İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
THY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
THY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Temmuz 2019 Cuma

Ne Düşünüyorsanız Haklısınız

İstanbul Yeni Havalimanı’ndan Lions 118-R Federasyonumuzun Antalya’daki Lions Uluslararası Gençler Arası Değişim Programının gala gecesine gitmek üzere uçağa binmek üzere kapıda biniş kartımı verdiğimde, kartı alan görevli kimliğim ile kontrol ederken bir iki saniye tereddüt ettikten sonra, “Upgrade oldunuz Zeynep Hanım,” dedi.  Uçuş koltuğumu bir üst bölüme almışlardı.  Görevli memur 18H olan yer numaramı mavi tükenmez kalemi ile 1F olarak düzeltti.  Arka arkaya ikinci uçuşumda koltuğum daha iyi bir koltuk ile değiştiriliyordu ve doğrusu kendimi şanslı hissettim.

Yeni havalimanında yaptığım yedi sekiz iç hat uçuşunda iç hat uçaklarına körük ile değil, hep otobüs ile gitmiştim ve bu defa da öyle oldu. Ancak otobüs ile körükte olan bir uçağa yanaşmıştık. O nedenle genelde yapmak istediğim halde uçağın adını okuma şansım olmadı. Uçağı uzaktan görme şansım olmadığı gibi. 

Uçağa binince business bölümünün girişin sol tarafında olduğunu fark edince, büyük bir uçakta olduğumuzu anladım. Doğrusu 18H koltuğunu aldığımda da bunu anlamış olmam gerekirdi ama doğrusu o aşamada bunu pek de farklı bulmamıştım. Yaz aylarında İstanbul’dan İzmir’e, Dalaman’a ya da Antalya’ya giderken Japonya’ya ya da Amerika’ya uçarken bindiğimiz büyük uçaklar ile karşılaşmaya alışkındım.  Yine de uçağa girince bir farklılık hissettim.  1F’deki koltuğuma yerleşirken daha önce hiç oturmadığım tipte bir koltukta oturduğumu görmek hoşuma gittik. Doğrusu pek yapmadığım bir şeyi yaptım ve hemen koltuğun önündeki ceplerden birinde duran uçağın bilgi kartını aldım.  787-9 yazıyordu.  Yani, Türk Hava Yolları’nın yeni uçaklarından Dreamliner’daydım. 

Kartı aldıktan sonra kalkış öncesi içecek ikramını yapan görevli hostes hanıma uçağın adını sordum. O da biz yolcular gibi uçağa körükten bindiği için uçağın adını göremediğini ama, benim de biraz öncesinde keşfettiğim gibi, yeni Dreamliner’da olduğumuzu söyledi.

Doğrusu keyiflenmiştim.  Yenilikleri severim, bu yeni uçakta olmak da hoşuma gitmişti. Kalkış aşamasına geldiğimizde kabin amiri de ve akabinde pilotumuzda yeni uçağımız Dreamliner’da olduğumuzu anonslarına dahil ettiler.  Kabin görevlilerinde, belki yeni uçak ile bu yolculuğu yapıyor olmamızdan gelen gözardı edilemeyecek tatlı bir keyif hali mevcuttu.

O sırada, yukarı doğru kaldırılan bir paravan ile koltuklarımızın ayrılmış olduğu sol tarafımda oturan yolcunun hosteslerden biri çağırdığını duydum.  Yolcu koltuğunun kirli olduğunu ve uçağın bir süredir havalimanında olmasına rağmen neden doğru düzgün temizlenmemiş olduğundan yakınıyordu. Ben de gayri ihtiyari kendi yerime baktım.  Herşey pırıl pırıl görünüyordu.  


Havalimanından aldığım Türkçe ve İngilizce gazeteleri okurken yemek saati gelmişti.  Güleryüzlü ve yumuşak enerjili hostes hanımın ilgisi ile yemeğimi keyifle yerken yine sol tarafımdaki yolcunun bu defa benim oturduğum koridorda görevli hostes hanıma kumaş peçetesini aramızdaki paravanın üzerinden uzatarak seslendiğini duydum.  “Peçete kirli,” diye seslendi bey.  Doğrusu ben daimi olarak business ya da first class sınıflarında uçuş yapmıyordum ama doğrusu kapalı şekilde gelen kumaş peçetelerin kirli olduğuna da bugüne kadar hiç rastlamamıştım.  

Aklıma bir akşam önce tekrar okuduğum bir kitap geldi.  Ben de düşüncelerimizin yaşamımıza olayları ve insanları çağırdığına, enerjimizin bize uyumlu olayları yaşamımıza davet ettiğine inanıyorum.   Ve yanımda oturan ve aramızda yukarı kaldırılmış paravana rağmen bir şekilde tedirgin ve kaygılı enerjisini hissettiğim bu yolcunun, bu yepyeni uçakta kirlenmiş koltuk ve kirli peçete ile iki aksiliği birden yaşıyor olma ve bu nedenle sinirlenme ve mutsuz olma nedenini düşünmeden edemedim.  Ben kendimi şanslı hissederken, o neler hissediyordu acaba?

Yaşamda ne zaman, nerede olacağımız bizim tercihimiz olabilir. Ya da belki de bizim kader dediğimiz yaşam yolumuzda bir şekilde önceden belirlenmiş olabilir.  Bu yolun ne kadar mutlak hakimiyiz bilmiyorum.  Ama kesinlikle bildiğim şey, yaşamın bize getirdikleri karşısında nasıl davranabileceğimizin bizim elimizde olduğu.  

Gülümseyerek, gülüp geçerek, bağırarak, kızarak, sinirlenerek. Hepsi mümkün.  Ve tüm bu davranış ve duyguları seçmeye sonuna kadar hakkımız da var.  Ancak, günün başında ya da sonunda, bizi daha mutlu hissettirecek, yaşadığımız andan keyif almamızı daha çok sağlayacak olan ne?  Sanırım her zaman olamasa da buna artık daha çok önem veriyorum.  

Ve bunu yapabilmek bazen de yaşamı olumsuz görmeyi ve kızgınlıkla ve şikayet ederek yaşamayı seçenlerden uzak kalmayı da gerektiriyor.  İnsanları tercihlerinde özgür bırakmak ve yargılamamak inandığım yaşam yollarından biri. O nedenle neden böyle davranıyor demek yerine kendi doğru bulduğum şekilde yaşamayı seçenlerle olmayı seçiyorum.  Birlikte olmayı seçtiğimiz insanlar yaşamımızın rengini ve lezzetini belirliyor.

Ben yaşamın bizi mutlu etmek için uğraştığına inanan insanlar ile olmayı seçiyorum.  Sevgiyi, hoşgörüyü, umudu, adaleti, şefkati ve anlayışı seçenler ile olmayı. Çünkü yine yaşamdan yıl aldıkça görüyorum ki, yaşam, biz neyi düşünür ve inanırsak, ona evet demeyi seçiyor.

Sevgiyle kalın.

4 Şubat 2011 Cuma

Ayrılık


Çok yakın bir arkadaşım eşinin ve kendisinin işi durumu nedeni ile ay sonunda Fethiye’den taşınacağını haber verdi iki gün önce. Son iki ayda aldığı bir karar olduğunu paylaştı, benim Fethiye’de sadece dört beş gün bulunabildiğim iki ay içinde.

Bazı haberler dalga dalga vurur bizi, dalga dalga gelir ve sarsar. Bu haber de öyle oldu benim için. Bu dostum sadece bir dağ gibi arkamda durup bana destek veren bir kişi olduğu için değil, ayrılıklar bir ölüm tadı taşır belki daha çok o yüzden.

Rahmetli babam inşaat yüksek mühendisiydi, müteahhitlik yapardı. Çocukluğumuz onun Anadolu’nun farklı köşelerinden geri gelmesini bekleyerek geçti. Ayrılık nedir bilirim. Üniversite yıllarında önce ağabeyim gitti Amerika’ya, sonra ben üniversite eğitimim için. Ünlü bir Amerikan üniversitesi burs vermişti, bu fırsatı tepmek olmazdı. İstiyordum ben de gitmeyi. Amerika’daki üniversite’deki odama yerleşim gece yattığımda tavana bakıp “Nasıl geçecek bu dört yıl…” dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Dört yıl ailemden nasıl uzak kalacaktım. Önceleri hem kış yarıyıl hem yaz tatillerinde Türkiye’ye dönerek, sonrasına sadece yaz tatillerinde İstanbul’a dönerek geçti yıllar. Sonra ağabeyim tekrar Amerika’ya gitti MBA İşletme Master’ı için.

Aile büyüklerimiz son yıllara kadar benim yaşadığımdan farklı şehirlerde yaşadılar çoğunlukla. Teyzelerim ile çocukluğum telefon görüşmelerinde hasret giderdiğimiz kıymetini bilmeye özen gösterdiğimiz kısa buluşmalar ile geçti. Annemin küçüğü olan Serap Teyzem üniversite yıllarında bizimle birlikteydi. Ondan ayrılmak hep çok zor olurdu. Kuzenlerimden Murat Ağabeyim Kadıköy Anadolu Lisesi’nde yatılı olarak okuyordu ve hafta sonları bize evci çıkardı. Okulu bittiği zaman da Teyzemlerin yanına Elazığ’da dönerdi. O yıllarda ortaokul ve liseler ilkokullardan önce kapanırdı. Murat Ağabeyim benden yedi, ağabeyimden beş yaş büyüktü. Onun gideceği günler yaklaştığında bizleri büyük bir hüzün alırdı. Birkaç gün daha kalsa diye dua ederdik. Tabii o da bizleri sevgi ile kucaklayıp sarsa da anne ve babasının hasreti ile bir an önce yola çıkmak isterdi. Bizleri kendi anne babasından çok daha fazla görüyordu sadece hafta sonları görüşsek bile.

Hasret hepimizin yaşamında var. Babam 2004 yılının Eylül ayında öldü. Ayrılığın tadını tarif etmeye gerek kalmadı. Bir yandan çok özlüyorum, bir yandan hiç gitmemiş gibi.

Belki babamın yaşamından alıştığımdan mı okul yıllarımın bitmesi ile hep hareketli bir yaşamım oldu. Önce inşaat işlerimiz nedeni ile şantiyelere, ihaleler ve görüşmeler için özellikle Ankara, Malatya, Elazığ, Adıyaman ve Kayseri olmak üzere Türkiye’nin birçok farklı şehrine gittim. Sonra danışmanlık, eğitmenlik, koçluk yapmaya başladım, farklı nedenlerle ve farklı şekillerde önce Fethiye girdi hayatıma, ikinci evim oldu, belki de memleketim oluverdi kısa sürede. Muğla girmeye başladı farklı yöreleri, ilçeleri ile hayatıma, Antalya ve İzmir kervana katıldı.

Türkiye kadar dünyanın farklı köşelerine gidip geldim. Gidip geliyorum. Hep bir yolculuk hali var hayatımda. Hep bir ayrılık, hep bir kavuşma. Aynı yerde üç dört ay geçirmeyeli çok uzun zaman oldu. Aynı yerde kesintisiz bir ay geçirmek hayal oldu.
Şikâyet eder halde bulsam da kendimi, istediğim için, tercih ettiğim için ayrılıklar ve kavuşmalar dünyasında yaşıyorum. Öyle olmalı, başka yolu yok.

Çocukken bazen gecenin geç saatlerinde uçak yolculuklarından gelişini beklerdik babamın. Uykumuz gelir dayanamazdık beklemeye çoğu zaman. Sabah uyandığımızda babam çoktan yazıhanesine gitmiş olurdu ama antredeki masada, üzerinde Türk Hava Yolları’nın arması bulunan bir çikolata, bir kek, bir kurabiye de bizim için bekliyor olurdu. Babam uçaklarda yapılan ve taşınabilecek ikramları yemez, bizim için saklardı.

Türk Hava Yolları’nın logosu, arması kavuşmak demekti benim için bir anlamda. Bunu şimdi çok daha net fark ediyorum. Kim bilir uçakların çevreye olumsuz etkilerini bilmeme rağmen belki de bu yüzden uçmayı çok seviyorum. Uçmayı gerektirecek işler ve sosyal çalışmalar yapıyorum. Ve belki de bu yüzden tercihimi hep Türk Hava Yolları’ndan yana kullanıyorum…

Her ayrılık bir ölümdür aslında, ancak kavuşmalarda sanki can veren bir nefes tekrar dolar ruhumuza…

29 Ocak 2009 Perşembe

Roma-Hatay-Tunus hattında...


Mozaikler benim hiç ilgi alanım olmadı. Ta ki son aylarda ardı ardına karşıma çıkmaya başlayana kadar.

Bundan birkaç ay önce yabancı bir hocam yaptığı mozaiklerin fotoğraflarını göndermiş. Zeugma’dan bir parçayı, ve bir de ressamını bilmediğim Napolyon’u betimleyen bir yağlıboya tabloyu mozaik olarak yeniden yorumlamış. Fotoğraflara bakarken düşünmeden edemedim, bir insanı mozaik ile bunu yapmak için iten nedir?

Beni resim yapmaya iten güçten farklı bir şey miydi bu? Yoksa benim için resim yapmak ne ise mozaikte onlara aynı hisleri mi veriyordu?


Ocak ayında İstanbul’dan Dalaman’a uçarken Türk Hava Yolları’nın Skylife dergisinde Hatay’daki mozaik müzesi hakkında bir haber vardı. Normalde belki de dikkatimi çok çekmeyecek olan bu yazıyı hemen okumaya başladım. Daha iki, üç hafta önce Aralık ayında Tunus’a yaptığım bir gezi sırasında dünyanın en büyük mozaik müzesi olarak adlandırılan Bardo Müzesi ’ni gezmiştim.

Mozaik deyince aklım yine yıllar öncesine gidiyor. İtalya’ya yaptığımız bir gezi’de programda Roma da vardı. Roma’da, Vatikan’daki St. Peter Kilisesi’ni gezerken kiliseyi gezdiren rehber bir bölümün önünde durmuş ve buradaki resmin özelliğini sormuştu. Bu kiliseyi iyi tanımıyordum, ve resmin özelliğini de bilmiyordum doğrusu. Biraz sessizlikten sonra grubun arkasında duran annem tur rehberine seslendi “O resim bir mozaik”. Buymuş demek rehberin sorduğu. Bu kilisenin içindeki resimlerin birçoğu zamanın aşındırmasına ve yıpranmalara karşı mozaikten yapılmıştı.

Beni bu mozaik resimlerden çok hemen girişte sağdaki bir bölümdeki heykel etkilemişti. Mikelanj’ın demişlerdi, Hz. İsa yetişkin halinde Hz. Meryem’in kucağında cansız bedeni ile yatarken…



Bardo Müzesi’ni gezerken grupta bulunan Türklerden bazıları Hatay Müzesi’ndeki mozaiklerin çok daha güzel olduğundan, renklerinin çok daha canlı olduğundan bahsediyorlardı.

Ben Hatay’a gitmiştim, ama Mozaik Müzesi’ne değil. 1992 yılının sonbaharında Yayladağı’nda yapılacak olan ‘Yayladağ Barajı’nın yerini görmek için gitmiştik. Hatta akşam hava karardığı için geceyi Yayladağı’ndaki bir otelde geçirmiştik. Amerika’dan döneli daha iki ay kadar olmuştu ve burası benim için oldukça farklı bir manzaraydı. Babamla bana otelin içinde tuvaleti olan ‘aile odası’ olarak adlandırılan tek odasını vermişlerdi. Ertesi sabah yola çıkmak için kalktığımızda salon bölümünde sıralı yataklarda yatanların arasından geçerek dışarı çıkmıştık. Ve araba ile kıvrıla kıvrıla giden yoldan Samandağ’ına indiğimizi hatırlıyorum.

Yayladağı’na gitmeden önce Hatay’da Devlet Su İşleri’ne uğramıştık. Bize yer ile ilgili bilgileri vermesi için mühendis bir beyi görevlendirmişlerdi. Öğle saati gelince bir yemek yemek istedik, ve Harbiye’ye gitmemizi önerdiler. Babam da yanımızda olan mühendis beyi bizimle beraber yemek yemesi için davet etti.

Hatay’da da Harbiye varmış meğer. Yemek ve mezeler gerçekten çok lezzetli ve güzeldi, hala tadı damağımda. Aklıma daha çok kalan bölüm ise hesap ödeme bölümü. Yemeğin sonlarına yaklaşmakta olduğumuz bir aşamada babamın bana gözleri ile bir işaret yaptığını gördüm, “Zeynep git içerde hesabı öde” demekti bu. Müsaade istedim ve masadan kalktım. Sözde sessizce hesabı ödeyecektim.

Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Lokanta sahibi Hatay’da misafirler hesap ödeyemez diyerek ödememi kabul etmez mi. “Aman yapmayın etmeyin, bakın babam en büyük, olmaz, hem o bey babamın davetlisi, lütfen alın hesabı” diyerek çok dil döktüm; yok. Aşırı ısrarıma dayanamayıp bu defa masaya gidip ödemeyi yapmam için Hataylı misafirimizin iznini almazlar mı… Gitti bizim sözde sessizce yapacağımız incelik. Babamın uzaktan kısmen duyabildiğim ısrar ve rica cümleleri sonrasında benden ödemeyi aldılar. Ben de utana sıkıla masadaki yerime döndüm.

Hatay’a ve Harbiye’ye tekrar gitmek nasip olmadı. Yayladağ Barajı İnşaatı’nın ihalesi girdik ama kazanamadık. O baraj da tamamlandı ve 10 yıl kadar önce hizmete girdi sanırım. Ben tekrar Hatay’a gitmek istiyorum. Bu defa hem mozaik müzesini görmek ve hem de Harbiye’de güzel bir yemek için…

11 Ocak 2009 Pazar

İletişim: Sözlerimiz Yaşamımızı Yaratıyor



Marshall Rosenberg’in “Şiddetsiz İletişim” başlıklı kitabını okumuş muydunuz?

Rosenberg 35 yılı aşkın bir süredir konuşma şeklimizi değiştirerek yaşamımıza ve yaşadığımız topluma nasıl huzur ve barış getirebileceğimizi öğretiyor. Şiddetsiz İletişim Merkezi ile dünyaya sözün önemini ve gücünü, barışa katkısı anlamında tekrar ve tekrar anlatıyorlar. Öğretiyorlar.



Japon Masaru Emoto ve Louise Hay’de yıllardır sözün gücünü anlatıyor. Özellikle Louise Hay çok uzun yıllardan beri. Onaylamalar ve sözlerin ve düşüncelerin sağlığımız üzerindeki etkileri konuları artık birçoğumuza yabancı değil. Aklıma gelen başıma geldi diyen büyüklerimizin sözlerinin çok büyük bir gerçeği işaret ettiğinin farkındayız. Sözlerimiz ile bir gerçeklik yaratıyoruz. Sözlerimiz ile bizi etkileyen enerjiler yaratıyoruz.



“Yaramaz” diye seslendiğimiz çocuğumuzun belki biraz hareketli, oyun oynamayı sever, belki de eşyaları karıştırmayı sever olduğunu söylemek istiyoruz. Ancak yaramaz kelimesinin işe yaramazlığı ifade ettiğine dikkat etmiyoruz.

Yıllarca ‘yaramaz’ olan çocuk, büyüyünce ‘yarar’ hale gelebiliyor mu acaba?

Bilinçaltımız espriden anlamıyor, mecazi anlamlar konusunda da çok başarılı değil. Söylediklerinizi kelime anlamı ile doğru kabul ediyor. Kelimenin sözlük anlamı o kelimenin enerjisini büyük anlamdan tarif ediyor.

Bu nedenledir ki “unutmayın” demek yerine “hatırlayın” denmesini öneriyor birçok hoca. “Unutmayın” derken “unutmak” kavramını, enerjisini davet etmiş oluyorsunuz. Bilinçaltı olumsuz ifadeleri anlamak konusunda da pek başarılı değil. Zihin ve bilinç algılıyor, ama bilinçaltı çok daha saf bir dili konuşuyor.

Türk Hava Yolları’nda inişlerde uzun yıllar uçakta“Lütfen eşyalarınızı yanınıza almayı unutmayınız” diye anons yapılırdı. Yıllarca bunu düzeltmeleri gerek, başarılı bir ifade değil diye düşünmüştüm, yani hedefiniz insanların eşyalarını yanlarına almalarını hatırlatmaksa. Neyse ki son aylarda dikkat ediyorum “Lütfen eşyalarınızı yanınıza aldığınızı kontrol ediniz” şeklinde bir anons yapıyorlar artık. “Unutmayınız” ifadesi artık tarihe karıştı, tabi bu değişiklik bilinçli olarak yapıldı ise.

Bir de mütevazı olmak için kendi kendimize söylediğimiz, yakınlarımıza söylediğimiz sözler var. Ben bunları yıllarca kullandım; böyle konuşmanın doğru olduğunu sandım. Örneğin güzel bir yemek yaptınız ve “Ellerine sağlık, vallahi çok lezzetli olmuş” diyor biri. Sizde hemen “yok canım, işte idare eder, tuzu az oldu, eti de yaktım sanki biraz” gibi şeyler söyleyip iltifata layık olmadığınızı ifade etmeye çalışıyorsunuz. Peki, bu yaptığınızın kime faydası var. Ben mütevazı olmaya inanırım. Ancak bunun kendimizi yermeyi gerektirdiğini düşünmüyorum artık. Bunun yaşadığımız o kadar çok farklı versiyonu var ki. Sizin yaşamınızda yok mu?

*

Barışı, başarıyı veya sağlık ve mutluluğumuzu, sözcükler yaşamımızı tahmin ettiğimizin ötesinde yaratıyor. Siz bugün yaşamınızda neler yaratmak istersiniz?


Z.

__________________________________________

Günün Onaylaması: “Her nefes alışımda rahat, huzurlu ve sakin olduğumu, sağlıklı olduğumu, güçlü olduğumu biliyorum.” R. Şanal Günseli

Üstatlardan
: “Onaylamalar yaşamınızın değiştirmek istediğiniz yönleri için birer reçetedirler.” Jerry Frankhauser

Zeynep’in Okuma Tavsiyesi: “Hac” Yazar: Paulo Coelho