İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Sinan Kocasinan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sinan Kocasinan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Şubat 2024 Pazartesi

Yaşam Bazen Teşekkür Etmeyi Hatırlatır

Yaşam bazen bizi biz yapanlara teşekkür etmek gerektiğini hatırlatır.

Babam Sinan Kocasinan'da tüm teşekkürümü hakkeden özel bir insandı.  Yaşam veda edeli 20 yıl olmak üzere.

Bir Sinan Kocasinan geçtiyse hayatınızdan ezbere yaşayamazsınız. 

Ezbere cevaplar, çoğunluğun evet dediklerine öylesine katılma şansınızı yitirmişsinizdir.  

Sormak, sorgulamak, anlamak, düşünmek, üzerine daha da düşünmek, tartmak, özellikle başkalarının hakları için daha da hassas tartmak şart oluverir.  Sinan Kocasinan ile yaşadıysanız eğer, istemeden,  fark etmeden, kendiliğinden, nefes alır verir gibi parçanız olur bunlar. 

İyi olmak, dürüst olmak, adil olmak, çalışmak, hakkıyla çalışmak, hakkını vermek, nezaket, incelik, cesaret, özgüven, tevazu, insana kıymet, herkesi kendilerinin en iyi versiyonu olmak için desteklemek, karşısındakinin cevherini keşfedip onlara en kalıcı şekilde keşfettirmeyi başarmak, çıtayı hep yukarı taşımak ama sadece elinden gelenin en iyisi yapanların bilebileceği bir tevekkülle yaşamak... Liste çok uzun. 

Onun için ise sadece yaşamaktı bu. 

24 Mart 2021 Çarşamba

Şansa Bırakmak

Amerikan Hastanesi’nde babamın ameliyatını yapan doktorumuzun odasına girdiğimizde kendisi bizi kapıya koşarak karşılamıştı.   Babamın eline ellerini uzatmış, “Sinan Bey ameliyatınızda yüz yıl yaşlandım,  daha önce yaşadıklarınızın tesadüf olduğunu düşünerek hata yapmışım,” demişti.

Rahmetli Babam Sinan Kocasinan’ın bir Aralık sabahı epidural anestezi ile bir iki saat sürmesi planlanan ameliyatı, onsekiz saat sürmüş ve üç anestezi uzmanı görev yapmıştı.  


Oldukça zor ve tehlikeli bir ameliyat yerine, babamın yaşı ve diğer sağlık şartları dikkate alındığında, kısa ve başarılı bir alternatif olduğu düşünülen farklı bir operasyon için farklı bir ameliyat odası hazırlanmıştı.    Tüm hazırlıklar aylar öncesinden düşünülmüştü.  En iyi imkanlar ile en iyi ellerdeydik.


Ancak işte tam da bu nedenle, diğer ameliyathanelerden farklı bir oda belirlendiği  için, sorunlar çıkmaya başlayınca yaşanan onsekiz saatlik koşturmaca sırasında, o odaya koşarak taşınan kan torbalarını, görev değişikliği yapan ameliyathane görevlilerini, anestezi uzmanlarını, telaşla getirilip götürülen malzemeleri bekleme holünde her aşamasında engellenemez bir kaygı ile de izlemiştik.  


Hatta ameliyatın ortalarında bir yerde, cerrahlarımız beni ameliyatın yapıldığı o odanın kapısına davet etmiş, babamın bacağını kaybedebileceğini, damarda bir sorun olduğunu ve neyi denerlerse denesinler damarı kapatmayı başaramadıklarını söylemişlerdi.  Cerrahların kana bulanmış başlık, gözlük ve kıyafetlerini hala bugünkü gibi hatırlarım.


Sonra, sonraki dokuz, on saatte ne olduysa, nasıl başardılarsa, sağolsunlar, doktorlarımız babamı ve bacağını kurtardılar.  Babamı bundan birkaç yıl sonra başka bir rahatsızlık nedeni ile kaybettik.


İşte babamın ameliyatından birkaç ay sonra, kontrol için cerrahımızın odasına girdiğimizde söyledikleri bu yaşanmışlıklardan sonraydı.  


Doktorunumuzun tesadüf olduğunu düşünmemeliydim, dediği olayların bir kısmı babamın Amerika’da, bu ameliyatından onüç yıl önce, geçirdiği by-pass ameliyatına dairdi.  


Rahmetli babam sadece anjiyo olmak için gittiği Amerika’daki hastanede, çok acil durumu nedeni ile by-pass ameliyatına alınmış, daha yoğun bakımda uyandırılamadan oluşan komplikasyon nedeni ile ikinci bir açık kalp ameliyatına alınmış, bu yetmemiş gibi diyaframında oluşan bir sorun nedeni ile normal nefes alması sağlanamadığı için bir aydan uzun bir süre uyutulması gerekmişti.  Ve tüm bunlar olurken vücudunun verdiği reaksiyon ve ilaçlar nedeni ile midesinde bir ülser oluşmuş ve yine henüz uyandırılmadan üçüncü defa, bu defa bir mide ameliyatına alınmıştı.


Hastanenin yapılan tüm işlemleri kalem kalem gösteren birkaç klasörlük faturası da hala gözümün önündedir. Onüç yıl sonra bu defa farklı bir şekilde gözlerimle gördüğüm telaşı, 1989 yılında yaşanan kritik anları Babamın Amerika’daki ameliyatının faturalarsındaki malzeme ve işlemler giderlerinin rakamlarında, fatura satırlarında hissedebilir, görebilirsiniz.


*


Babamı sık hatırlarım ama Babamın bu ameliyatları doğrusu çok uzun zamandır aklarıma gelmemişti.  Birinin üzerinden otuziki yıl, diğerinin üzerinden ondokuz yıl geçmiş.


Bu sabah hatırlamama neden olan şey bir eposta postaydı.  Ve bu epostanın Babamla ya da sağlıkla hiç ama hiç ilgisi yoktu.


Birçoğunuzun bildiği gibi Uluslararası Lions Kulüpleri’nin Türkiye’deki çalışmalarında farklı alanlarda görev aldım ve alıyorum.  İşte bu defa, üzerinde çalışmakta olduğumuz bir organizasyon için hazırlıklarımızı yaparken benim tedbir olarak önerdiğim bir yaklaşım için değerli dostlarımızdan bir not gelmişti. Haksız da sayılmazlardı ama onlara kalbimde geçenleri ve kendimi zaman zaman biraz da olsa izah etmeye gayret etmekle birlikte yaşamın bana sunduğu imtihanları tahmin etmelerini beklemek gerçekçi olmazdı.


O notu okurken neden çok tedbir alma ihtiyacım olduğunu, aksaklıkları neden belki diğer arkadaşlarıma göre biraz daha fazla ve daha teferruatlı düşündüğümü tekrar aklımdan geçirirken, ki bunu zaman zaman düşünürüm, birden aklıma babamın bu iki ameliyatı geldi.   Doktorları da şaşırtarak ama sırasında ve sonrasında büyük zorluklar yaşayarak atlattığı ameliyatları.  Esasında başka örnekler de aklıma gelebilirdi ama sanki zihnimin içinde oynayan iki kısa film gibi bunlar belirdi.


Beni tanıyanların ve birlikte görev yapanların bildiği gibi, bazen çok detaycı olarak tarif edilen, zaman zaman gereksiz detaycılık ve fazla tedbirli olmak olarak da adlandırılabilen bir yönüm var.  Böyle mi doğdum bilmiyorum ama bu yaşamın bana sunduğu yolun ve bu yaşamın imtihanlarının bunda etkisi olduğunu söyleyebilirim.


Yine beni tanıyanlar bilir, benim çalışmalarım, işlerim esasında genelde iyi sonuçlar verir. Yani şansın yanımda olduğunu söyleyenler de çok olmuştur.  Ancak, şansın, Tanrı’nın çoğu zaman yanımda olduğunu düşünenlerin genelde bilmediği ve benimle uzun süreli olarak çalışacaklara açık yüreklilik ile izah ettiğim bir durum da vardır.  Örneğin bir sınavda bin sayfalık bir kitaptaki konular ele alınacak ise, ve ben kitabın 999 sayfasını çalışıp bir sayfasını atlamış isem, öğretmenimiz o gün o sayfadan tek bir soru ile sınav yapmaya karar verebilir.  



Liseyi birincilik ile bitirdiğimi yine birçoğunuz biliyorsunuz.  Öğrencilikte bunu o kadar çok defa yaşadım ki herşeyi çalışmanın benim için gerekli olduğunu keşfettim.  Yaşam bana kısmi hazırlıklar ile ilerleme yolunu ısrarla kapatıyordu.  Ortaokul ve liseyi birincilikle bitirdim ama ne zaman bir konu için önemli değil desem, sözlü ya da yazılı sınavlarda öğretmenlerim bana o soruyu sordular.  O kadar kesin, o kadar aynı şekilde tekrar eden bir durum oldu ki, bununla savaşmayı bıraktım ve derslerimin hiçbirini ayırmadan, hepsini çok çalışmayı seçtim. Okul derecelerim de bu nedenledir bence.  Yani çok hızlı öğrendiğimi, çok hızlı anladığımı söyleyemem. Yaşam yolu başka alternatif bırakmadığı için adeta.


Ve işte bu yaşam yolu, ya da bu yaşamda öğrenmem için bana sunulan ders, hep bu şekilde oldu.  O nedenle, her zaman çok tebdirli oldum.  En azından denedim.  İş hayatında da, özel yaşamımda da. Aksaklıklar yaşamamak, önceden planlayarak ve oluşabilecek aksaklıkları öngörmeye çalışarak oldu.


Sonraki yıllarda kalbimin sesini dinleyerek bu tedbirleri almaya çalıştım.  Tedbirden vazgeçmek değil ama iç sesimin bana hatırlattığı tedbirleri almaya gayret ettim.  


Bir şeyin rast gitmesi için bazen bizim insani gayretimizden öte, o şeyin gerçekleşmesine yaşamın izin vermesi gerektiğini de gördüm.  O nedenle de, yaşamımının belki son yirmi yılında, hiçbir şeye mutlaka olması gereken şey olarak bakmadım.  Eğer yapılması doğru geliyor ise o yola çıktım.  Benim için ya da herhangi bir sonuç için değil, bu yaşamda bu işin yapılması bütün için doğru mu, diye sormaya gayret ettim. Bu, bazen, benim istediğim şeyler için evet yanıtını verdi, bazen doğru olanı yapmak için kendi isteklerimden vazgeçmemi gerektirdi.


İşte yine bu yolda, bazen içime, çoğu kişiye gereksiz ve anlamsız gelen tedbirleri almak da doğdu.  Başkaları için gerçekten fuzuli gelebilecek bu tedbirleri almayı seçtiğim için çok teşekkür de aldım.  


Dostlarıma şunu da paylaşırım.  Önerdiğim, aldığım tedbirlere genelde hiç ihtiyaç olmaz. Yani benim işlerim genelde rast gider, sorunlar oluşsa bile bir çözüm de gelir ama bu ancak ve ancak yaşama kafa tutmadığımda olur.  Ben aklımın erebildiği, kalbimin hatırlatabildiği tedbirlerin tamamını aldığımda genelde işlerim akar ve o tedbirlere gerek olmaz.  Ancak,  aklıma gelenler için tedbir almadığımda, aklıma gelen uyarıları yok saydığımda, o konu, sanki aksiyom gibi mutlaka karşıma çıkar.


*


İşte bu sabah, yakında tamamlayacağım 51. yaşımdan geriye dönüp bakarken yaşama ve şansa dair çok şey geçiyor aklımdan.  Şükrediyorum, çok şanslı bir insan olarak yaşamışım.   Bu şansın belki hakkını çalışarak vermem gerekti ama bunu bu yaşamdaki imtihanım olarak severek ve mutlulukla kabul ediyorum.  Tabii, benimle birlikte çalışanlar bu imtihanın parçası olmaktan ne kadar mutlu ve şanslı, eh bu da onların kader yolunun bir cilvesi olmuş olabilir. 


Sevgi dolu olsun günleriniz. Ve yaşam, üstesinden gelebileceğimiz, bizi yıkmadan aşabileceğimiz ve zorluklar getirse bile iyi ki yaşadım diyebileceğimiz maceralarla dolu olsun.  Ve Tanrı ve şans her zaman yanınızda olsun.


25 Ocak 2021 Pazartesi

Yaşamın Tesadüfleri Hikayelerle Bizi Tamamladığında



1950’lerin İstanbul’una dair bildiklerim daha çok babamın fırsat oldukça anlattılarına dairdi.
  Esasında İstanbul’un 1945 ile 1951 yılları arasındaki dönemi hakkında anlattıklarına.


İstanbul’daki yaşama dair öğrendiklerim, özellikle 1945 yılında babamın İstanbul Teknik Üniversitesi’nin, Gümüşsuyu’ndaki binasında inşaat mühendisliği okumaya başlamasıyla başlıyordu.  


Aslında babam, annesi tarafından kısmen Afyon’lu olan kendi ailesinin Kurtuluş Savaşı başlarken İstanbul’dan fark edilmeden ayrılma hikayelerinden bahsederken de İstanbul’u biraz anlatmıştı.  


O yıllarda Beşiktaş Akaretler’de bir evde oturan ailesinin, asker olan babası, yani Dedem Yusuf İzzettin ile birlikte, İstanbul’dan Kurtuluş Savaşı’na katılmak için nasıl hazırlandılarını, annesinin evdeki eşyaları farkettirmeden yavaş yavaş satması ile Anadolu’ya kaçışlarını.


*


Babam öldüğünde 34 yaşındaydım.  Genç denilemeyecek bir yaş belki. Bununla birlikte, benim ortaokul, lise yıllarımda babamın şantiyelerde olduğu dönemler, benim üniversite için Amerika’da olduğum yıllar, sonrasında birlikte çalıştığımız 12 yıl boyunca o zamanlar çok şey öğrendiğimi hissettiren ama babamın kişisel tarihine dair aslında ne kadar az soru sorduğumu farkettiren dönemler.  Çocukken, belki tüm çocuklara özgü bir merakla, sonu gelmeyen sorular yaşamımın parçasıyken, sorularımı sesli olarak sormaya nedense oldukça ara vermiştim.  


Belki babamla yaşarken babama benzeyerek gözleyerek keşfetmeyi seçmiştim. Şimdiki aklım olsaydı, babama çok daha fazla şey sorardım.  Esasında babamın vefatından birkaç ay önce, bugünlerde tekrar bir atölyesine katılmakta olduğum yazar Mario Levi ile bir kursu yeni tamamlamış ve sonunda babamın hayat hikayesini yazmaya karar vermiştim.  Beni muazzam heyecanlandıran ve yeniden yaşamaya başlamışım kadar mutlu eden haberi, yazı ile ilgili sürecimi paylaştığım bir arkadaşıma Ortaköy Camii’nin hemen yanıbaşındaki bir kafenin dışarıdaki bir masasında öğle yemeğimizi yerken müjdelediğimi hatırlıyorum.  


Belki o nedenle, babamın 2004 yılının Eylül ayındaki vefatından sonra bir süre yazı ile ne yapmak istediğime karar veremedim.   Birkaç yıl da yazmadığımı söyleyebilirim.  O günlerde bireysel yaşamında da birçok değişim oluyordu.  Fethiyeli olma sürecim başlıyordu.  2004 ile 2007 arasındaki yıllar birçok yeni başlangıca vesile olacaktı.


*


2004 yılında Mario Levi ile yaptığımız grup çalışmasının sonunda, babamdan yola çıkarak uzun bir hikayeyi kaleme almaya cesaretlenmişken, o günlerden bugüne roman ya da hikaye değil ama sayıları 700, 800’ü bulan Türkçe ve İngilizce yazılar yazdım. Yazdıklarımın bir kısmını altı Türkçe, iki İngilizce kitapla paylaşmam da mümkün oldu.  Ama 2004 yılının Haziran ayında Ortaköy’de kendine göre hayatındaki en önemli kararlardan birini paylaşan ve bunun heyecanı ile adeta hoplayıp zıplayarak yürüyen Zeynep ile babası ile aynı yılın Eylül ayında vedalaşmak zorunda kalacak olan Zeynep’in düşünüş ve his dünyasında çok büyük farklar olacaktı.


Kitap okumayı, edebiyatı hikayelerle sevdim.  İlkokul’dan başlayarak, ortaokul ve lisede alevlenerek büyüyen tutkunluğum beni bitmeyen bir iştahla hikaye ve özellikle roman okumaya itti.  Çalışkan bir öğrenciydim ve dersler dışında özellikle ortaokulda en büyük tutkum okumaktı.  Bazen haftasonu bitiremediğim bir kitabı teneffüslerde okuyup bitirmek isterdim.  Hikayelerin içinde kaybolmak, yeni dünyaları keşfetmek muazzam bir duyguydu.


*


Roman okumayı bu kadar severken, babamın hikayesi ile olan iç mücadelem nedeni ile romanla arama bir mesafe koyduğumu yıllar sonra fark ettim.  Aradan geçen 16, 17 yılda onlarca farklı konuda yüzlerce kitap okudum ama okuduğum roman sayısı bunların çok küçük bir kısmıydı.  O süreçte belki çocukluğumdaki heyecan ile okuduğum bir roman, Louise de Bernier’in bir mübadele hikayesi olan “Kanatsız Kuşları”ydı.  Bu romanı ve kendisinin diğer kitaplarını okumaya iten şey Fethiye’de düzenlenen kültür sanat günlerinde kendisinin tercümanlığını yapacak olmamdı.  


Esasında oldukça ünlü olan bu yazarın “Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini” kitabından uyarlanan, başrollerini Nicholas Cage ve Penelope Cruz’un oynadığı “Corelli’nin Mandolini” filmini seyretmiştim ama kitabı okumamıştım.  Louise de Bernier’in tercümanı olacak isem, ne yazdığını bilmem, onu tanımam gerekiyordu. Yani, en azından ben böyle düşünmüştüm. 


O nedenle, hızla Fethiye’deki bir kitapçıdan satın aldığım Türkçe kitaplarını ortaokul, lise yıllarındaki gibi bir iştahla okurken, İngilizce kitaplarını da Amazon’dan sipariş etmiştim.  Kendi dilindeki ifade şeklini de anlamak istiyordum. 2011 Mayıs ayının ilk günlerde, farklı toplantı ve oturumlarda kendisinin tercümanlığını yapmış olmak hayatındaki en güzel, en ilham verici günlerden oldu.   


Bu nedenle, Fethiye Kültür Sanat Günleri organizasyon komitesine, Fethiye’ye çok uzun zaman teşekkür ettiğimi hatırlıyorum.  Esasında, geriye dönüp bakınca, 2005 yılı ile başlayan Fethiye maceram beni belki İstanbul’un göbeğinde nedense ulaşamadığım insanlar, imkanlar ve fırsatlarla bir araya getirdi.  Gökyüzünden, muhtemelen yamaç paraşütü ile Babadağ’dan sahile uçuş yaparken çekilmiş Ölüdeniz fotoğrafları ile Türkiye’nin turizmdeki yüzü olan Fethiye, beni de, yıllar içinde, öngörülemez şekilde dünya ile buluşturacaktı.


*


Roman konusuna geri dönersek, belki o rüzgar ile okuduğum Louise de Bernier romanları dışında, babamın ölümünden sonraki 16, 17 yıllık dönemde, okuduğum Ayn Rand romanları bana tekrar o tadı vermişti.   Sayabileceğim, beni gerçekten heyecanlandıran belki beş, on roman daha var ama diğer okuduğum romanlarla aramdaki, varlığının nedenini sonradan anlamaya başladığım, görülmez bir duvarı, o günlerde tam aşamadığımı söyleyebilirim.   Babamın vefatından sonraki yıllar, hayatımdaki ilk defa bir romanı yarım bırakmanın ne olduğunu da öğrendiğim yıllar oldu.  İstanbul ve Fethiye’deki kütüphanelerimde alınmış ve okunmamış kitapların ağırlığının romanlar olduğunu görmek enteresandı.  Ve sorun romanlarda değil muhtemelen bendeydi.


*


1950’lerin İstanbul’undan bahsediyorduk. 


Rahmetli Babamın, gençliğinin İstanbul’una dair anlattığı anılarının büyük bir çoğunluğunun geçtiği yerler, inşaat mühendisliği okuduğu üniversitesinin çevresi olan Taksim, Beyoğlu, Dolmabahçe’ydi.   Arada buna Moda ve Boğaziçi eklenirdi.  Yıllar sonra babam, evlenip bu defa İstanbul’da, bugünlerde Swissotel’in olduğu, Dolmabahçe Sarayı’nın arkasındaki tepede, Akaretler ile Maçka arasındaki bölgede annemle birlikte yaşamaya başlamıştı. Ben ve ağabeyim, o mahalledeki ilk evlerinde değil, bir yıl kadar sonra taşındıkları bir kaç sokak alttaki, Vişnezade Camii’nin karşısındaki Tan Apartmanı’ndaki, otuz yıla yakın zaman geçirdiğimiz ikinci evimizde otururken doğacaktık.


Babam üniversiteye başlarken İstanbul’a geldiğinde, önce İstiklal Caddesi’nde Rum bir hanımın işlettiği misafirhanede kaldığını, sonra üniversitenin yatakhanesine geçtiğini anlatmıştı.  Babasının asker olması nedeni ile çocukluğu ve gençliği farklı şehirlerde geçen babam, Eskişehir Lisesi’nden mezun olmuş ve 1945 yılının sonbaharında İstanbul Teknik Üniversitesi’nin sınavlarını kazanarak mühendislik okumaya başlamıştı. 


Yazılarımda babamdan sık bahsettiğimi birçoğunuz biliyorsunuz. Bunda yaşamımda çok büyük katkısı olmasının etkisi var.  Bununla birlikte, bugün geriye dönüp baktığımda, 2004 yılının Haziran ayında kendimce karar verdiğim, hatta babama “Babacığım ben Mario Levi ile kursumu bitirdim, sizin hayat hikayenizi yazmak istiyorum,” dediğim günlerin ve onun tanıyanların bildiği kendine özel, gözlerinde bir ışıltı ile paylaştığı mutluluk ve onaylama gülümsemesi ile yanıt verdiği günün de etkisi var.  Kendime ya da ona verdiğim bir sözü, o güne kadar onun yaşamını yeterince öğrenmeyi ertelediğim ya da başaramamış olduğum için gerçekleştirememiş olmanın etkisi.


*


İşte, yıllar sonra, yaşamda bazen olduğu gibi, yaşam, olaylar, bazı kördüğümleri beklemediğimiz anlarda kendiliğinden açabiliyor.  Bunu sadece yaşamın bir hediyesi olarak görmek mümkün olmakla birlikte, yaşamın işaretlerini, içimizdeki uyandırdığı hislerin izini takip etmenin hediyesi olarak da görebiliriz.


2021 yılının bana böyle bir hediyesi de, 5 Ocak günü Twitter’da gördüğüm bir haber ile başladı. İstanbul Modern’in ev sahipliğinde Mario Levi ile bir hikaye ve roman atölyesi başlayacaktı.  Zihnim bir anda Mario Levi ile Nişantaşı’da katıldığım yazıda yaratıcılık atölyesine gitti. O günden bugüne yaşamımda çok hızlı bir yolculuk yapmış, zihnimde bunlar olurken hemen bu atölyeye kayıt olmuştum.  Esasında bunları yaparken az önce bahsettiğim bir çok şeyin farkında değildim ya da Twitter’da okuduğum o kısa duyuru ile inanılmaz bir hızla farkına varıyordum.


Tüm bunlar olurken, esasında eş zamanlı olarak, sonradan benim için farklı bir başlangıca vesile olacak başka bir şey oluyordu.  Mario Levi ile hikaye ve roman atölyesine kayıt olmadan takriben bir buçuk saat kadar önce. 


Pandemi nedeni ile annemin evinde geçirdiğim günlerin her günkü parçası olduğu gibi binamızın apartman görevlisi sabah alışverişlerini getirmeden az önce, bir eposta göndermiştim.  Çanakkale’de yaşayan ve sivil toplum çalışmaları sayesinde tanıdığım Öznur Doğangün’e.  


Özetle, bir iki yıldır birlikte ortak çalışmalarda görev yaptığımız Öznur Hanım’ın üyesi olduğu Çanakkale Lions Kulübü’nün bağlı olduğu Lions Federasyonu’nda bir kitap kulübü vardı.  Pandemi nedeni ile sanal toplantılarla buluşuyorlar ve paylaşımlarını internette görüyordum. Esasında Öznur Hanım sanırım bu kitap kulübünden sohbetlerimizden birinde de bahsetmişti ama gerçekten farkına varmam sosyal medyada gördüğüm kitap kulübü paylaşımlarıyla olmuştu.  


İşte o 5 Ocak sabahı, annemin evindeki kütüphane bana ait olan kitaplara bakarken iki kitap gözüme çarpmış ve bu kitapları Öznur Hanım’ın Lions Kitap Kulübü’ne tasviye etmek aklıma gelmişti. 


Viktor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” ve Rollo May’in “Yaratma Cesareti”.  Esasında Öznur Hanım’a eposta yazarken niyetim, sadece ilgilerini çekebileceği düşüncesi ile bu iki kitabı onlara önermekti.  Bununla birlikte, epostayı yazarken, epostanın sonuna geldiğimde, kendimi “Acaba ben de kitap kulübünüze katılabilir miyim,” diye sorarken buldum.  Epostanın sonunda,  kişisel paylaşımların yapıldı bu gibi gruplarda grubun oluşan bağları ile bazen dışarıya açılmasının uygun olmayabileceğini hissederek,  uygun olmazsa bana hayır demekten çekinmemesini belirtmek ihtiyacı da hissetmiştim.


Öznur Hanım’dan, epostayı geç farketmesi ile iki gün sonra gelen yanıt, ilk epostayı yazdıktan hemen sonra hikaye ve romanların dünyasına tekrar yakınlaşmak kararı ile attığım adımla daha da mutluluk verici olmuştu.  Kulübün grubuna beni dahil etmeleri ile birlikte konuşacağımız ilk kitabın bilgisi de bana ulaşıyordu.  Osman Balcıgil’in “En Hüzünlü Eylül”ü. 


Kitabın kargo ile elime ulaşması birkaç gün alacak ve kitabın kapağındaki yazıları okumam ile birlikte benim için Türkiye’nin, İstanbul’un ve babamın yaşamına dair bir yolculuk başlayacaktı.  Kitabı okumayı bitirdiğim 23 Ocak akşamına kadar, bu hüzünlü ve ağır hikayenin, yaşamımda sadece bir dönemi daha iyi keşfettirmekten ve buna bağlı birçok şeyi daha derinden sorgulatmaya başlamaktan çok öte, edebiyat ve roman ile bağlantımda sanki geçmişle geleceği birleştiren enteresan bir köprü görevi görecek olmasıydı.



Romanda geçen tarihlerde takriben babamla akran olan karakterler Suzan ve Yorgo’nun yaşamlarını okurken seyretmek, babam ile daha önce kurduklarımdan farklı bir bağ kurmamı, adeta onunla benzerini daha önce hissetmediğim şekilde, yokluğunda birlikte zaman geçirmemi ve sanki bu sayede, biraz küstüğümü fark ettiğim hikayeler ile barışmamı sağlıyordu.


5 Ocak gününden sonra iki kitap okudum.  Biri Osman Balcıgil’in “En Hüzünlü Eylül”ü.  Diğeri de, Mario Levi’nin verdiği bir ödev nedeni ile Gabriel Garcia Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık”ı.  Osman Balcıgil ile 1950’lerin İstanbul’unda babam ile gezinirken, Marquez ile de esasında çocukluğum ve edebiyata olan tutkumla buluşuyordum.  Çünkü Nobel Ödüllü ünlü Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in bu çok bilinen kitabı, 1984 yılında bir ortaokul öğrencisi olarak karşıma çıkmış ve edebiyata aşık olmamı sağlayan ve bitmesine katlanamadığım için son iki sayfasını 37 yıl boyunca okumadığım tek kitap olmuştu.


10 Ocak 2021 Pazar

Ahtapotun Hikayesi Bugün Ne Diyor?

İnşaat mühendisi olan ve müteahhitlik yapan rahmetli babamın ömrünün büyük bölümü, evlendikten, çocuk sahibi olduktan sonra da, şehir dışında, şantiyelerde, farklı şehirlerde geçmişti.


Çocukluğumda babamın İstanbul’da olduğu günler benim için belki de o nedenle her zaman çok değerliydi.  İşleri nedeni ile Pazar günlerini ofiste çalışarak geçirmek zorunda kaldığı da çok olurdu.  Babamla zaman geçirebilmek aile yaşamının doğal bir parçası olmaktan çok, bana her zaman hediye gibi geldi.  Ve doğrusu, ömrüm boyunca hiçbir zaman da babam tarafından ihmal edilmiş hissetmedim.  Babam bana, yaşamda sevgiyi hissetmek için, birilerinin yaşamlarına dokunmak ve fark yaratmak için verilen zamanın miktarından çok, o zamanı nasıl yaşadığınızın ve paylaştığınızın kat kat daha önemli olduğunu kendi yaşamı ile öğretti.  


Hiç bir zaman geç saatlere kadar uyuyan bir çocuk olmamıştım. Doğrusu tüm ailemiz öyleydi. Ne annem, ne babam, ne de ağabeyim sabahları geç uyanırlardı.  Ailecek erkenciydik.  Hatta Pazar günleri, iki kardeş olarak erken uyanmaya belki daha da çok dikkat ederdik, çünkü apartman görevlimiz Pazar sabahları gazeteler ile birlikte Milliyet Çocuk Dergisini de kapımıza bırakırdı. Erken uyanıp dergiyi kapıdan almayı başaran ilk okuyan olacak demekti.  


*


Ama, kimi şanslı Pazar günlerinde, sabahın henüz aydınlanmadığı saatlerde babam beni uyandırır ve hazırlanmamı söylerdi. Heyecanla yataktan fırlar ve hızla giyinirdim.


O günler babam ile balık haline giderek balık ihalelerini seyredeceğimiz anlamına gelirdi.  Ve, belki de sonrasında, oradaki balıkçılardan birinden biraz öncesinde ihaleden satın aldığı balıklardan bazılarını alacağımız anlamına. 


Babamın beni uyandırdığı anda beni sarmaya başlayan heyecan, babamın büyük Amerikan arabasının arka koltuğuna oturup kemerimi bağladığımda sanki daha da kuvvetlenir, araba hale doğru ilerlerken, karanlıkta, arabanın camından o yaştaki bir çocuğun görmesi pek mümkün olmayacak bir İstanbul manzarasını merakla seyrederdim.  Hale gidiş yolculuğu sırasında konuşur muyduk yoksa arabanın kartuş çalan teybinden müzik mi dinlerdik çok hatırlamıyorum ama dönüş yolculuklarımızda balık halinde gördüklerimi, merak ettiklerimi heyecanla babama anlattığımı hatırlıyorum.  



İlkokuldaki bir çocuk için, gün doğmadan balık halinde gördüklerim, çeşit çeşit balıklar, balıkçıların yüzleri, telaşla koşuşturanlar, sakince etrafı seyredenler, sesler, bağrışmalar, renkler ve belki de daha çok kokular okumaktan hoşlandığım hikaye kitaplarının birinin içinde olduğum hissini verirdi.  Meraklı bir çocuk için verilebilecek daha büyük bir hediye yoktu belki de.


*


Babam gerçekten çok iyi bir öğretmendi.  Ve onu iyi bir öğretmen yapan özelliklerinden biri gözlemlemenize ve deneyimlemenize izin vermesiydi.  Öğretir ama daha çok sorgulatırdı.  Kendisi izler ve izlerken izlemeyi, izlerken fark etmeyi öğretirdi.  


O günlerde bunları bir çocuk olarak gözlemliyordum. Sonradan o günlere geri dönüp bakınca, bir kız çocuğu olarak beni kalıpların ve olağan denilebilecek deneyimlerin dışında bir şeylerle tanıştırmak, farklı bir yerlere taşımak için çalıştığını da görüyorum.  Babamla aramızda 43 yaş fark vardı.  Yani muhtemelen o günlerde, ben yedi, sekiz yaşlarındayken, babam da benim bugünkü yaşlarımda olmalıydı. 


Babamın o günlerin normallerine göre yaşlı denilebilecek bir baba olmasının aslında hayatımda ne kadar olumlu etkileri olacağının muhtemelen o da o günlerde farklında değildi.  Doğrusu, her zaman çok enerjik, çok çalışkan, çok azimli olan babam, yaşamının deneyimlerini, beni kuvvetlendirmek, yüreklendirmek, yaşam için heveslendirmek ve en önemlisi beni kendi yolumu açmayı öğrenmem için teşvik ederek aktarmaya çalışacaktı. 


O nedenle, çoğu zaman kolaylaştıran değil zorlaştıran, kolay beğenen değil, tam tersine en iyisini yapmamı bekleyen ve isteyen, çıtayı hep yükselten ama bir o kadar da sonuçtan bağımsız olarak samimi gayreti takdir ederek bunu yapan bir baba olacaktı.  


Babamın kıymetini bilenler için bir sihirli gücü de, karışısındaki insanın potansiyelini fark edip o kişinin o potansiyelini fark ettirip kullanmasını sağlamak için çalışmasıydı.  Sadece evlatları ya da yakınları için değil, arkadaşları, iş arkadaşları ve çalışanları için de bunu yapardı.  Siz kendinizden vazgeçseniz bile o sizden, sizde gördüğü potansiyelden vazgeçmezdi.  Tabii, kendi sınırlarımızı zorlamak her zaman o kadar da kolay değildi.


*


İşte, sabahın karanlığında İstanbul balık haline yapılan o yolculukların geri dönüşlerinde artık gün ağarmaya başlamış olurdu. Yolcuğunun o anına kadar merak ve heyecan ile çok konuşamayan Zeynep, babasına gördüğünü onlarca şey ile ilgili sorular sorumaya başlar, sorduğu her soruya yanıt alabiliyor olmasının esasında çok özel bir şey olduğunu yıllar sonra fark edecek olmasının dışında, mutluluk ve yine farklı bir heyecanla arabanın bagajında onlarla birlikte eve dönmekte olan farklı balıkları ve çoğu zaman ayrıca karidesleri babası ile birlikte mutfakta nasıl temizleyeceklerini, babasının ona balıkların hazırlanmasında neleri yaptıracağını merak etmeye başlardı.


Babam balık yemeyi çok severdi.  Hatta yakınında bir dere, deniz olan şantiyelerde, babamın sabah kahvaltısında bile balık yediğini söylemişlerdi.  Sonralarda, ben Japonya’ya gitmeye başladıkça, ben de Japonya’da sabah kahvaltılarında buharda pirinç ve miso çorbası ile balık yemeye başlayacaktım ama aradan otuz yıla yakın zaman geçmesi gerekecekti.


Çocukluğumuzda ağabeyim ve ben, balık yemeyi sevsek de, diğer deniz ürünlerini, karides, midye ve kalamar yemeyi belki daha da çok severdik. Bu listeye daha özel vesilelerle yengeç, ıstakoz ya da kerevit de eklenebiliyordu. Sadece ailecek ahtapot yediğimizi hiç hatırlamıyorum.  Annemin ahtapot yemeyi hiç sevmediğini hatırlıyorum.  Bununla birlikte özellikle ahtapot ızgara yemek için plan yapan arkadaşlarım vardır ama açıkçası benim de pek sevmediğim ve zorda kalmadıkça yemeyi pek seçmediğim bir şey olmuştur ahtapot.  Seçerek hiç sipariş etmedim sanıyorum ve ikram edildiğinde de ikram edeni kırmamak için yemeye çalışmışımdır.


*


Bugün, tüm bunlar aklıma geldi.  İstanbul’da evde otururken.  


Bir arkadaşımın tavsiyesi ile, Netflix’te, dokümanter bir film olan “My Octopus Teacher- Benim Ahtapot Öğretmenim” ya da filmin adının Türkçe tercümelerinde kullanıldığını gördüğüm şekli ile “Ahtapottan Öğrendiklerim”i seyrederken.  



2020 yılının Eylül ayında gösterime giren filmi seyrederken zaman zaman gözlerimden yaşların süzüldüğünü de hissettim.  Kalbime, ruhuma, ruhumun farkında olmadığım ya da varlığını bilmediğim farklı köşelerine dokundu bu film.  Seyrederken babam aklıma geldi.  O seyretse neler düşünürdü, diye aklımdan geçti. 

Ve bugünden sonra, benim denize bakışım aynı kalacak mı?  


Arnavutköy sahilde, Bebek’e ya da Kuruçeşme’ye doğru yürürken ve denize bakarken o dünyaya bakışım ve merakımda neler değişiyor olacak?   Hiç dalmamış olsam da yüzmeyi ve mümkün olsa içinde saatlerce kalmayı sevdiğim denize bakışım nasıl farklılaşacak? Ve belki Türkiye’nin sahillerinde deniz ile buluşmayı Dünya’nın heryerinden daha çok sevdiğimi düşünürken, filmde seyrettiğim Güney Afrika sahillerinin görüntüsü ile farklı denizleri keşfetmek için içimde uyanan bu yeni merak ile neler yapıyor olacağım?



Ruhumuza dokunan kitaplar, şarkılar, resimler ya da filmler bazen bizi bir anda tahmin edilemez şekilde etkileyebiliyor.  Ve bu şekilde etkilenebilmek ve meraklanabilmek, içimde o 1970’li yıllarda İstanbul’da sabahın karanlığında babası ile balık haline giden kız çocuğunun heyecanı ve keşfetme arzusu ile buluşmamı sağlıyor.


Sizlere de, bu filmi fırsat yaratıp seyredin, derim.   2020 yılının ruhumuzdaki etkileri, 2021 yılının ilk on gününün bile getirdiği ağırlık karşısında, adeta ayrı bir dünyaya ışınlanmak size de iyi gelebilir. 


Keyifli keşifleriniz bol olsun.


Yürekten sevgilerimle.

17 Eylül 2020 Perşembe

Teşekkürler Sinan Kocasinan...

Bugün babamın bu yaşam ile vedalaşma günü.

Ne çok şey borçluyum bu güzel insana.

Doğrularından vazgeçmemeyi seçebilme cesareti ile yaşayan Güzel Adam iyi ki doğmuşsunuz. 
İyi ki babam olmuşsunuz.

Üzüntü değil belki özlem var ama daha çok sonsuz bir teşekkür bugün kalbimdeki.

Bu yaşamda yürüdüğü yola büyük saygı ile...

15 Temmuz 2020 Çarşamba

Biraz Yemek, Biraz Ter, Biraz Toz, Biraz Mutluluk




Bugün bir süredir yapmadığım kadar çok yemek yaptım.  Kahvaltı etmeden başladığım yeni günde yapacağım yemekleri tamamlarken, aç karnına yaptığım yemeklerin daha mi iyi olduğu gibi bir düşünce geçti aklımdan.  Açken yaptığım yemeklere acaba daha çok mu özeniyordum?

Sonra aklım başka bir konuya ve zamana gitti. Biraz ilgili, biraz ilgisiz.

1992 yılında, işe başladığım ilk ay, birlikte çalışmaya başladığım babam bana işe dair çok şey anlatmıştı. Mühendislik konularından ziyade genel düzene, işleyişe dair bir çok detayı ardı ardına paylaşıyordu.  

Bu kadar çok bilgiyi esasında nasıl bu kadar hızlı öğrenebileceğimi varsaymış olabilir, bunu şimdi biraz garipsiyorum ama devamlı paylaşıyordu.  Yıllar içerisinde, bir insanın yapabileceklerimize inanması ve güvenmesinin ne kadar sihirli bir duygu olduğunu babamla çalışarak, bir kere daha, öğrenecektim.   Yapabileceğimize inanılması sanki yapabilmemizi mümkün kılıyordu.

Bir kere daha diyorum, çünkü şanslı bir çocuk olarak okuduğum devlet ilkokulundan, özel ortaokul ve liseye, karşılaştığım neredeyse tüm öğretmenler, kurumlar, hayatıma dokunan neredeyse herkes beni desteklemek, öğretmek, geliştirmek, yaşam yolumu açmak için çalışmışlar, ya da en azından bana böyle hissettirmeyi başarmışlardı.

İşe başladığım o günlerde Amerika’dan yeni dönmüş bir mühendis olarak, doğrusu ben de işten ve öğrenmekten korkmuyordum.  Okuduğum üniversite bizi çok çalışmaya alıştırmıştı.  Üsküdar Amerika Kız Lisesi’ndeki yıllarımız da öğrenci olmayı önemsediğimiz ve bunu gereğini yerine getirmeyi ciddiye aldığımız yıllardı. Öğrenmeyi sevmek öğretilmişti bize ve bunu biz de severek kabul etmiştik.

Sonrasındaki Amerika’daki üniversite ortamı bunu desteklemiş ve bir yandan da bizden beklenenler açısından, biraz da bir üniversite ortamı olması nedeni ile, hatta çıtayı oldukça yükseltmişti.  

Genelde lise eğitimi bizim Türkiye’deki lise müfredatımıza göre daha kolay olan Amerikalı öğrencilerin bir çoğu, ilk defa sıkı bir okul ortamı ile üniversitede karşılaşıyorlar ve taze bir heves ile çok başarılı şekilde çalışıyorlardı.  Üniversiteler de bunu teşvik ediyor ve destekliyorlardı. Amerika’da belki binlerce üniversite olduğu için genelleme yapmak doğru olmayabilir ama gözlemleyebildiğim üniversite ortamı bunu hissettiriyordu.

Ne diyordum, 1992 yılında, çalışmaya başladığım bu ilk haftalardan birinde, bir şantiyeye gitmek için İstanbul’dan Adıyaman’a yaptığımız bir uzun yolcukta, babam şantiyelerdeki günlük düzenden bahsetmişti biraz.   Kurallarından bir tanesi enteresan gelmişti.  Sonraki yıllarda kimi şantiye şeflerimizin uymak için özen göstermeyi ihmal ettiklerine de şahit olduğum bir kural.

“Şantiyede öncelikle arazide çalışan personelimiz yemek yer,” demişti. “Önce operatörler, yağcılar, sonrasında atölye personeli.  En son mühendisler ve şantiye şefi yemek yer,” demişti.  Türkiye’de bir çok çalışma ortamında ya da sosyal ortamda, üst konumda olanlara ekstra bir ihtimam gösterilmesi gibi bir alışkanlık vardır.   Ama babamın anlattığı bu sistemde, esasında bir anlamda bir aile olan bir şantiyede, idarecilerin fiziksel olarak daha zorlu şartlarda çalışan personelinin ihtiyaçlarının farkında olmaları gerektiğine, sorumluluğumuzda olan insanları korumak gerektiğine dair önemli bir mesaj vardı.  “Tüm personelinin doyduğundan emin olmadan yemek yememelisin,” demişti babam.  

İşe başladığım o ilk haftalarda belki daha önce dikkat etmediğim şeyleri fark ediyordum.

Sonra bir şey daha eklemişti babam. 

Tabii bugünlerin şartları ile benim işe başladığım 28 yıl öncesinin şartları farklı. Babamın 1951, 52 yıllarında İstanbul Teknik Üniversitesi’nden inşaat yüksek mühendisi olarak mezun olup çalışmaya başladığı yıllardan da farklı.  Şimdi düşünüyorum da, ben 1992 yılında babamla birlkte çalışmaya başladığımda, kırk yıllık bir mühendis ile çalışmaya başlamıştım.  Bu arada, gerçekten rahmetli babama, eskiden daha çok olsa da hala, biraz kızıyorum.  Tamam o günlerin şartları ile vakit bulamadığınızı biliyorum ama yine de, neden anılarınızı kısa kısa da olsa yazmadınız Babacığım? 

Babam, İstanbul’la Adıyaman arasında, araba ile yaptığımız o uzun yolculuk sırasında, şantiye düzeni ile bilgileri anlatırken işte bir şey daha paylaşmıştı.
  
Bir yol ya da baraj inşaatında arazide çalışırken öğle yemeği için ya da işin bitiminde şantiyeye dönecekleri zaman operatörler gibi iş makinesi personelinin şantiyeye dönüşlerindeki şartlarına dikkat etmemi hatırlatmıştı.    “Personelinin arazide ya da makinenin içinde ne kadar çok terleyebileceklerinin, yorulabileceklerinin farkında ol.  Duş alabilmeleri önemli, terlilerse rüzgarda kalmamaları önemli.”  

Babamın, benim şantiyeleri ancak ve çoğunlukla çocukken yaz tatillerdeki ziyaretlerimde ve müteahhit Sinan Kocasinan’ın kızı olarak gördüğümü bilerek, ve anlattıkları gibi detayların pek de farkında olmayabileceğimi haklı olarak tahmin ederek, belki de çok bariz olması gereken bu şeyleri hatırlatmaya ihtiyaç duyduğu belli oluyordu.   

Babam, kendisinin aktif olarak arazide çalıştığı yıllarda araziyeden şantiyeye bazen şantiye araçlarının kasa bölümlerinde döndüğünü anlatmıştı.  Araçta, arazide çalışan iş arkadaşlarına, çalışanlarına yer açmak için gerektiğinde aracın açık bölümüne, ya da kamyonetin kasasına bindiğinden bahsetmişti.  “İş makinesinin içinde çalışan personelini koruman gerekir, saatlerce sıcak bir operatör kabininde çalıştıklarını hatırla,” demişti.   

Onun dediklerini hatırladıkça aklımdan çok şey geçiyor. Bu pandemi günlerinde onun bana anlattıklarını, bana işaret ettiklerini sanki daha çok hatırlıyorum. Mühendis olmayı çok seven ve sağlığının müsaade etmediği son birkaç ayına kadar hayatını çalışarak geçiren bu adama zamanında Türkiye’nin en iyi şantiye şefi diye boşuna dememişlerdi galiba.  



Ve bunları düşünürken, gözümün önüne, babamın, gençlik yıllarından, şantiyelerde, arazide ekipleri ile, çoğunluğunda arazide ayakta, bir şeyler anlatırken, kontrol ederken, yaptığı işe kapılmış olduğu görüntüler geliyor.  Neredeyse tamamı siyah beyaz ve biraz da silikleşmiş fotoğraflardan bugüne gelen görüntürler.

1950’li, 1960’lı yıllardan ya da 1970’li yılların başlarından olan bu fotoğrafları kimler çekmişti acaba?


Ve şimdi, babamın anlattıkları ile gelen düşünceler aklımdan geçerken, o karelerdeki sanki otuzlu yaşlarında görünen Sinan’lardan biri, yeşil, sarı ve kahverengi kareli olduğunu hayal ettiğim gömleği ve muhtemelen koyu haki ya da kahverengi olduğunu düşündüğüm pantolonu ile, o fotoğraf karesinde ayakta durduğu yerden hızla yürüyerek biraz ileride bekleyen kamyonetin kasasına atlıyor.

Sırtını kamyonetin kabinine doğru dayarken, cebinden çıkardığı, ömür boyu cebinden eksik etmediği kumaş mendillerinden biri ile yüzündeki ve boynundaki teri biraz siliyor.  Araç hareket edince, şantiyeye doğru yol almaya başlayan aracın geçtiği şantiye yolundan yükselen tozun içinde ilerlerken, mühendis Sinan çalışma masasına döner dönmez yapması gereken hesaplamaları ya da çizimlerdeki düzeltmeleri kafasının içinde yapmaya başlamış, açık mavi renkli gözlerini koruyan güneş gözlüklerinin arkasından, muhtemelen artık ezberine kazınmış olan araziden çok, zihnindeki sayıları, formülleri ve proje paftalarını gördüğü bir manzaraya bakıyor.

Hem arazi çalışmasını, hem de mühendisliğin hesap dünyasını çok seven Sinan bugün benim zihnimde o kare içinde yaşıyor.  Biraz yorgun ama mutlu görünen yüzünde, çok sevdiği bir şeyi yapıyor olmanın ve o gün iyi çalıştıklarını hissettiren ve muhtemelen güneş gözlüklerinin ardında gözlerinin kenarlarını kırıştıran hafif bir gülümsemeyle bakıyor.

Pandemi günleri bana çok şey öğretiyor.

Ve bugünlerde babamın sesi nedense çok daha iyi duyuluyor.


17 Mayıs 2020 Pazar

Yol

İş hayatında, babam dışında gerçek anlamda bir patronum olmadı.  İşe başladığım günden vefat ettiği neredeyse günü gününe tam 12 yıldan sonra başka bir şirkette ya da bir amir ile de çalışmadım. O nedenle, patronlar ve amirler ile çalışmak konusunda çok tecrübeli olduğum söylenemez.

Diğer yandan, ilk işe başladığım günden özellikle kırk yaşıma gelene kadar geçen 18 yıllık sürede, çok insanın çok işini yaptım.  İşe başladığımda, babam, ne kadar dünyanın ünlü üniversitelerinden birinden mezun olmuş olsam da, işin sahada öğrenilmesi gerektiğine ve tecrübenin değerine inanan bir insan olarak benim her işi yapmamı istedi. Ve evet bu zaman zaman, bu iş için görevli başka bir çalışanımız olsa da, fotokopi çekmeyi, bazı metinleri daktilo etmeyi, ki Allah’tan bunu işe başlar başlamaz aldırmayı başardığım bilgisayarımızda yapabiliyordum, ya da onunla görüşmeye gelen misafirlere ne içeceklerini sormayı ve ikram etmeyi de içerebiliyordu.

Üniversiteden mezun olup, ve bir de dış dünyayı gördüğü için kendini pek bilgili ve pek de becerili sanan bir çok genç gibi ben de işe başladığımda farklı şeyler hayal ediyordum muhtemelen. Babam ise, Türkiye’ye döndüğüm günün ertesi sabahında başlayan şok iş terapisi ile bir yandan ayaklarımı yere bastırmaya ve bir şekilde beni kendime getirmeye çalışıyordu muhtemelen.

Bu basit, hani o zamanlarda bile ortaokulda okuyan bir çocuğun yerine göre yerine getirebileceği bu sıradan işleri yaparken, zaman zaman babam, benim için ayrılan ve onunkinden daha büyük çalışma odamdaki masama okumam için bir dosya bırakıyordu. Bazen mesela aynı gün, birkaç defa daha odama sessizce gelip büyükçe masamın sağ üst bölümüne bir iki dosya daha bırakıyordu. Bir şey söylemeden.  Bu bunlara bir bak, oku, demek olmalıydı.  İlk birkaç defa, bunlarla ne yapacağım, diye sormuştum sanıyorum ama cevap vermemişti.  Yıllar içinde çok daha iyi öğrenecektim. Kestirme yanıtlar, kısa özet cevaplar,  hazır olarak sunulmuş bilgi paketleri babamın öğretme tarzı edildi. O daha farklı bir öğrenme şekline inanıyordu ve ilk başlarda, tamam belki uzun bir süre, şikayet etsem de, o öğretme ve öğrenme şekli bana çok ama çok uyuyordu.

Aradan geçen zamanın detaylarını tam hatırlamıyorum ama ben işe başladıktan sonra sanırım üç ay kadar geçmişti.  Babam beni odasına çağırdı, masasının önündeki iskemleye oturmam için işaret etti, bir konuyu anlattı, konunun detaylarının üzerinden geçti, ilgili yazışmaları anlattı, sonra da benim az önce temize çekerek getirdiğim yazıyı bana tekrar uzattı.  Tekrar okumamı istedi. Yazıyı okudum. Herhalde bir yerde bir yazım hatası yaptım, babam düzelttirecek herhalde, dedim. Son haftalarda zamanımın büyük bir kısmı babamın yazmam için verdiği yazıları düzeltmekle geçiyordu. İşe başladığım ilk günlerde elle yazdığı yazıları daktilo etmemi isterken son haftalarda konuyu ve ilgili dokümanları vererek yazıyı benim yazmayı istiyordu ama aynı yazıyı defalarca tekrar tekrar yazmaktan bunalmaya başlamıştım.  

Elimdeki birkaç sayfalık yazıyı okudum. Bir şey göremedim. Sonra sayfaları ileri geri çevirerek birkaç defa daha baktım.  Doğrusu ne hata yaptığımı bulamıyordum.  Bu sürede babamın sessizce yerinde oturduğunu söylememe gerek var mı bilmiyorum.  Başımı kaldırdığımda açık mavi renkli gözleri ile bana bakmakta olduğunu fark etmiştim.  Bana bir şey söyleyecekti ama yüzünde farklı bir ifade vardı.  

“Kızım,” dedi, “şimdi senin şu şu bankanın genel müdür yardımcısına girerek, bu konuyu görüşmeni istiyorum.”  Babam konuşuyordu, ben duyduklarımı anladığımdan emin değildim.  İlk reaksiyon olarak, “Babacım, ben nasıl giderim?” dediğimi hatırlıyorum.  Bu arada iş hayatım boyunca, ofiste, babama Sinan Bey olarak hitap ettim, o da bana Zeynep Hanım, dedi. Yani kızım, baba gibi kelimeler bizim mesai saatlerindeki diyaloglarımızda çok yer almadı ama işe daha nispeten çok yeni başlamış, çok acemi bir mühendis ve iş insanı olarak, şirketin önemli bir konusunu bir bankanın genel müdür yardımcısı ile konuşabilecek olmak benim için o aşamada çok ama çok uzak bir kavramdı.  Ben yazı yazıyordum, evrak dosyalıyordum, ofiste bununla görevli birkaç kişi olsa da zaman zaman telefonlara yanıt veriyor, fotokopi çekiyordum.  Benim farkında olmadığım bir şey vardı.  Sonrasında gerçek anlamı ile belki de ancak babam vefat ettikten sonra fark edebildiğim bir şey vardı.  Babam gerçekten çok ama çok başarılı bir eğitmendi ve çok kısa denilebilecek bir sürede, hiçbir fikrim olmayan konular konusunda beni bilgilendirme şekli ile, çok hızlı şekilde öğrenmemi sağlamıştı. 


Zaman zaman düşünürüm, 12 yıl birlikte çalıştığım Sinan Kocasinan ile şimdiki aklım ile bir 12 yıl çalışma şansım olsa herhalde bambaşka bir insan olurdum.  

Babam için çalışmak hem çok çok zor, hem de enteresan şekilde keyifliydi.  Çok sevdiği kızı olmanız fark etmezdi, eğer Sinan Kocasinan bir işi beğenmez ise, onu kabul ettirmeniz imkansızdı.  Babamın bir işi beğenme kriterlerinden belki de en önemlisi, elinizden gelenin en iyisini yapmaya sonuna kadar gayret göstermiş olmanızdı.

O, bir işadamı olmasına rağmen, bir işin bitirilmesinden çok, işi yapan kişinin o işi tam ve hakkıyla yapmayı öğrenmiş olmasına daha çok önem verirdi.  Bu onu farklı kılan en önemli özelliklerinden biriydi belki de.

Başta söyledim ya, patronum tek olsa da, hem iş hayatında, hem sosyal çalışmalarda çok insan için çok iş yaptım.  Babamın prensiplerinden olan, boş durmak yerine boşa koşmayı tercih eden bir yaklaşımla, birilerine faydalı olabilmek, bir işlerini tamamlamak ya da çözebilmek bana büyük mutluluk veriyordu.  Bu kimi zaman gece yarılarına kadar, sabahın mesai öncesi erken saatlerinde ya da haftasonu tatillerinde, resmi tatillerde, bayram tatillerinde birileri için birşeyler yapmak, kendim için olmasa da çalışıyor olmak anlamına geliyordu.

İş yapmayı seven biri için işi yapmak genelde işin sonunda alacağınız teşekkür ya da takdirden daha önemlidir.  Ödül o işi başarmış olmak, yapabilmektedir genelde.  Yine de, işi veren kişinin işi yaparken ama belki de en önemlisi iş bittiğindeki yaklaşımı işi yapma arzunuzda çok ama çok büyük bir fark da yaratır.

Elli yaşımı tamamlamakta olduğum bu günlerde biliyorum ki, ne kadar angarya ya da zorlu olsa da, bazı kişilerin bizden yapmamız için bir şeyler rica etmesi bir hediye aldığımız hissini bile verebilir.  Çünkü o işin sonunda, işin bize yükünden çok daha büyük bir manevi ödül bizi eklemektedir.

Bu kavramı kelimeler ile anlatmakta zorlanıyorum galiba.  Acaba nasıl anlatmalı?

Babam çok zorlu, kapasitenizi sonuna kadar kullanmanızı, aklınızın, idrak kapasitenizin ve düşüncenizin sınırlarını zorlamanızı isteyen, bundan azını kabul etmemek için savaşan, yerine göre yorucu, anlaması zor, kendini izah etmek için gayret göstermediği izlenimini veren ama sonrasında bunu sizin gelişiminize imkan vermek için yaptığını ve yanlış anlaşılıyor olmayı da göze alan, aslında çok düşünceli, hassas ve sevgi dolu bir öğretmendi.  Onun, çevresindekileri yetiştirebilmek için yanlış anlaşılmayı, buna kimi zaman içten içe üzülse de, göze alan, başkalarının yaşamına katkı adına bu bedeli göze alan bir adam olduğunu belki öldüğünde bile değil, vefatından 15 yılı aşkın bir süre sonra, bu günlerde anlıyorum.

Babam ile çalışmak çok ödüllendiriciydi. Yaşadığınız zorlu gelen işlerin sonrasında işi öğrendiğinizi fark ettiğiniz sihirli bir an gelirdi. Mesela ilk bir iki yıl boyunca ihale dosyaları hazırlamanız için verilen onlarca sıkıcı işi, işyeri alanlarına, ya da farklı şehirlerdeki işveren resmi dairelerinin ofislerine sıcakta, soğukta, hastayken ya da o haftasonu Türkiye’nin uzak bir yerine seyahat etmek yerine denize girmeyi hayal ederken yaptığınız yorucu, sıkıcı işlerden sonra, bir gün, bir ihalede, ihale zarfları açılırken, o odada müteahhitler arasındaki konuşmaları dinlerken,  genç yaşınıza rağmen, bahsedilen konuları anlamakla kalmayıp, o kişilerin yaptıklarını fark ettiğiniz hataların hiçbirini yapmamış olmaktan öte, öyle bir hatayı yapabilmenin nasıl mümkün olabileceğini düşünürken bulabilirdiniz kendinizi.   Öğrendiğinizin farkında bile olmadan o işi öğrenmişsinizdir ve o anda kendinizi, o ihale salonunda havalara zıplamaktan zor tutarsınız.  Bu o ihaleyi kazandığınız anlamına falan gelmez. Konu o değildir zaten.  İşi öğrenmişsinizdir, ve o noktaya nasıl geldiğiniz hakkında en ufak bir fikriniz yoktur.  Biri sizi ilmek ilmek dokuyarak o hale getirmiştir ve bu çok sihirli bir histir.

Babam ile çalışmanın, babam için bir iş yapmanın belki en önemlisi bahsettiğim öğreticiliği sayılabilir belki ama babamın ve belki de kendisi için iş yapmayı sevdiğim diğer insanların en önemli özelliklerinden biri takdir güçleridir.

Takdir etmek, esasında bizim kültürümüzde de yer alan bir insan yaklaşımı. Bununla birlikte, kalbe işleyen, ruhu ele geçiren, ve gerçekten büyük bir istekle elimizden gelenin en iyisini yapmaya bizi iten takdir bambaşka bir şey.

Bu özel takdir, çok takdir edilmek anlamına gelmiyor.  Çok defa ya da çok özel sözlerle takdir edilmek anlamına gelmiyor. İllaki başka kişilerinin önünde, özel törenlerle ya da özel ödüllerle ödüllendirilmek anlamına da gelmiyor.  Çok defa, çok özel sözlerle, çok özel törenlerle ve çok özel ödüller ile ödüllendirildiğim anlar oldu çocukluğumdan bugüne.  O özel günlerin yaşamımdaki değerini azımsayamam. Çok değerliler ve beni ben yapan anların bazıları o günlerde, o ödüllerde saklı. Bununla birlikte, ruha dokunan ve içimizdeki en iyiyi ortaya çıkaran takdirin çok belirgin özellikleri var.  Sade şekilde ya da bahsettiğimiz ek süsler ile sunulmuş olsun, takdiri farklı kılan temel bazı özellikler var.  Ve hayatımızı anlamlı kılan insanların bu takdiri kullanmakta çok özel yaklaşımları.

Sanırım işe başladıktan sonra dördüncü yılımdı.  Babamla Ankara’da bir ihaleye girecektik.  İstanbul’dan yola çıkmadan önce ihale ile ilgili evraklarımızın çoğunu hazırlamıştık ama babam teklifini sonuçlandırmak için işin yapılacağı araziyi görmek istiyordu.  Araziyi gördükten sonra kaldığımız otele dönecek ve teklifin detaylarını tamamlayacaktık. Bu çok da makul ve normal bir plandı aslında.  Teklifin emin olmadığımız detaylarını boş bırakarak hazırlayabileceğimiz herşeyi hazırlamıştık. Belki birkaç saatlik işimiz olacaktı ama rahatlıkla tamamlayabilecektik. Tabii ki, herşey yolunda gitseydi.

Sabah ilgili resmi daireye gidip bilgileri almış, akabinde araziyi incelemiş, sonra tekrar tekrar daireye giderek bazı konuları netleştirmiş ve akabinde saat 6 civarında otele dönmüştük.  Biraz dinlenip, akşam yemeğimizi yiyecek ve sonrasında da dosyamızı tamamlayacaktık.

Akşam yemeğine inmek için üzerimi değiştirmek için odaya girdiğimde üzerime bir ağırlık çökmeye başladığını hissettim. Sabah İstanbul’dan gelmiştik. Yol ve günün temposu derken biraz yorıulmuş olmam normaldi.  Yemeğe kadar biraz uzanayım dedim.  Otelin yemek salonuna çağırmak için babamla konuştuğumda gözlerimi zor açmıştım.  Pek de iyi hissetmiyordum, hatta kıpırdayacak halim olmadığını fark etmeye başlamıştım.  Bedenimde garip bir sıcaklık ve aynı zamanda derin bir üşüme hali hissediyordum.  Aklıma gelmeyen başıma gelmişti.  Ateşim çıkmıştı ve duruma bakılırsa pek de az değildi.

O akşam ve gece, otelden temin ettiğimiz ateş ölçer ve ateş düşürücü ile 39 derecelerde seyreden bir ateş ile, biraz kendimden geçip biraz çalışarak, araziyi gördükten sonra yapılması gereken düzeltmeleri görünce belki bir iki değil ama üç dört saatte bitirebilecek bir işi tamamlamak sabaha kadar zamanımızı aldı.  Biraz çalışıyor, çalışamayacak hale gelince, biraz kendim biraz babam anlıma, boynuma, kollarıma, eklem yerlerime soğuk kompress yapıyordu. Esasında şimdiki aklım olsa hastaneye giderdim herhalde ama bir şekilde sanırım ikimiz için de elimizdeki işi yarım bırakmak, ihale dosyasını tamamlamamak bir seçenek olarak görünmedi sanırım.  Daha doğrusu, bir aşamada babamın bana sorduğunu hatırlıyorum.  Sonuçta Ankara’da yaşayan eczacı bir teyzem ve eniştem vardı ve ihale bittikten sonra da onları görmeyi planlıyorduk zaten ama, o geceyi nedense o şekilde yaşamıştık.  Şunu da itiraf etmeliyim, ben de durumumu babama olandan daha iyiymiş gibi göstermek için özel bir gayret içinde olmuş olabilirim.  Çok uzun yıllar bunu yaptığımı söylemek zorundayım.

İşte o gecenin sabahında, ihale evraklarımızı tamamladığımızda ve ihale teklif zarfımızı erittiğimiz mum ile mühürleyerek kapattıktan sonra, otel odamızda kısa bir süre sessizlik oldu.  İçimden çok şükür, diye geçirdiğimi hatırlıyorum.  Bana güvenip sadece benimle bu ihaleye gelen babamı yarı yolda bırakmamıştım.  Ama benim, bugün bile aynı sıcaklık ile hatırladığım, ödülüm babamın o tatlı, açık mavi gözleri ile bana bir süre sessizce baktıktan sonra söylediği iki kelimeydi.  “Aferin kızım.”  

Bize takdir edildiğimizi hissettiren belki de en önemli şey samimiyettir.  Yaptığımızın bizim için değerini ve önemini, bizim samimiyetimizi kalpten kavrayan bir insanın, bu gayretimizi kalpten kabulü ve onun için anlamını ve değerini ifade etmesidir.  Kimi zaman bir bakış, kimi zaman küçük içten bir tebessüm, kimi zaman sırtımıza sıcak bir dokunuş, belki kimi zaman bizi de mutlu eden şatafatlı törenler ve ödüller, kimi zaman da kısacık iki kelimedir gerçek takdir.

Ve her zaman en güzel yol, kalpten kalbe gidendir.