İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
baraj etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
baraj etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ekim 2010 Çarşamba

Sinan Kocasinan

Sabah Dalaman Havalimanı’nın CIP Salonuna girdiğimde uçağın kalkmasına uzunca bir zaman vardı. Fethiye’den yola çıkan Havaş Servisi her nedense oldukça erken varmıştı Dalaman’a. Serviste de oldukça az sayıda yolcu vardı. Uçak ise ben gece internet üzerinden check-in işlemimi yapıp koltuğumu seçerken oldukça dolu görünüyordu.

Salı günü yoğun bir gün olmuştu. Epostalarımı kontrol edememiştim. Uçağın kalkışına kadar geçirmem gereken bir saati aşkın bir zamanım vardı. Bir yandan da Japonca çalışıyordum. Bir hafta sonra yapacağım Japonca dersinde neleri anlatsam diye düşünüyor ve kitaplarımı karıştırıyordum. Dönem başkanlığını yaptığım Fethiye Lions Kulübü olarak "2010 Türkiye'de Japonya Yılı" etkinliği olarak Japonca kursu açmıştık. Japonca öğretmeni de bendim.

Babamı bu sabah bu kadar net olarak hatırlamayı beklemiyordum. Esasından bir yandan babamı hiçbir zaman tam olarak aklımdan ve yüreğimden uzak tutuyor değilim, ama yaşam telaşları ile devam ediyor...

Kendi başıma oturmuş yazı çizi işlerimle uğrayaşacaktım. Düşüncem buydu.

Derken CIP Salonu’nun işletmecisi ile karşılaştım. Harika iki kızı olan bu beyi simaen Dalaman Havalimanı’ndan bilirdim. Sonradan ailesi ile ise tesadüfen tanışmıştım Fethiye’de. Bu sabah da kendisini görünce hal hatır sordum; eşine selam gönderdim ve tekrar kitaplarıma döndüm. Döndüm dönmesine de oturduğum koltuğun hemen arkasında bu beyin yolculardan biri ile ayakta yapmakta olduğu sohbete kulağım kaydı. İster istemez kaydı, çünkü Fethiye bölgesine yakın bir barajdan bahsediyorlardı. Bana çok yakın olmalarına rağmen duyamıyordum ama sanki her baraj kelimesini kullandıklarında kulaklarımda ses yükseliyordu. Belli ki yolcu inşaatla ilgili bir kişiydi. Bir yandan kitabımı okumaya çalışıyordum ama hemen arkamda yapılmakta olan sohbeti duymaktan alıkoyamıyordum kendimi.

En sonunda dayanamadım, koltuğumdan kalktım ve geri dönerek onlara “Barajlardan bahsediyorsunuz, kendimi sizleri dinlemekten alamadım, benim babam da uzun yıllar baraj inşaatları yapmıştı,” dedim. Sonrada inşaat mühendisi olduğunu öğrendiğim bey “Babanızın adı nedir?” diye sordu. “Sinan Kocasinan, belki duymuşsunuzdur ismini,” dedim. Aldığım cevap beni bile şaşırttı. “Ben Sinan Kocasinan’la konuşmuş biriyim,” diye söze başladı ve benim çocukluk yıllarımda babamın yaptığı bir inşaat işi zamanı Karayolları Genel Müdürlüğü’nde çalıştığını, o zamanki şantiye şeflerimizden birinin üniversite’den arkadaşı olduğunu paylaştı. Babamın o 1970’lerin başlarında yaptığı işle ilgili olarak anlattığı hikayeler vardı. Bu mühendis bey bana babamla konuşmalarını aktarırken babamın benimle zaman zaman o döneme dair paylaştığı düşünce ve deneyimlerinin aynısı, neredeyse aynı kelimeler ile anlatması bana o an sanki babamı dinlediğim hissini verdi. O bey babama sorular sormuş. Aldığı cevaplar babamın demek ki samimi görüş ve hisleriymiş ki 20 yıl sonra 1990’larda ben o dönemi dinlerken aynı deneyimleri duymuştum.

Babamın İstanbul'da yüzde elli indirim ile aldığı bir işten bahsediyorduk. "Sinan beyin bu işine kadar bu, Türkiye'de görülmemiş bir şeydi," dedi Mühendis Bey. "Sinan Bey'e sordum, siz bu indirimle dalga mı geçiyorsunuz?" diye. Babam bildiğim cevabı veriyor "Dört skreyperim var, bir de pusher dozerim, amortismanları dolu, operatörlerimizi çıkaramam, bakmam lazım, bu iş ile 2 milyon lira olan sabit masraflarımı dörtyüzbine kadar indirebilirim, bu işi bunun için aldım." Yüzde elli indirim ile aldığı bu işin babamı çok zorladığını ve yorduğunu duymuştum. İstanbul'daki bu işi almak istemesinin bir nedeni de şantiyelerde olduğu için çok az görebildiği ailesi ile daha çok zaman geçirmekti; işin ağır şartları bizleri İstanbul'da da hasret bıraktı. Esasında babama olan hasretim ancak yıllar sonra ben kendisi ile çalışmaya başlayıp ikimiz işte beraber zaman geçirmeye başlayınca biraz azalacaktı.

Bir yandan konuşuyordum, bir yandan zihnim babamın üniversiteye girdiği 1945 yılından beri yaptığı inşaat işlerine gitti. Babamın yaşamında bahsettiğimiz kesit ise onun aşağı yukarı benim yaşlarımda olduğu yıllarıydı. Kırklarının başındayken babam Türkiye’de bilinen bir inşaat müteahhiti olmayı başarmıştı.

Babam 2004 yılının sonbaharında aramızdan ayrıldı. Ayrıldı ayrılmasına da yaşama dair kendisine sormayı istediğim bir çok soruyu cevapsız bırakarak gitti. Kendine özgü kişiliği ile hep doğru olduğuna inandıklarını yaptı. Çok çalıştı, gerçekten çok çalıştı. Kazanmak için değil yapmak ve ortaya çıkarmak için çalıştı. Dünyada yaptığımız işi hakkıyla yaparsak fark yaratabileceğimize inanıyordu belki de. Yapmak için yaratılmış bir insandı. Ölümüne kadar hiç durmadı. “Rahat diğer tarafta evladım,” derdi.

Yağmurla başlayan ama berraklaşan bu İstanbul akşamında bu çok zeki ve çok çalışkan adamı özlememek imkansız. Değeri belki tam anlaşılmayan, Türkiye’yi Türkiye yapan isimsiz kahramanlardan biriydi o. Ve bu akşamki kelimelerim duygularımı pek de iyi anlatamıyor. Olur bazen...

Her zaman içimde taşıdığım ve söyleyebileceğim bir kaç şey tabii ki var.

Çok teşekkür ederim Babacığım. Bana yüreğimin getirdiklerini yapmayı deneme gücü verdiğin için, bu imkanı yaşamını çocuklarına adayarak sağladığın için. Bana öğrettiklerini ve bıraktıklarını ne kadar doğru kullanabildiğimi bilmiyorum. İçim rahat diyemem. Ama deniyorum.

Hakkın ödenmez Babacığım. Nur içinde yat. Ruhun şad olsun.

29 Ocak 2009 Perşembe

Roma-Hatay-Tunus hattında...


Mozaikler benim hiç ilgi alanım olmadı. Ta ki son aylarda ardı ardına karşıma çıkmaya başlayana kadar.

Bundan birkaç ay önce yabancı bir hocam yaptığı mozaiklerin fotoğraflarını göndermiş. Zeugma’dan bir parçayı, ve bir de ressamını bilmediğim Napolyon’u betimleyen bir yağlıboya tabloyu mozaik olarak yeniden yorumlamış. Fotoğraflara bakarken düşünmeden edemedim, bir insanı mozaik ile bunu yapmak için iten nedir?

Beni resim yapmaya iten güçten farklı bir şey miydi bu? Yoksa benim için resim yapmak ne ise mozaikte onlara aynı hisleri mi veriyordu?


Ocak ayında İstanbul’dan Dalaman’a uçarken Türk Hava Yolları’nın Skylife dergisinde Hatay’daki mozaik müzesi hakkında bir haber vardı. Normalde belki de dikkatimi çok çekmeyecek olan bu yazıyı hemen okumaya başladım. Daha iki, üç hafta önce Aralık ayında Tunus’a yaptığım bir gezi sırasında dünyanın en büyük mozaik müzesi olarak adlandırılan Bardo Müzesi ’ni gezmiştim.

Mozaik deyince aklım yine yıllar öncesine gidiyor. İtalya’ya yaptığımız bir gezi’de programda Roma da vardı. Roma’da, Vatikan’daki St. Peter Kilisesi’ni gezerken kiliseyi gezdiren rehber bir bölümün önünde durmuş ve buradaki resmin özelliğini sormuştu. Bu kiliseyi iyi tanımıyordum, ve resmin özelliğini de bilmiyordum doğrusu. Biraz sessizlikten sonra grubun arkasında duran annem tur rehberine seslendi “O resim bir mozaik”. Buymuş demek rehberin sorduğu. Bu kilisenin içindeki resimlerin birçoğu zamanın aşındırmasına ve yıpranmalara karşı mozaikten yapılmıştı.

Beni bu mozaik resimlerden çok hemen girişte sağdaki bir bölümdeki heykel etkilemişti. Mikelanj’ın demişlerdi, Hz. İsa yetişkin halinde Hz. Meryem’in kucağında cansız bedeni ile yatarken…



Bardo Müzesi’ni gezerken grupta bulunan Türklerden bazıları Hatay Müzesi’ndeki mozaiklerin çok daha güzel olduğundan, renklerinin çok daha canlı olduğundan bahsediyorlardı.

Ben Hatay’a gitmiştim, ama Mozaik Müzesi’ne değil. 1992 yılının sonbaharında Yayladağı’nda yapılacak olan ‘Yayladağ Barajı’nın yerini görmek için gitmiştik. Hatta akşam hava karardığı için geceyi Yayladağı’ndaki bir otelde geçirmiştik. Amerika’dan döneli daha iki ay kadar olmuştu ve burası benim için oldukça farklı bir manzaraydı. Babamla bana otelin içinde tuvaleti olan ‘aile odası’ olarak adlandırılan tek odasını vermişlerdi. Ertesi sabah yola çıkmak için kalktığımızda salon bölümünde sıralı yataklarda yatanların arasından geçerek dışarı çıkmıştık. Ve araba ile kıvrıla kıvrıla giden yoldan Samandağ’ına indiğimizi hatırlıyorum.

Yayladağı’na gitmeden önce Hatay’da Devlet Su İşleri’ne uğramıştık. Bize yer ile ilgili bilgileri vermesi için mühendis bir beyi görevlendirmişlerdi. Öğle saati gelince bir yemek yemek istedik, ve Harbiye’ye gitmemizi önerdiler. Babam da yanımızda olan mühendis beyi bizimle beraber yemek yemesi için davet etti.

Hatay’da da Harbiye varmış meğer. Yemek ve mezeler gerçekten çok lezzetli ve güzeldi, hala tadı damağımda. Aklıma daha çok kalan bölüm ise hesap ödeme bölümü. Yemeğin sonlarına yaklaşmakta olduğumuz bir aşamada babamın bana gözleri ile bir işaret yaptığını gördüm, “Zeynep git içerde hesabı öde” demekti bu. Müsaade istedim ve masadan kalktım. Sözde sessizce hesabı ödeyecektim.

Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Lokanta sahibi Hatay’da misafirler hesap ödeyemez diyerek ödememi kabul etmez mi. “Aman yapmayın etmeyin, bakın babam en büyük, olmaz, hem o bey babamın davetlisi, lütfen alın hesabı” diyerek çok dil döktüm; yok. Aşırı ısrarıma dayanamayıp bu defa masaya gidip ödemeyi yapmam için Hataylı misafirimizin iznini almazlar mı… Gitti bizim sözde sessizce yapacağımız incelik. Babamın uzaktan kısmen duyabildiğim ısrar ve rica cümleleri sonrasında benden ödemeyi aldılar. Ben de utana sıkıla masadaki yerime döndüm.

Hatay’a ve Harbiye’ye tekrar gitmek nasip olmadı. Yayladağ Barajı İnşaatı’nın ihalesi girdik ama kazanamadık. O baraj da tamamlandı ve 10 yıl kadar önce hizmete girdi sanırım. Ben tekrar Hatay’a gitmek istiyorum. Bu defa hem mozaik müzesini görmek ve hem de Harbiye’de güzel bir yemek için…