakıyor. Şiddet bir anlamda başkasının ihtiyaçlarının kendi ihtiyaçlarım kadar dikkate almamaktan doğuyor. Almamanın ta kendisi belki de şiddet.
Şiddetsiz İletişim’de ihtiyaçlarımızı karşılamak için karşımızdaki insandan rica da bulunmak hakkımız var. Ama ricanın gerçek bir rica olması, yani üstü örtülü bir talep veya zorlama olmaması gerekiyor. Şiddetsiz İletişim’de yapılan bir ricanın kabul edilmesi kadar kabul edilmemesi de uygun. Eğer beklediğimiz cevap ‘evet’ ve bunu almamak bizi hayal kırıklığına uğratıyor, üzüyor veya kızdırıyorsa, niyetimizde bir yerlerde şiddet var demek. Yani karşımızdakinin özgür seçimine saygımız tam değil. İsteklerimiz, bizim isteklerimiz daha öncelikli demek. Öncelikler zor bir konu. Bir öğretmen ve öğrencinin öncelikleri söz konusu olduğunda konu daha karışık bir görüntü oluşturabiliyor.
Şiddetsiz İletişime dair tüm cevapları verebilmek değil amacım. Kısa bir yazıda mümkün değil. Ama dikkatinizi çekmek istediğim doğru. Başka bir bakma şekli var. Ve eğer kullanmayı öğrenebilirsek hayal edebileceğimiz her ortamda, her grupta kullanılması ve o grubun içindeki huzur ve uyumu arttırması mümkün.
Zürafaların dünyasındaki yolumuz hep açık olsun…
24 Haziran 2009 Çarşamba
Yürekten İletişim


Marshall B. Rosenberg tarafından geliştirilen bu tekniğe dair kendisinin yazdığı kitaplar var. En çok bilinen kitabının adı Şiddetsiz İletişim. Ancak Bolu'daki bir çalıştay vesilesi ile bu kitabın baskısının tükenmiş olduğunu öğrendim. Üzüldüm, özellikle de yayınevinin tekrar basmayı düşünmediğini öğrenince. Verilen bu bilgiye güvenmeyip internet üzerinden kontrol ettim. Evet, baskısı tükenmiş. Dünyanın ve ülkemizin belki de en çok ihtiyacı olan kavramlardan biri şiddetsiz iletişim. Bu önemli kitabın en kısa zamanda tekrar Türkçe baskısının çıkmasını diliyorum. İngilizce bilenlerinize mutlaka okumanızı öneriyorum. Yaşama bakış açısını derinden değiştiren bir yaklaşım.
Türkçe kitabı temin etmek artık mümkün olmadığı için Marshall Rosenberg’in şiddetsiz iletişim tekniği ile ilgili bazı notaları paylaşmak istiyorum. Belki konuya bir giriş olur. Bu teknikleri yaşamımızın içine almak zaman ve gayret gerektiriyor, ama bir yerden de başlamalı.
Şiddetsiz İletişim nedir?
Şiddetsiz İletişim farklı bir iletişim şekli. Anlaşmazlıkların ortadan kaldırılması ve şiddetin yaşamımızdan çıkarılması niyeti ile bir konuşma tarzı diyebiliriz.
Şiddetsiz İletişim’in altında yatan bazı temel düşünceler var. “İnsanın yaptığı her şeyin karşılanmamış ihtiyaçları karşılamak için bir girişim olduğu” bunlardan bir tanesi. “İhtiyaçları rekabet yerine işbirliği içinde karşılamanın herkes için daha sağlıklı olduğunu ve insanların başkalarının iyiliğine kendi iradeleriyle katkıda bulunabildikleri zaman, bundan doğal olarak keyif aldıklarını” anlamamızı sağlayan bir yaklaşım.
Marshall Rosenberg kitabına Carl Rogers’a teşekkür ile başlıyor. Kendisi ile çalışma fırsatı bulduğu ve aktarmak istediği konuların temelinde onunla araştırma şansı bulduğu ilişkilerin yapıcı öğelerinin keşfi yattığı için.
Bu iletişim tarzı yaşamımızda aktif şiddet olan fiziksel şiddetten belki daha yaralayıcı olan pasif sözel şiddetin ne kadar da yaygın olduğunu ve hayatımızı nasıl da derinden etkilediğini fark etmemizi sağlıyor.
Şiddetsizlik bir teslim olma tarzı değil. Yani bize yapılan haksızlık varsa bunlara göz yummak veya şiddete korumasızda karşı çıkmak anlamına gelmiyor. Şiddetsiz İletişim ihtiyaçlarımızın, duygularımızın, yaşadıklarımızın farkında olarak kendimize ve benliğimize daha derinden sahip çıkmak anlamına geliyor esasında.
Dil değişimde çok büyük bir etken. Enerji çalışmalarında sesin frekansının ve kullandığımız kelimelerin enerjilerinin bize etkisi üzerinde çok konuşuluyor. Burada sözlerin ifade ettikleri üzerinde duracağız, ve söylediklerimizin ilişkilerimizi nasıl yarattığını göreceğiz.
Marshall Rosenberg’in sorduğu iki ana soru var:
- “Ne oluyor da şefkatli yapımızdan kopuyoruz, parlıyor ve şiddete yöneliyoruz?”
- “Ve nasıl oluyor da bazı insanlar en kışkırtıcı koşullarda bile doğalarındaki şefkati korumayı becerebiliyor?”
Çok kuvvetli iki soru. Yaşama, insana ve ilişkilere derinden bakmamıza neden olan iki soru.
*
Şiddet kelimesi özel bir tarif getiriyor Rosenberg. “Yüreğimizdeki şiddet dindiği zaman, doğal şefkatimize kavuştuğumuz durumu anlatmak için kullandığımı belirtmek isterim,” diyor.
Bu iletişimin temelinde tepkisel olarak davranmak ve aklımıza gelivereni söylemek yerine, bir olay karşısında veya bir konuşmada ne algıladığımızı, ne hissettiğimizi ve ne istediğimizi fark etmemizi sağlayan bir sistem.
Burada açıklık ve dürüstlük var. Aynı zamanda karşımızdaki kişiye saygı ve anlayış ile yaklaşan bir tarz var. Kendimizin ve başkalarının ihtiyaçlarının, derinlerde olan ama ilişkiyi etkileyen ihtiyaçlarının farkında olmayı hedefleyen bir tarz bu.
*
Şiddet ile karşılaştığımızda genelde ya kaçıyoruz ya da saldırıya geçiyor ve saldırı varsa buna aynı şekilde karşılık veriyoruz. Kaçmak, direnmek, savunma ve saldırıya geçmek bizi genelde mutlu eden sonuçlar getirmiyor. Yakınlaşma sağlamıyor.
Şiddetsiz İletişim 4 ana unsurdan oluşuyor:
1- Gözlem
2- Duygular
3- İhtiyaçlar
4- İstek/Rica
Şiddetsiz İletişim bu dört unsuru ifade ederek iletişimi sağlamayı hedefliyor.
Gözlem: Birinci adımdır. Bir konu hakkında konuşacağınız zaman, yaşananları tarafsız bir kameranın gözünden açıklamayı ve tarif etmeyi içerir. İki kişi arasında yaşanmış bir olay veya diyolog varsa buna yorum katmadan aynen yaşadığı şekilde durumun ve yaşananların tarif edilmesini içerir.
Örneğin: Eşinizin söz verdiği şekilde sofrayı toplamaya yardım etmediği ile ilgili bir şeyler söylemek istiyorsunuz. Öncelikle gözlem bölümü ile, yani olanların tarifsiz bir ifadesi ile başlamanız öneriliyor. “Bu akşam yemeğin bittikten sonra masadakilerin hiçbirini alıp mutfağa götürmeden salondaki televizyonun karşısına oturarak diziyi seyretmeye başladın…”
Duygular: Yaşananların bize hissettirdiklerini paylaşmanın önemi vurgulanıyor. Hislerin paylaşımı iletişimi açıyor.
Örneğin: “Bunu yapman beni önemsiz ve yalnız hissettiriyor.”
İhtiyaçlar: Ruhumuzun benliğimizin ihtiyaçlarının karşılanmaması ilişkilerimizde sıkıntı yaşamamıza neden olan temel nedenler. Bu ihtiyaçların karşılanabilmesi için ise bu ihtiyaçlarımızı telaffuz etmemiz, söylememiz gerekiyor. Bazen bu ihtiyaçlarımızın biz de farkında olmayabiliriz, ama bakmamız gerekiyor. Ve ifade etmemiz. Böylelikle kendimizi anlatma ve aynı zamanda anlaşılma şansımız var.
Örneğin: “Evin işlerinin tamamlanması için desteğe ihtiyacım var. Fiziksel olarak yorgun hissediyorum ve işleri tamamlamak için fiziksel olarak desteğe ihtiyacım var.”
İstek/Rica: Bu bölüm ihtiyacımızın karşılanması için karşımızdaki insandan bir talepte bulunduğumuz bölümdür. Söz ile isteğimizi rica ederiz. Burada önemli olan bu ifadenin gerçek bir rica olmasıdır. Yani karşımızdaki kişiye ihtiyacımızı belirttiğimiz şekilde karşılayıp karşılayamayacağını sormuş oluruz. Burada esnek olmalıyız. ‘Hayır’ cevabı alabiliriz, ama bir diyalog başlamış olur. Ve başka ricalar ile hem bizi hem de karşımızdakini tatmin eden bir çözüme ulaşma şansımız artar.
*
Bu dört unsuru ifade ederken esas olan dürüst ve açık olmak ve son istek/rica aşamasında karşımızdaki insanı da açık yüreklilik ile dinlemek. Etkin dinleme, derin dinleme Şiddetsiz İletişimin en önemli unsurlarından biri. Belki de tüm bilgiyi ve tekniği bir araya getiren temel özelliği.
Şiddetsiz İletişimi uygulamak için her iki tarafında bu teknikleri bilmesi şart değil. Bir tarafın bilmesi akışı yönlendirmeye yeterli olabiliyor. Bu iletişim tarzı aile ilişkilerinde, okul yaşamında, iş hayatında, danışmanlık çalışmalarında, her türlü pazarlık, anlaşma ve iletişin problemlerinin çözümlenmesinde kullanılabiliyor.
Rosenberg’e göre Şiddetsiz İletişim “doğal şefkatimizi ortaya çıkararak, kendimizle ve birbirimizle bağ kurmamıza yardımcı oluyor.” Ve dünyadaki birçok aktarılan örnek bu düşüncenin gerçek olduğunu ortaya koyuyor.
Yaşamınıza biraz daha huzur, anlayış ve sevgi getirmek için siz de denemeye ne dersiniz?
11 Ocak 2009 Pazar
İletişim: Sözlerimiz Yaşamımızı Yaratıyor

Marshall Rosenberg’in “Şiddetsiz İletişim” başlıklı kitabını okumuş muydunuz?
Rosenberg 35 yılı aşkın bir süredir konuşma şeklimizi değiştirerek yaşamımıza ve yaşadığımız topluma nasıl huzur ve barış getirebileceğimizi öğretiyor. Şiddetsiz İletişim Merkezi ile dünyaya sözün önemini ve gücünü, barışa katkısı anlamında tekrar ve tekrar anlatıyorlar. Öğretiyorlar.

Japon Masaru Emoto ve Louise Hay’de yıllardır sözün gücünü anlatıyor. Özellikle Louise Hay çok uzun yıllardan beri. Onaylamalar ve sözlerin ve düşüncelerin sağlığımız üzerindeki etkileri konuları artık birçoğumuza yabancı değil. Aklıma gelen başıma geldi diyen büyüklerimizin sözlerinin çok büyük bir gerçeği işaret ettiğinin farkındayız. Sözlerimiz ile bir gerçeklik yaratıyoruz. Sözlerimiz ile bizi etkileyen enerjiler yaratıyoruz.

“Yaramaz” diye seslendiğimiz çocuğumuzun belki biraz hareketli, oyun oynamayı sever, belki de eşyaları karıştırmayı sever olduğunu söylemek istiyoruz. Ancak yaramaz kelimesinin işe yaramazlığı ifade ettiğine dikkat etmiyoruz.
Yıllarca ‘yaramaz’ olan çocuk, büyüyünce ‘yarar’ hale gelebiliyor mu acaba?
Bilinçaltımız espriden anlamıyor, mecazi anlamlar konusunda da çok başarılı değil. Söylediklerinizi kelime anlamı ile doğru kabul ediyor. Kelimenin sözlük anlamı o kelimenin enerjisini büyük anlamdan tarif ediyor.
Bu nedenledir ki “unutmayın” demek yerine “hatırlayın” denmesini öneriyor birçok hoca. “Unutmayın” derken “unutmak” kavramını, enerjisini davet etmiş oluyorsunuz. Bilinçaltı olumsuz ifadeleri anlamak konusunda da pek başarılı değil. Zihin ve bilinç algılıyor, ama bilinçaltı çok daha saf bir dili konuşuyor.
Türk Hava Yolları’nda inişlerde uzun yıllar uçakta“Lütfen eşyalarınızı yanınıza almayı unutmayınız” diye anons yapılırdı. Yıllarca bunu düzeltmeleri gerek, başarılı bir ifade değil diye düşünmüştüm, yani hedefiniz insanların eşyalarını yanlarına almalarını hatırlatmaksa. Neyse ki son aylarda dikkat ediyorum “Lütfen eşyalarınızı yanınıza aldığınızı kontrol ediniz” şeklinde bir anons yapıyorlar artık. “Unutmayınız” ifadesi artık tarihe karıştı, tabi bu değişiklik bilinçli olarak yapıldı ise.
Bir de mütevazı olmak için kendi kendimize söylediğimiz, yakınlarımıza söylediğimiz sözler var. Ben bunları yıllarca kullandım; böyle konuşmanın doğru olduğunu sandım. Örneğin güzel bir yemek yaptınız ve “Ellerine sağlık, vallahi çok lezzetli olmuş” diyor biri. Sizde hemen “yok canım, işte idare eder, tuzu az oldu, eti de yaktım sanki biraz” gibi şeyler söyleyip iltifata layık olmadığınızı ifade etmeye çalışıyorsunuz. Peki, bu yaptığınızın kime faydası var. Ben mütevazı olmaya inanırım. Ancak bunun kendimizi yermeyi gerektirdiğini düşünmüyorum artık. Bunun yaşadığımız o kadar çok farklı versiyonu var ki. Sizin yaşamınızda yok mu?
*
Barışı, başarıyı veya sağlık ve mutluluğumuzu, sözcükler yaşamımızı tahmin ettiğimizin ötesinde yaratıyor. Siz bugün yaşamınızda neler yaratmak istersiniz?
Z.
__________________________________________
Günün Onaylaması: “Her nefes alışımda rahat, huzurlu ve sakin olduğumu, sağlıklı olduğumu, güçlü olduğumu biliyorum.” R. Şanal Günseli
Üstatlardan: “Onaylamalar yaşamınızın değiştirmek istediğiniz yönleri için birer reçetedirler.” Jerry Frankhauser
Zeynep’in Okuma Tavsiyesi: “Hac” Yazar: Paulo Coelho
29 Aralık 2008 Pazartesi
Ait Olduğumuz Topraklar

Yaşamın bizi farklılıklar ile kucakladığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Bir yandan oldukça homojen, aynılığı destekler görünen bir toplumda yaşıyor olmamızı hissetmeme rağmen, yine de benim topraklarım burası. İstanbul, Malatya, Fethiye, Konya, Harput ve Çelikhan. Başka ait olduğum bir yer yok, burası benim memleketim.
Okul yıllarımdan başlayan maceram yaşamımın farklı noktalarında farklı dinlerden, dillerden, ırklardan insanlar ile bir araya gelmemi sağladı. 12 yaşımda Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’ne başlamam ile başlayan bu süreç sanırım benim yaşama bakış açımı da derinden etkileyecekti. Bu konu benim sık sık bahsettiğim bir konu, ama bu gece tekrar yazmak istiyorum. Tekrar ve tekrar.
Basında haberler yayılıyor. Irak’taki savaş artık Amerika’daki dizilerin bile parçası oldu. Benim Amerika’da okuduğum yıllarda Türkiye’nin coğrafyadaki yeri arkadaşlarım için oldukça büyük bir muamma idi başlarda. Arkadaşlarımın kimileri dünya vatandaşı olmaya açıldı, kimileri ise kapalı Amerika’lı dünyalarında kalmayı seçtiler. Ta ki 11 Eylül olaylarına kadar. Bu tarih bir nevi milattır - dünya coğrafyasında bulunduğumuz bölgenin tanınması ve bilinmesi için. Ne kadar üzücü bir ders. Öğrenildiyse tabi ki.
Amerika’da bir Türk olmak benim için zor değildi o günlerde. Hatta havalı bir şey olduğunu bile söylemem mümkün. Aynı sınavlardan geçerek, aynı şartlar altında mücadele vererek okumayı başardığımız okullarda, aynı anfileri paylaşarak yola çıkmıştık. Doğrusu birçok Amerikalı arkadaşımın yurtdışından gelip orada okuyor olmanın esasında o kadar da kolay bir şey olmadığını anladıklarını pek sanmıyorum. Ailelerimize mektup yazdığımız o günler geride kaldı, ve Amerika’da bir Türk olarak var olmanın şartları ise artık değişiyor.
Türkiye’den Amerika hakkında haberdar olmak artık çok kolay. Televizyon ve internet aradaki mesafeleri oldukça azalttı. Ancak Amerika’da bir yabancı olmak, özellikle Orta Doğu’ya yakın bir bölgeden gelerek Amerika’da yabancı olmak artık farklı anlamlar taşıyor.
Başka bir memleketim yok, Türkiye benim ait olduğum topraklar. Ancak Türk olmak, Türkçe konuşuyor olmak, Kurtuluş Savaşı’nda bu ülke için savaşmış dedelerimin olması, benden farklı bir dine ait, benden farklı dilleri konuşan, farklı topraklarda yaşayan insanlara karşı insafsız ve nefret dolu olmaya itebilir mi?
Zorlanıyorum. Neredeyse dünyanın her yerinden yüzlerce insan ile tanışmışken, dostluklar kurmuşken, onları nasıl yargılayabilirim?
Zor alanlar bunlar, ve ben gerçekten zorlanıyorum.
*
Evimde orkidelerim var. Onlara elimden geldiği kadar iyi bakmaya çalışıyorum. Ve bazen hızla bir dalın büyüdüğünü görürüm, tomurcuklar oluşur. İçimi bir sevinç kaplar. Ve bazen o içinde çiçeği taşıyan tomurcuğunun kurumaya başladığını görürüm. Açmak yerine vazgeçmeyi seçmiştir. Neyi farklı yaptım diye sorarım, neyi yanlış yaptım. Bir çiçek olacaktı, ve şimdi yere düşmüş cansız bir tomurcuk.
İnsan ilişkileri de aynen böyle değil mi?
…
*
Tamamlayıcı tıp metotlarında bilinen metotlardan bir tanesi de çiçek özleridir. Çiçeklerin kimyasal özelliklerinden çok enerjilerinin iyileştirici yönlerinden faydalanmayı içeren bu teknikte, dünyanın farklı bölgelerinden toplanmış çiçekleri ile duygusal ve ruhsal sıkıntılarımızın geçirilerek en doğru potansiyelimize ulaşmamız hedeflenir. Bach ve Bush çiçek özleri dünyada en çok tanınmış olanlarından.
Bu çiçekler kolumuzun ağrısını geçirmiyor, ya da onları midemizi rahatlatmak için kullanmıyoruz. Ruh hallerimize göre bize uygun olan çiçeği buluyoruz. Bir sevdiğimizi kaybettik ve büyük acı içinde miyiz? Bir çiçek bize yardımcı olabilir. Karanlık korkumuzu yenmek veya her akşam eve gelip gelmeyeceğini korku ile beklemekten vazgeçemediğimiz çocuğumuz ve eşimiz için duyduğumuz endişeyi gidermek için bir çiçeğe ne dersiniz? Mimulus’a veya Red Chestnut-Kırmızı Kestane çiçeğine ne dersiniz?
Ve bu çiçekler dünyanın neresinde yetişmiş olursa olsun ve biz dünyanın neresinde olursak olalım, bizlere, hepimize aynı güzelliği ve faydayı veriyor. Müslüman, Budist veya Hıristiyan olup olmadığımıza bakmadan. Ten rengimiz ile de ilgilenmiyorlar. Sadece duygularımızı soruyorlar. ‘Derdin ne? Ne hissediyorsun? Seni üzen ne? Ve yardım ediyorlar. Tam anlamı ile kendimiz olabilmemiz için.
*
Sadece çiçekler ile değil, enerji çalışmaları ile de yüzlerce farklı dinden, farklı ırklardan, farklı diller konuşan insan ile çalıştım. Örneğin gözlerinizi kapatıp Reiki vermek üzere ellerinizi bir kişinin omuzlarına koyduğunuzda hissedeceğiniz şey, tüm farklılık olarak adlandırdığımız renklerden ve seslerden arınmış bir enerjidir. O kişiye ait birçok özel bilgiyi taşır ama tüm farklılıkları içinde o kadar da aynıdır ki. Tekrar, tekrar ve tekrar deneyimlediğim bir şey.
Şimdi bana öz’de farklı olduğumuzu mu söylemek istiyorsunuz? Nasıl kabul edebilirim, aksini, ne kadar benzer olduğumuzu o kadar çok defa hissetmişken.
*
Sevgi gönderiyorum Tayland’a, Endonezya’ya, Avustralya’ya ve Fas’a. Sevgi gönderiyorum New Jersey’e, San Diego ve San Francisco’ya. İngiltere’ye sevgi gönderiyorum ve İskoçya’ya. Rio’ya ve Ekvator’a sevgi gönderiyorum. Bolivya üzerinden olabilir. Ya da Japonya. Tüm sevdiklerime, ve yaşam yollarımın kesiştiklerine… Yollarımız da yüreklerimiz gibi açık olsun.
*
Ait olduğumuz bir toprak ve bize ait çiçeklerimiz olabilir. Ama lütfen farklı olduğumuzu söylemeyin bana. Nasıl birlikte olabiliriz, bunun için ne dersiniz, lütfen bana bunu anlatın.
Sevgiyle,
Z.
______________________________________________________________
Günün Onaylaması: “Yaşam tüm ihtiyaçlarımı fazlası ile bana sunuyor. Yaşama güveniyorum.” Louise L. Hay
Üstatlardan: “Şans her zaman kuvvetli bir şeydir. Oltanın her zaman atılı olmasına müsaade et; hiç beklemediğin sularda balık bulabilirsin.” Ovid
Zeynep’in Okuma Tavsiyesi: “Şiddetsiz İletişim” Yazar: Michael Rosenberg
______________________________________________________________
www.serbestyazarlar.com sitesindeki yazılarından.