İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Kocasinan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kocasinan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Mart 2025 Pazartesi

Soyut Çalışmalarda Zeynep Kocasinan'ın Yorumu


Zeynep Kocasinan
, sanat yaşamına lise yıllarında başlamış ve yurtiçi ile yurtdışında çeşitli atölye ve workshop'lara katılmıştır. 2004 yılında İstanbul'da kendi resim atölyesini açarak profesyonel çalışmalarına devam etmiş, 2013'ten itibaren ise Fethiye Şövalye Adası'ndaki atölyesinde eserlerini üretmektedir. 

Sanatçı, özellikle soyut resim alanında eserler vermekte olup, çalışmalarında yaratıcılığı ön plana çıkarmaktadır. Farklı karma sergilerde ve özel gösterimlerde yer almıştır.

Çok sevdiği Fethiye'de, Fethiye Belediyesi Kültür Merkezi'nde 2006, 2007 ve 2016 yıllarında sergiler düzenlemiş, bu sergilerde soyut ve yarı soyut eserlerini sanatseverlerle buluşturmuştur. 

Zeynep Kocasinan'ın soyut resimleri, izleyicilere farklı yorumlar ve duygusal deneyimler sunmayı amaçlayan, renk ve biçimlerin özgün kullanımını yansıtan eserlerdir. 

Zeynep Kocasinan'ın soyut resimleri, renk ve biçimlerin özgün kullanımıyla izleyiciye dinamik ve çok katmanlı bir görsel deneyim sunuyor. Eserlerinde genellikle renklerin enerjisi ve geçişleri ön planda. Bu da resimlerine derinlik ve hareketlilik katıyor.

Sanatçının işleri, dış dünyayı birebir yansıtmak yerine, duygular, düşünceler ve soyut kavramları ifade etmeye yönelik. Kimi eserlerinde yumuşak geçişler ve armonik renk paletleri, kimi çalışmalarında ise kontrastın ve sert fırça darbelerinin getirdiği dramatik etki öne çıkıyor.

Sanatsal anlatım dili açısından, özgür ve deneysel bir yaklaşımı benimsediği söylenebilir. Resimlerinde, doğa ile soyut formlar arasındaki ilişkiyi araştıran bir estetik anlayışı dikkat çekiyor. Bu da izleyicinin hayal gücünü devreye sokmasını sağlayan, çok yönlü bir algı deneyimi sunuyor.

Eğer Kocasinan’ın eserlerine daha yakından bakarsanız, belirli bir anlatının veya hissin parçalarını yakalayabilir, ancak tam anlamıyla belirgin bir figüratif anlatım yerine, kişisel yorumunuza göre değişen imgelerle karşılaşabilirsiniz. Bu, onun sanatını sadece görsel değil, aynı zamanda duyusal bir deneyim haline getiren önemli bir özellik.

Sanat anlayışıyla ilgili olarak, özellikle renk kullanımı ve kompozisyon dengesi konusunda güçlü bir hisse sahip olduğu söylenebilir. Eserleri, hem dekoratif bir çekiciliğe hem de derin anlam katmanlarına sahip olabilir. Eğer soyut sanata ilgi duyuyorsanız, Kocasinan’ın eserleri izleyicide merak uyandıran ve keşif hissi yaratan türden.

Sanatçının eserleri ve sanatsal yaklaşımı hakkında daha fazla bilgi edinmek için kişisel Türkçe ve İngilizce dillerindeki bloglarını ziyaret edebilirsiniz. 

17 Eylül 2020 Perşembe

Teşekkürler Sinan Kocasinan...

Bugün babamın bu yaşam ile vedalaşma günü.

Ne çok şey borçluyum bu güzel insana.

Doğrularından vazgeçmemeyi seçebilme cesareti ile yaşayan Güzel Adam iyi ki doğmuşsunuz. 
İyi ki babam olmuşsunuz.

Üzüntü değil belki özlem var ama daha çok sonsuz bir teşekkür bugün kalbimdeki.

Bu yaşamda yürüdüğü yola büyük saygı ile...

15 Temmuz 2020 Çarşamba

Biraz Yemek, Biraz Ter, Biraz Toz, Biraz Mutluluk




Bugün bir süredir yapmadığım kadar çok yemek yaptım.  Kahvaltı etmeden başladığım yeni günde yapacağım yemekleri tamamlarken, aç karnına yaptığım yemeklerin daha mi iyi olduğu gibi bir düşünce geçti aklımdan.  Açken yaptığım yemeklere acaba daha çok mu özeniyordum?

Sonra aklım başka bir konuya ve zamana gitti. Biraz ilgili, biraz ilgisiz.

1992 yılında, işe başladığım ilk ay, birlikte çalışmaya başladığım babam bana işe dair çok şey anlatmıştı. Mühendislik konularından ziyade genel düzene, işleyişe dair bir çok detayı ardı ardına paylaşıyordu.  

Bu kadar çok bilgiyi esasında nasıl bu kadar hızlı öğrenebileceğimi varsaymış olabilir, bunu şimdi biraz garipsiyorum ama devamlı paylaşıyordu.  Yıllar içerisinde, bir insanın yapabileceklerimize inanması ve güvenmesinin ne kadar sihirli bir duygu olduğunu babamla çalışarak, bir kere daha, öğrenecektim.   Yapabileceğimize inanılması sanki yapabilmemizi mümkün kılıyordu.

Bir kere daha diyorum, çünkü şanslı bir çocuk olarak okuduğum devlet ilkokulundan, özel ortaokul ve liseye, karşılaştığım neredeyse tüm öğretmenler, kurumlar, hayatıma dokunan neredeyse herkes beni desteklemek, öğretmek, geliştirmek, yaşam yolumu açmak için çalışmışlar, ya da en azından bana böyle hissettirmeyi başarmışlardı.

İşe başladığım o günlerde Amerika’dan yeni dönmüş bir mühendis olarak, doğrusu ben de işten ve öğrenmekten korkmuyordum.  Okuduğum üniversite bizi çok çalışmaya alıştırmıştı.  Üsküdar Amerika Kız Lisesi’ndeki yıllarımız da öğrenci olmayı önemsediğimiz ve bunu gereğini yerine getirmeyi ciddiye aldığımız yıllardı. Öğrenmeyi sevmek öğretilmişti bize ve bunu biz de severek kabul etmiştik.

Sonrasındaki Amerika’daki üniversite ortamı bunu desteklemiş ve bir yandan da bizden beklenenler açısından, biraz da bir üniversite ortamı olması nedeni ile, hatta çıtayı oldukça yükseltmişti.  

Genelde lise eğitimi bizim Türkiye’deki lise müfredatımıza göre daha kolay olan Amerikalı öğrencilerin bir çoğu, ilk defa sıkı bir okul ortamı ile üniversitede karşılaşıyorlar ve taze bir heves ile çok başarılı şekilde çalışıyorlardı.  Üniversiteler de bunu teşvik ediyor ve destekliyorlardı. Amerika’da belki binlerce üniversite olduğu için genelleme yapmak doğru olmayabilir ama gözlemleyebildiğim üniversite ortamı bunu hissettiriyordu.

Ne diyordum, 1992 yılında, çalışmaya başladığım bu ilk haftalardan birinde, bir şantiyeye gitmek için İstanbul’dan Adıyaman’a yaptığımız bir uzun yolcukta, babam şantiyelerdeki günlük düzenden bahsetmişti biraz.   Kurallarından bir tanesi enteresan gelmişti.  Sonraki yıllarda kimi şantiye şeflerimizin uymak için özen göstermeyi ihmal ettiklerine de şahit olduğum bir kural.

“Şantiyede öncelikle arazide çalışan personelimiz yemek yer,” demişti. “Önce operatörler, yağcılar, sonrasında atölye personeli.  En son mühendisler ve şantiye şefi yemek yer,” demişti.  Türkiye’de bir çok çalışma ortamında ya da sosyal ortamda, üst konumda olanlara ekstra bir ihtimam gösterilmesi gibi bir alışkanlık vardır.   Ama babamın anlattığı bu sistemde, esasında bir anlamda bir aile olan bir şantiyede, idarecilerin fiziksel olarak daha zorlu şartlarda çalışan personelinin ihtiyaçlarının farkında olmaları gerektiğine, sorumluluğumuzda olan insanları korumak gerektiğine dair önemli bir mesaj vardı.  “Tüm personelinin doyduğundan emin olmadan yemek yememelisin,” demişti babam.  

İşe başladığım o ilk haftalarda belki daha önce dikkat etmediğim şeyleri fark ediyordum.

Sonra bir şey daha eklemişti babam. 

Tabii bugünlerin şartları ile benim işe başladığım 28 yıl öncesinin şartları farklı. Babamın 1951, 52 yıllarında İstanbul Teknik Üniversitesi’nden inşaat yüksek mühendisi olarak mezun olup çalışmaya başladığı yıllardan da farklı.  Şimdi düşünüyorum da, ben 1992 yılında babamla birlkte çalışmaya başladığımda, kırk yıllık bir mühendis ile çalışmaya başlamıştım.  Bu arada, gerçekten rahmetli babama, eskiden daha çok olsa da hala, biraz kızıyorum.  Tamam o günlerin şartları ile vakit bulamadığınızı biliyorum ama yine de, neden anılarınızı kısa kısa da olsa yazmadınız Babacığım? 

Babam, İstanbul’la Adıyaman arasında, araba ile yaptığımız o uzun yolculuk sırasında, şantiye düzeni ile bilgileri anlatırken işte bir şey daha paylaşmıştı.
  
Bir yol ya da baraj inşaatında arazide çalışırken öğle yemeği için ya da işin bitiminde şantiyeye dönecekleri zaman operatörler gibi iş makinesi personelinin şantiyeye dönüşlerindeki şartlarına dikkat etmemi hatırlatmıştı.    “Personelinin arazide ya da makinenin içinde ne kadar çok terleyebileceklerinin, yorulabileceklerinin farkında ol.  Duş alabilmeleri önemli, terlilerse rüzgarda kalmamaları önemli.”  

Babamın, benim şantiyeleri ancak ve çoğunlukla çocukken yaz tatillerdeki ziyaretlerimde ve müteahhit Sinan Kocasinan’ın kızı olarak gördüğümü bilerek, ve anlattıkları gibi detayların pek de farkında olmayabileceğimi haklı olarak tahmin ederek, belki de çok bariz olması gereken bu şeyleri hatırlatmaya ihtiyaç duyduğu belli oluyordu.   

Babam, kendisinin aktif olarak arazide çalıştığı yıllarda araziyeden şantiyeye bazen şantiye araçlarının kasa bölümlerinde döndüğünü anlatmıştı.  Araçta, arazide çalışan iş arkadaşlarına, çalışanlarına yer açmak için gerektiğinde aracın açık bölümüne, ya da kamyonetin kasasına bindiğinden bahsetmişti.  “İş makinesinin içinde çalışan personelini koruman gerekir, saatlerce sıcak bir operatör kabininde çalıştıklarını hatırla,” demişti.   

Onun dediklerini hatırladıkça aklımdan çok şey geçiyor. Bu pandemi günlerinde onun bana anlattıklarını, bana işaret ettiklerini sanki daha çok hatırlıyorum. Mühendis olmayı çok seven ve sağlığının müsaade etmediği son birkaç ayına kadar hayatını çalışarak geçiren bu adama zamanında Türkiye’nin en iyi şantiye şefi diye boşuna dememişlerdi galiba.  



Ve bunları düşünürken, gözümün önüne, babamın, gençlik yıllarından, şantiyelerde, arazide ekipleri ile, çoğunluğunda arazide ayakta, bir şeyler anlatırken, kontrol ederken, yaptığı işe kapılmış olduğu görüntüler geliyor.  Neredeyse tamamı siyah beyaz ve biraz da silikleşmiş fotoğraflardan bugüne gelen görüntürler.

1950’li, 1960’lı yıllardan ya da 1970’li yılların başlarından olan bu fotoğrafları kimler çekmişti acaba?


Ve şimdi, babamın anlattıkları ile gelen düşünceler aklımdan geçerken, o karelerdeki sanki otuzlu yaşlarında görünen Sinan’lardan biri, yeşil, sarı ve kahverengi kareli olduğunu hayal ettiğim gömleği ve muhtemelen koyu haki ya da kahverengi olduğunu düşündüğüm pantolonu ile, o fotoğraf karesinde ayakta durduğu yerden hızla yürüyerek biraz ileride bekleyen kamyonetin kasasına atlıyor.

Sırtını kamyonetin kabinine doğru dayarken, cebinden çıkardığı, ömür boyu cebinden eksik etmediği kumaş mendillerinden biri ile yüzündeki ve boynundaki teri biraz siliyor.  Araç hareket edince, şantiyeye doğru yol almaya başlayan aracın geçtiği şantiye yolundan yükselen tozun içinde ilerlerken, mühendis Sinan çalışma masasına döner dönmez yapması gereken hesaplamaları ya da çizimlerdeki düzeltmeleri kafasının içinde yapmaya başlamış, açık mavi renkli gözlerini koruyan güneş gözlüklerinin arkasından, muhtemelen artık ezberine kazınmış olan araziden çok, zihnindeki sayıları, formülleri ve proje paftalarını gördüğü bir manzaraya bakıyor.

Hem arazi çalışmasını, hem de mühendisliğin hesap dünyasını çok seven Sinan bugün benim zihnimde o kare içinde yaşıyor.  Biraz yorgun ama mutlu görünen yüzünde, çok sevdiği bir şeyi yapıyor olmanın ve o gün iyi çalıştıklarını hissettiren ve muhtemelen güneş gözlüklerinin ardında gözlerinin kenarlarını kırıştıran hafif bir gülümsemeyle bakıyor.

Pandemi günleri bana çok şey öğretiyor.

Ve bugünlerde babamın sesi nedense çok daha iyi duyuluyor.


18 Kasım 2017 Cumartesi

29 Yıl Önce

Yaşamda unutamadığımız bazı anlar vardır. Sihirli anlar. Mesela 29 yıl sonra bile tüm renkleri ve bizde bıraktığı hislerle hatırladığımız anlar.

Ben 1988 yılında Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nden mezun oldum. Aynı yılın Ağustos ayında Amerika Birleşik Devletleri’ne, mühendislik okumak için Cornell Üniversitesi’ne gitmiştim.  
Okulun birinci ayı bitmek üzereyken yaşadığım bir gün, o günkü tatlı heyecan hep aklımda kaldı.  Ve bu 18 Kasım günü Amerika’daki o gün yine tüm canlılığı ile aklımda tekrar gezindi.  Mutluluk, hüzün ve teşekkürle.

Mezun olduğum okul, Cornell Üniversitesi New York Eyaletinde Ithaca isimli gerçekten doğası da harika olan bir kasabanın  yanında kurulmuş güzel bir üniversitedir.  Akademik başarısı kadar güzel kampüsü ile bilinen üniversiteye burslu olarak kabul edilmem o yıllarda beni Amerika’ya göndermeye belki o kadar da istekli olmayan ailemin bana izin vermesini sağlamıştı. 

Bu yeni macera için bir yandan çok hevesliydim. Diğer yandan ailemden, İstanbul’dan, Türkiye’den uzak olmak kendisini hissettiriyor ve dört yılın bu uzak memlekette nasıl geçeceğini kendime bile hissettirmemeye çalışarak dert ediyordum.  Sonrasında insanoğlunun o muazzam adaptasyon yeteneği ile üniversitedeki odamın, yabancı bir ülkenin bir gün ev gibi hissedebileceğini o günlerde henüz bilmiyordum.

O gün, derslerimin büyük bir bölümü bitince biraz dinlenmek için yatakhanedeki odama dönmek istemiştim.  Yatakhanemiz oldukça büyük bir binaydı. Cornell’deki birinci sınıf kız öğrencilerinin kaldığı, ikiyüzden fazla öğrenciyi barındıran, 1920’lerde yapılmış Gotik tarzda bir binaydı.  Balch Hall taş duvarları, bahçe ve avluları ile Cornell’deki en özgün yatakhane binalarından biriydi.  Benim odamın olduğu bölümün girişinde öğrencilerin kullanımı için bir oturma odası bölümü vardı. Orada da bir televizyon.

İşte o gün, o tarihi binanın merdivenlerinden çıkıp odama geçerken televizyonda bir görüntü gözüme takıldı.  Ekranda bir sporcu vardı.  Ve Türk bayrağı.  Televizyondaki spikerin İngilizce heyecanlı konuşmaları.  

Ekranda Naim Süleymanoğlu’nun görüntüleri vardı. Ben omzumda o günlerde kullandığım mor renkli sırt çantam, orada kalakalmış, görüntüleri ayakta seyrediyordum. 

20 Eylül 1988 günü Naim Süleymanoğlu Seul Olimpiyatlarında silkmede 190 kg’ı, toplamda 342,5 kg kaldırarak Dünya Rekorunu kırıyor ve şampiyon oluyordu. Bu küçük dev adam, dünya ve olimpiyat rekorlarını kırıyor, Türkiye’ye olimpiyatlarda güreş dışında ilk altın madalyasını kazandırıyor, kendi kilosundan üç kat fazla kiloyu kaldırarak bunu yapabilen ilk halterci olarak tarihe geçiyordu.

Sonrasında Naim Süleymanoğu 1988 yılının Ekim ayında Time dergisine de kapak olacak ve benim Amerika’daki ilk günlerinde bir Türk olarak ülkemle gurur duymamı sağlayacaktı.

Naim Süleymanoğlu’nun Türkiye’ye dönüş hikayesini o günü yaşamış olan tüm Türkler gibi ben de tabii ki biliyordum.  Ama uzak bir memlekette, yeni bir yaşama adapte olmaya çalıştığım o günlerde, Cep Herkülü Naim Süleymanoğlu’nun bu özel olimpiyat hikayesi bana azim, dayanma gücü, başarı, inanç ve belki de en çok, imkansız denileni başarmak adına çok farklı şeyler söylüyordu.

Yaşamımızdan insanlar geçiyor. Tanıdığımız ve tanımadığımız. Ve o insanlardan bazıları, yaşamları ile yaşamlarımızı değiştiriyor.   İşte Naim Süleymanoğlu da, insanın yapabileceklerine dair hayal gücümüzün sınırlarını belki de farkında olmadan değiştiriyordu.

*


1992 yılında Dünyanın En İyi Sporcusu da seçilen Naim Süleymanoğlu’nu 18 Kasım 2017 tarihinde kaybettik. Allah rahmet eylesin.  Yaşamında bizlere verdiği ilhamla hep huzurda, ışıklarda olsun.

2 Ekim 2016 Pazar

Lions Relife'da...

Lions Relife online dergisi için yazdığım yazılarımı aşağıdaki bağlantıdan okuyabilirsiniz:


Keyifle olması dileğiyle.

Şükür ya da Şikayet

Doğruları bulmak için çalışmak, gayret etmek, doğru olanı yapmaya çalışmak, bunlar bize yaşama hevesini de veren arzular bir yandan.

Bununla birlikte yaşamda yarının nasıl olması gerektiğine dair düşüncelerimizin ne kadar sınırlı olduğunu fark etmek için o hiç tahmin edemediğimiz sürpriz yarınlarla karşılaşmak yeterli olabiliyor. Bir anda.

İşte o yüzden başımıza gelenlerle ilgili yorumları, yargıları, şikayetleri, mutlulukları, kaygıları, heyecanları akıtmaya başlamadan önce, özellikle de bizi üzüntülere iten düşünceleri, belki de sormak gerek, bu neden oluyor, bu neden oldu diye?

Kim bilir, belki şükredeceğimiz yanıtları şikayet edeceklerimizden daha fazladır.

23 Eylül 2016 Cuma

Hangisi...

Yaşamı, insanları, olayları iyi görmek, yaşananları iyiye yormak lazım. 

Üzmeye, üzülmeye değmez.

Seviliyorsak şanslıyız. Sevebilecek dostlar bulduysak belki daha şanslı.

Yaşlarımız ilerledikçe yitirdiğimiz dostlar çoğalıyor. 

Yaşanmışlıklar hem hazine hem teselli oluyor.

Yüreğimiz hep sevgide kalsın.

7 Ağustos 2016 Pazar

Babam

İstanbul’daki resim atölyemi 2004 yılının 17 Aralık günü açmıştım.
 
Babamın vefatından tam 3 ay sonra.

Esasında onun yokluğunda kendim için bir şeyler yapmayı seçiyor olmaktan biraz suçluluk duyduğumu itiraf etmeliyim. Bununla birlikte, babam Sinan Kocasinan’ı tanıyor onlarından çok iyi bildiği gibi insanın hep kendini aşması gerektiğine inanan bu adamın hayatı, çevresindeki insanları belki onların fark edemediği ama bir şekilde kendisinin görmeyi başardığı en üst potansiyellerine ulaştırmaya çalışmakla geçmişti. Mühendis olarak. İşveren olarak. Ağabey olarak. Dost olarak. Baba olarak.  Vazgeçmeyen bir azimle. Değişik bir mütevazılık, heyecan, inanç ve sabırla.

Ve kimi zaman sırf bu nedenle belki yanlış anlaşılmayı ve bir süre için de olsa sevilmemeyi göze alarak. Çünkü sonunda, çoğu insan onun ne demek istediğini, kendileri için ne yapmak istediğini anlarlardı.  Dediklerinin kendi iyiliği için değil, onların iyiliği için, doğru olan olduğu için olduğunu anlamak, kabul etmek kolay olmazdı.  Tıpkı vefatından sonra taziyeye gelen üst kademedeki yönetici ve bürokratların bana sanki bir itiraf gibi ısrarla “Sinan Ağabey haklıymış,” demeleri gibi.

Babam aferin bekleyen bir adam değildi. Belli ki çocukluğunda da, gençliğinde de kuvvetli gözlem yeteneği ile takip ettiği yaşamın doğrularını keşfetmek ve o yolda ilerlemek gibi bir amacı sahiplenmişti.  Ben doğmadan çok önce öldükleri için rahmetli babaannemin ve dedemin bundaki etkileri ne kadardı bilmiyorum. Ama 1927 doğumlu olan babam da, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında doğan o neslin çocuklarında olduğu gibi, Kurtuluş Savaşı’nı kazanmayı başarmış bir neslin azminin hayat bulduğunu söylemek mümkün olabilirdi.  Ondaki o muazzam vazgeçmeme azminin beni etkileyen yönü bu azmi kendi çıkarına olan şeyler için değil, doğru olduğuna inandığı şeyler için kullanmasıydı.

Babam doğruları savunmak konusunda hiçbir zaman korkmadı. Cesur kalmayı ve mücadeleye etmeyi başardı.  Yaşam zaman zaman onu bu nedenle çok yıprattı.  Maddi, manevi, zorladı.  Ama vazgeçirmeyi başaramadı.  Sorgulamayı belki son nefesine kadar bırakmayan bu ufak tefek sarışın mavi gözlü adam, yaşamındaki tüm kayıp, yenilgi ve yaralara rağmen gerçekten asil bir şekilde savaştı.

*

Babamdan en çok ne öğrendim diye düşünüyorum.  Onu en çok hangi özellikleri ile tarif edebilirim?

Çalışkanlık, sabır ve sebat.

Babamın vazgeçtiğini görmedim.  Vazgeçtiğini hiç görmedim.  Sadece vefatından birkaç gün önce, “Babacığım siz bu rahatsızlıkları aşabilirsiniz,” dediğimde, o meşhur yarım tebessümü ile bana mavi gözleriyle bakıp güldüğünde vücudumdan bir ürpermenin geçtiğini hatırlıyorum.  Bu defa, bu defa artık vazgeçiyordu galiba.

*

Babam bir Cuma günü vefat etti ve bir 17 Eylül günü toprağa verdik. Çalışma temposu nedeni ile Pazartesi günü ofise gittiğimde yaşama adapte olmakta zorlanıyordum.  Ve nasıl oldu ise resim yapmaya başladım.  Ofisimizde on iki yıllık iş hayatımda neredeyse hiç yapmadığım gibi müzik açtım. Ruh halime uyan bir şarkı seçtim ve o şarkıyı tekrara ayarlayarak çalarken resim yaptım.  7 resim. 1 metreye 1,20 metre 7 tuvale.  Beyaz ve mavinin tonları ile. Ve çok çok az pembe, kırmızı kullanarak.

Yedinci resim bittiğinde ben de artık içimdekilerin o an için tükendiğini hissediyordum.
Bu kaç saat sürdü ve o şarkı kaç defa çaldı gerçekten hiç bilmiyorum.

Yıllardır resim yapıyordum ama o gün benim resimle buluşmamda bir devrim yarattı.  O günden sonra yaşamımda daha önce yapmadığım gibi, bir hamlede çok uzun süre resim yapabildiğim zamanlar açılacaktı.  Yaptığım resimlerin ebatları büyüyecekti.

Babamın ölümü ile yaşamımda resimle ilgili sanki değişik bir kapı açılmıştı.

*

O ofisimde resimle geçen Pazartesi gününden, o 19 Eylül 2004 gününden sonra neredeyse her gün resim yapmaya başladım. Gece, gündüz, işten bulabildiğim her fırsatta.

Ve işte bu nereden geldiği belli olmayan yoğun akım bir anda kendi resim atölyemi açma kararını verdirdi.  17 Aralık 2004 tarihi de yaşamımdaki milatlardan biri oldu.

Evime kendi yaptığım resimleri asmaya kendi resim atölyemi açtıktan sonra başladım.  Çok sayıda sergi açtım.  Yazı yazmanın benim için çok değerli olduğunu çocukluğumdan beri biliyordum ama resim yapmaya olan tutkumun yoğunluğunu babamı toprağa verdikten iki gün sonra keşfettim.

*

Bugün 7 Ağustos.  Babam Sinan Kocasinan’ın doğum günü.

Ve ben mutluyum.

Doğumuyla, ölümüyle, bana verdiği nefesle bende yaşamaya devam ediyor babam. 


Bugün, belki bir babadan daha çok, her gün kıymetini daha çok keşfettiğim hep özlenecek bir hoca olarak.

4 Ağustos 2016 Perşembe

Karate Sen Bize Neler Söylüyorsun?

Geçen yıl, hatta tarihini net olarak söylemem gerekirse, 31 Ağustos 2015 Pazartesi günü, bana, takriben bir yıl sonra, Fethiye’de biri Türk diğeri İskoç iki Karate Dünya Şampiyonunun yanında oturacağımı, turuncu kuşakla Karate yapan biri olarak onlara tercüme yapacağımı ve en önemlisi konuştuklarının benim için anlamlı gelmeye başlayacağını söyleseler tabii ki inanmazdım. 

Oysa 2016 yılında, Fethiye’de nispeten daha az sıcak bir 3 Ağustos akşamında, Ömer Habeş Hocamın Karate antrenmanından çıkmış, hocalarımızın yanındaki taburede otururken halime şaşıyordum. Dojo’daki misafir hoca İskoçyalı Alistair Mitchell’e antrenmanda tercüme yaparak antrenman yapmıştım.  Ben, Zeynep.  Çocukluğumdan beri sevdiğim Karate’yi, hocalarımızın hemfikir olduğum tarifine göre henüz anlamaya başlamaktan bile uzak olmama rağmen, yapmaya başlamıştım işte. 

Yumruk atıyordum. Farklı tekmeleri atmaya başlamıştım. Mesela mawashi geri tekmelerinde bacaklarımı daha önce hiç yapamadığım kadar yukarıya kaldırmayı başarıyordum.  Bildiğim tekniklerin isimlerinin listesi uzamaya başlamıştı. Karate’nin ‘Do’ denilen yolunun varlığını algılamaya başlıyordum.  Karate’nin Karate olarak Dünya’da duyulmasını sağlayan Üstat Funakoshi’nin kitaplarını okuyor, Hocam Ömer Habeş’in paylaşımlarını dikkatle dinliyordum.  Karate’nin beni güçlendirdiğini, bunu yaparken sakinleştirdiğini görüyordum.

Benim hayatımda, geçen yılın 31 Ağustos günü Karate denilen yepyeni bir sayfa açıldı. O günden beri neredeyse her gün yaşamımda Karate olduğu için şükrediyorum.

*

3 Ağustos akşamı Shihan Ömer Habeş ve Shihan Alistair Mitchell’e tercüme yaparken yine kendimi bir film sahnesinin içinde hissettim.  Bu kendilerine yaptığım ilk tercüme değildi.  Shihan Alistair Mitchell bu yıl Mayıs ayında Fethiye’ye geldiğinde birkaç defa antrenmanda ve antrenman dışında tercüme yapma şansım olmuştu.  Ağustos ayındaki bu yeni ziyaretlerinde ise son iki antrenmanımızdan sonra iki hoca uzun uzun sohbet ediyor ve bu bana tercüme ederken Karate dünyasının gizemli kapılarından içeri bakma şansı veriyordu.  

Karate dünyasının kapılarından içeri girebilmek için zamana ihtiyacım vardı belki ama ömürlerini Karate’ye vermiş iki Karateciyi dinlemek, onların birbirleri ile yaptıkları derin sohbetin bir anlamda parçası olmak muazzam bir şanstı.  Bir yandan tercüme yaparken, diğer yandan kendimi belki hiç olmadığı kadar şanslı hissediyordum.  Bir film seyrediyor gibiydim ve o filme sanki  filmin sahnelerinin içinden seyrediyor gibi yakındım.

*

Hocalar neler konuştular?

Öncelikle birbirini çok iyi anlayan iki insandılar.  İki ayrı dili konuşmalarına, dinleri, milletleri farklı olmasına rağmen birbirini çok iyi anladıkları anlaşılan iki insandılar.  Ülkelerini en üst seviyede temsil etmiş, madalyalar, Dünya Şampiyonluğu kazanmış iki sporcuydular ama her ikisinin de neredeyse her tercüme ettiğim konuşmalarında söyledikleri bir şey vardı. Onlar Karate sporcusu değillerdi. Onlar Karateciydiler. Karate yapan insandılar.  Bu ayrımı anlamak onları anlayabilmek için çok ama çok önemli bir detaydı.

Hoca olarak, eğitmen olarak en büyük üzüntüsünün öğrencilerinin onlarla çalıştıktan sonra ayrılması, Karateyi bırakması veya başka biri ile çalışmaya devam etmesi olduğunu söyledi Ömer Hoca.  "Üzülüyor insan," dedi.  Öz babasını bırakıp üvey babası ile olmaya gitmek gibidir bu hoca değişiklikleri diye anlattı. Bu yolun ilerlemeyi yavaşlatabildiğini.  Ve sonra baba evlat kavuşulsa da bir kırgınlığın, kalp kırıklığının yaşanabildiğini.  Shihan Mitchell de benzer şeyler hissediyordu.  Her öğrenciyi kazanmanın mümkün olmadığını ve bunun umudu ile çalıştıklarını.

İyi hoca olmanın tarifini yaparken iyi insan olmanın önemli olduğunu söyledi Ömer Hoca.  Alistair Hoca, iyi insan olmaya çalışıyorum, deniyoruz, diye vurguladı defalarca. İyi hoca kendi hocasını geçmeli ve kendisini geçecek öğrenciler yetiştirmeli, dediler.  Bunu arzuladıklarını, hedeflediklerini söylediler.  İyi hoca olmak zordu.  İyi öğrenci bulmak belki ondan daha zordu.

Ömer Hocamız 3 Ağustos akşamı antrenmanın sonunda daha önce birkaç defa söylediği bir şeyi tekrarlamıştı. "Aranızdan belki çok azı Karate’ye devam edecek.  Bin kişiden bir kişi belki devam edecek.  Ve o kişi belki söylediklerimi bir gün başkalarına anlatacak," demişti.  Öğretmen olarak verilen onca emeği alanların çoğu Karate yolunu bırakacaktı.

O zaman emekler boşa mı gidiyordu?

“Emekler hiçbir zaman boşa gitmez,” dedi Ömer Hoca.  Alistair Hoca kendi yaşamından bir hikayeyi paylaşmıştı.  15-20 yıl kadar önce bir arkadaşının öğrencileri olan iki genç onun Dojo’suna gelmişlerdi.  14, 15 yaşında iki delikanlı.  Biri Karate’yi benimsemiş, asker olarak kendine iyi bir kariyer yapmış ve güzel bir aile kurmuştu.  Diğer genç ise, o dönemlerde alkol, uyuşturucu ve çetelere karışarak yaşamını bozmuştu.  Alistair Hoca, “Onu kaybettik, demiştim” diye anlattı. “Bu çocuğu kaybettik, dedim.” 

Aradan yıllar geçiyor bir gün Facebook’ta Alistair Hoca’ya bir mesaj geliyor.  O kaybedilen çocuktan. Hocam ben şu kişiyim diye kendini tanıtıyor.  Bu genç adam üç, dört yıl gerçekten hayatında çok karanlık ve ters şeyler yaptığı bir dönem yaşıyor.  Sonra onsekiz yaşına geldiğinde bir anda Karate’yi hatırlıyor.  Karate ile yaptıklarını, Karate’nin hocalarından öğrendiği yaşam prensiplerini.  Ve ben böyle devam etmeyeceğim, hayatımı düzelteceğim, diyor.  Japonya’ya taşınıyor, Japon bir hanım ile evleniyor, Karate ile yakından ilgileniyor, Hoca oluyor, kendi Dojosunu açıyor ve çocukları şampiyon olarak yetiştiriyor.

Alistair Hoca’yı en çok etkileyen nokta, şimdi otuzlu yaşlarındaki bu genç adamın, “Hayatımı Karate kurtardı, dediklerinizi, öğrettiklerinizi hatırladım, hayatımı düzelttim, teşekkür ederim,” demesi.  Yıllar sonra onu bulup bunu söylemesi.  “Onu kaybettiğimizi düşünmüştüm,” diye anlattı Alistair Hoca.  “Ama kaybetmemişiz.  Başarmışız.”  Ömer Hoca da yaşamında buna benzer çok örnek olduğunu ekliyordu.

Gençleri, çocukları iyi insan yapmak, gelişmelerini sağlamak, onlara iyi örnek olmak belli ki onların ortak hedefi. Bu şefkatli ve sakin savaşçıların yaşamlarında o kadar çok deneyim var ki. Alistair Hoca o sakin tebessümü ile, “Biz öğrenmek için çok mücadele verdik. Bilgimizi, otuz yılda öğrendiklerimizi yeni nesillere aktarma şansımız olsa da onlar bizim kaybettiğimiz zamanı kaybetmeseler,” diyordu.  “Biz deneme yanılma yoluyla öğrendik,” diyordu Ömer Hoca.  “Tüm teknikleri, bilgileri bir anda alabileceğim bir kişi yoktu ki”, diye anlatıyordu. “Dünyada birkaç iyi hoca vardı ve bizim onlarla bir araya gelme şansımız yoktu.”

Bir telefondan dünyadaki Karate bilgisine ulaşmanın artık mümkün olduğunu paylaşıyorlardı.  “Kötü Karate için artık mazeret yok,” diyordu Alistair Hoca.  Gerçekten onların yaşadıkları şartlarda bu kadar başarılı olmak, Karate’yi onların başardığı şekilde doğru yaşamak ve doğru yapmak için gerçekten çok emek vermiş olmalıydılar.

*

Ömer Hocamın hayatıyla ilgili önemli bir anıyı da bu akşam ilk defa dinleme şansım oldu. Alistair Hoca’ya anlatırken.  Esasında iyi insan olmaktan, iyilik yapmaktan, başkalarını, özellikle öğrencilerini kötü örneklerden uzak tutmaktan, iyiye doğru yöneltmeye çalışmaktan bahsediyorlardı. Yol göstermekten ve öğrencinin o yolu kendinin yürümesi gerektiğinden. İşte sohbet öyle bir noktaya geldi ki Ömer Hocamızın Almanya’da kaldığı on yıl boyunca haftasonları yaptığı Karate seminerlerinin ücretlerini Almanya içinde ve Afrika’da farklı ihtiyaç sahiplerine yardım için kullandığını, alkol ve uyuşturucu bağımlılarının rehabilitasyonu için çalıştığını, çok farklı millet ve ihtiyaçtaki insanlara yıllarca yardım ettiğini öğreniyorduk.  

“Ben ırkçılığı bilmiyordum ama Almanya’da bunu gördüm. O yüzden seminerlerimde hep, Dünya’da hiçbir Karateci ırkçı değildir, diye bir başlık kullanırdım," diye anlatıyor.

Ömer Hoca Almanya’da bir Türk olarak ırkçılığı çok farklı şekillerde görüyor ve yaşıyor.  Bu tecrübe ile kendi yardımlarında, kendi çalışmalarında bunu ortadan kaldırmak için özel bir gayret gösteriyor. Çok farklı kesimlere yardım ediyor.

Öyle ki, bir gün çalıştırdığı takımın olduğu eyaletin polis müdürü kendisini arıyor ve Alman Cumhurbaşkanından bir mektubu olduğunu haber veriyor. Zaten arkadaşı ve öğrencisi olan polis müdürü kendisine resmi bir ziyaret yapıyor ve üç ay sonra kendisinin Alman Cumhurbaşkanı tarafından Bonn’a, Alman Parlamentosuna davet edildiğini ileten mektubu ulaştırıyor.  İlgili eyaletin milletvekilleri ile belirtilen tarihte Bonn’a gidiyor Ömer Hoca.  Meclis Başkanı kendisini karşılıyor.  Orada mecliste konuşuyor.  Irkçı bir gazetecinin üzücü sorularına da maruz kalıyor. Salondaki kimi kişilerin alkışladığı üzücü bir soruya.  Ama “Biz Karateciler hızlı düşmek zorundayız,” diye hatırlatarak o gazeteciye verdiği cevapla Meclis salonundakilerin kendisini ayakta alkışladıklarını paylaşıyor.

Soru gerçekten üzücü bir soru.  Gazeteci şöyle soruyor, “Bir Müslüman olarak Usame Bin Ladin’in yaşattığı vahşete üzülmüyor musunuz?”  İnsanlara farklı sosyal hizmetleri nedeni ile Alman Meclisine davet edilmiş bir kişiye dini nedeni ile bu soruyu sormak nasıl bir düşüncedir.  Ama bu soru soruluyor.  Ömer Hoca bahsettiği hızlı düşünme ile şu yanıtı veriyor, “Hitler'in milyonlarca kişiye yaşattığı vahşete sizin bir Hristiyan olarak çok üzüldüğünüz gibi ben de aynı şekilde üzülüyorum.  Evet, çok üzülüyorum,” diyor.  Meclis salonunda beş saniyelik kısa bir sessizlikten sonra tüm salon kendisini ayakta alkışlıyor.

*

Fethiye’de, geçtiğimiz günlere göre nispeten daha az sıcak bir 3 Ağustos akşamında, Ömer Habeş Hocamızın Dojo’sundaki Karate antrenmanımız sonrasında, iki Dünya Şampiyonuna tercümanlık yaptım ben. 

Birbirini çok iyi anlayan, birbirine gerçekten saygı duyan, bunu söyledikleri kadar gözlerinden yansıyan söylenmeyen sözleriyle de anlatan, çok benzer yaşam maceralarını kendi özgün hikayeleri ile yaşayan, örnek alma şansına kavuştuğum bu iki iyi ve değerli insanı tanıdığım için kendimi gerçekten ama gerçekten şanslı hissediyorum.

17 Haziran 2016 Cuma

Çıtkırıldım

Bazen beklenmedik bir anda duyduğumuz bir kelime birçok anıyı, olayı hafızamızda bir anda saklı oldukları o bilinmez yerlerden çıkarıp önümüzde capcanlı görüntüler olarak getirebiliyor. Capcanlı. Bir kelime ile.

Sözlerin, kelimelerin hayatlarımızdaki yapıcı ve yıkıcı güçlerine inanıyorum. Kelimeleri olumluya yormanın önemine de.

Tabi bazı kelimeler anlamları ve enerjileri nedeni ile ne yaparsak yapalım olumlu kuvvete o kadar çabuk dönüşemiyor.  Genelde.  Yani, “kötü” kelimesi ile barışmak belki mümkün ama “kötüsün” cümleciğine dönüştüğünde, o enerjinin dalgasının bedenimizi ve ruhumuzu dövmesini engellemek o kadar kolay değil.

Kelimeler gerçekten güçlü. Bazen sihirli. 

Kelimelerin duyduğumuzdaki etkileri farklı. Okuduğumuzda yarattıkları dalgalar da bambaşka. Orada da gizemli bir dünya var.  Kelimeler kimilerimiz için yazıda ayrı bir hayat buluyor.

Yazı yazmak esasında mide bulantısı gibi bir duygu ile başlar. Ben de öyle başlıyor.  Oturup yazı yazayım diyerek yazı yazamıyorum ben.  Bir mide bulantısı başlıyor adeta.  Bazen çok güzel, bazen çok üzüntü veren bir “şey”le başlıyor. Bir olay, bir görüntü, bir kelime.

Ve getirdikleri düşünce ve duygular sadece beynimde değil bedenimde dolaşmaya başlıyor. Önce kendimi, gerçekten neredeysem, evde, ofiste, genelde volta atarken buluyorum. Dolaşırken. Dolaştığımı bir süre sonra fark etmiş oluyorum. Bakıyorum o duygu ile oturamaz, duramaz olmuşum.

Bazen o olayın hemen anında olmaz bu hal.  Mesela bir toplantının ortasındayımdır o sırada, veya havalimanında uçağa binmek üzereyimdir veya olay bir alışveriş merkezinde gözümün önünde cereyan etmiştir veya bir otelde, takside, minibüste.  Bazen fark etmem bu mide bulantısının daha önce yaşanmış o anlar nedeni ile olduğunu.

Semptomlarda genelde, genelde evime geldiğimde, o zaman kendini belli etmeye başlar. Yazıp içimden atmak istediğim bir şey vardır. Yazıp içimden atmam gereken bir şey vardır.  Ve ortam müsait olduğunda içimdeki Zeynep sinyal verir. Şimdi içinden atma zamanın olabilir, diye. 

İşte bir bakarım evin içinde volta atıyorum.  Sonraki adım bellidir.  Muhtemelen zaten açık olan bilgisayarımın başına geçerim ve yazarım. Bitene kadar.

*

İşte dün duyduğum bir kelime bu sabah, dünden beri ben fark etmeden kafamın içinde saklı yerlerinden tekrar gün yüzüne çıkardıklarını boşaltmamı ister gibi.  Bu akıma çok fazla direnemeyeceğim.

Bugünlerde Orhan Pamuk’un 2006 yılında Nobel Ödülü’nü alırken yaptığı “Babamın Bavulu” konuşmasının birkaç yazısıyla birlikte yer aldığı “Babamın Bavulu” kitabını tekrar okuyorum. İlk defasında gözü yaşlarla okuduğum bu kitabı sanırım beşinci defa okuyorum.  Ve bugünlerde yine tesadüfen Annemin evinde karşıma çıkan George Orwell’in, Penguin Kitapları’nın 20 kitaplık Great Ideas-Harika Fikirler serisinde yer alan kitabı “Why  I Write – Neden Yazıyorum”unu da okuyorum. Onları okuyor olmamın bu sabah duyduğum bu mide bulantısı ile ne kadar ilgisi var bilmiyorum ama bu iki yazarın kelimelerinin bu üzerimdeki hal ve karışıklık duygusu ile kalmak yerine yazmayı seçme isteğimi kuvvetlendirdiklerini söylemek zorundayım.

*

Bir kelime demiştik. Bazen bir kelime yetiyor.

Benim için bugün bu kelime çıtkırıldım.

Anlamını bilmediğimden tabii ki değil ama mide bulantımın nedenini anlayınca, çıtkırıldım kelimesi ile yüzleşebilmek için, bu kelimenin bende dokunduğu yerleri anlayabilmek için, genelde yapmayı sevdiğim gibi Türk Dil Kurumu’nun internet sitesine girdim ve anlamına tekrar baktım. 

Çıtkırıldım kelimesi sanırım benim ağzımdan hiç çıkmamıştı.  Hiç söylememiştim.  Bu kelimeyi bugüne kadar yazdığımdan da emin değildim. Bugünlerde popüler olan “Lugat365 Bazı Kelimeler Çok Güzel” kitabında yer alan ve daha çok dedelerimizin (rahmetli babamın), ninelerimizin dillerinde yeri olan 365 kelimenin çoğunu kullanmışken çıtkırıldım nedense benin lugatımda yer almamıştı.

Türk Dil Kurumu çıtkırıldım sıfatı için “Aşırı incelik, dayanıksızlık ve çekingenlik gösteren (kimse),” diyor.

Çıtkırıldım benim lügatımda yer almamıştı ama, bu sabah kafamın ve kalbimin içinde dolaşanlar, bu kelime veya bu kelimenin bende asıl çağrıştırdığı zayıflık, fiziksel veya ruhsal olarak zayıf olma hali ile ilgili bir isyan başlatıyordu.

Çıtkırıldım kelimesinin daha önce ağzımdan çıkmadığını söylemiştim.  O kelimeyi söylemiş olarak bu yazıyı yazabilmek için mutfakta çayını koymakta olan anneme seslendim.  Birkaç gün sonra Japonya’ya gidecek olduğum için evimde yani Fethiye’de değil İstanbul’da annemin misafiri olma şansını yaşadığım günlerden birindeydim.  Belki de bu yazıyı yazabilmek için olabileceğim en doğru yerde.

Kelimelerin dudaklarımdan dökülmesine izin verdim.
-           “Anne ben çıtkırıldım mıyım?”
-           “Nereden geldi şimdi bu aklına?” dedi Annem.

Önce yanıt vermedim, sonra “Yo, öylemesine,” falan gibi en anlamsız cevaplarımdan birini verdim.  Bir kelimenin, o kelimenin beni saatlerdir rahat bırakmadığını söylemedim.  O kendine göre çıtkırıldımın ne olduğunu tarif etmeye geçmişti ve sorumu fazlası ile anlamsız bulduğunu ve arkasındaki düşünceyi de tam çözemediğini fark etmemek mümkün değildi ama sanki konuyu kurcalamaması gerektiğini de annelik önsezileri ile hissetmişti sanki. Oraya girmedi.

Annelik duygularından bahsedince, annelik şefkatli ile çocukluğumdan beri beni canımı düşünmemekle adeta suçlayan, yapılması gerekenler için kendimi fazla zorladığımı ve yorduğumu, canımı gereksiz üzdüğümü söyleyip duran Anneme çıtkırıldım kelimesi ile bugün yaşadığım mücadeleyi anlatmam zor olabilirdi.  Ona ‘canını üzmek’ ifadesinin ne anlama geldiğini anlamaya başladığımı söyleyebilirdim aslında. 

Yaşamımda canımı düşünmediğim konusunda annemi haklı çıkaracak fazla örnek vardı.  Yerine göre fazlası ile gereksiz cesaretle kendi bedenimi ve ruhunu lüzumsuzca yorduğum zamanlar çok fazla olmuştu. Toz alerjisi için ilaçlar ile şantiyelere gitmeler, burkuk bilekler ile araba kullanmalar, iş seyahatlerine kaçmalar, ateşli ateşli evden ofise kaçmalar.  Sorumluluk hissimin dozunun kaçtığını söyleyip durmuş, sonra bana söz geçiremeyince bu konuda kötü örnek olmakla babamı tatlılıkla suçlar olmuştu. Bu konuda haksız da değildi belki. Ama beni etkileyen babamı örnek almam mı yoksa genlerden gelen bir davranış bozukluğu muydu bundan tam emin değilim doğrusu.

Yıllarca yerine göre bedenime rağmen, ağrılara rağmen, yorgunluklara rağmen, bireysel isteklerime rağmen hep çalışmaya, mücadele etmeye devam etmeyi seçmiştim. Doğru olanı yapmak, yapılması gerekeni yapmak, aileme, çevreme, işime, topluma sorumluluklarımı hani tabir yerindeyse kanımın son damlasına kadar yerine getirmek gibi değişik bir görev bilinci ile yaşadığımı itiraf etmek zorundayım. Böyle bir inanç ile.  Yaşamımın belki ilk otuz yılını böyle tarif etmem mümkün.

Son onbeş yıl içindeyse, adım adım, bu ‘rağmen’lerle yaşamanın doğru bir yol olmadığını keşfetmeye başladım. Adım adım.  Bu on beş yılda, bedenimin, kalbimin ve ruhumun bana adeta boyun eğişi ile ilerlemenin yaşamak için doğru olmadığına karar verdim. Kendimi düşünmeyi bir seçenek olarak dikkate almadan yaşamayı bırakmaya karar verdim.

Beni yakından tanıyanlar bilirler, maddiyat benim için hayatta hiçbir zaman öncelik olmadı. Yani çok çalıştıysam bu öncelikle sorumluluklar nedeni ile oldu. Kendimden çok başkalarına karşı hissettiğim sorumluluklar.  Sonra kendimi düşünmenin sorumsuzluk olmadığı kavramı ile barıştım.  Bana iyi gelen davranışlarında başkaları için de iyi olabileceğine. Şu meşhur “kazan-kazan” tabirinin doğru olabileceğini keşfetmeye başladım. İstediğim şeyi yapmanın başkalarına da iyi gelebileceğine.  Mesela en basiti, çocukluktan beri en çok yapmayı sevdiğim şeyi yaptığımda, yazı yazdığımda, bana yazılarımın onlara ne kadar iyi geldiğini, şifa olduğunu, moral verdiğini, umut verdiğini söyleyen insanlar ile karşılaşabildiğimi keşfettim.

Bu sabah kendimi İstanbul’da, Arnavutköy’de, annemin evinde volta atarken yakaladığım an aklımdan geçen anıyı fark ettim. Rahmetli babamla Ankara’da bir oteldeyiz.  Kayseri’den, bir karayolları inşaat işinin ihalesine girmeden önce iş yerini görüp Ankara’ya gelmişiz. Ertesi gün ihale var Karayolları Genel Müdürlüğü’nde.  Gündüz ateşlenmeye başlamışım ve ihale dosyasını tamamlamamız gerekiyor. Ateşim düşmek yerine çıkmaya devam ediyor, aldığım ateş düşürücüler sadece o prospektüsteki süreleri kadar etki gösteriyor ve ateşim 39, 39,5 dereceler gibi riskli bölgelerde gezinmeye devam ediyor.  Oteldeki havluları ıslatıp vücudumu soğutmaya çalışıyorum.  
Bir yandan otel odasında babamla ihale dosyasını hazırlamaya çalışıyoruz.  Gözlerim kararmaya başladığında havlular ile kendimi soğutarak ateşimi düşürmeye çalışıyorum.  Benden 43 yaş büyük babamdan pek bir destek talep istemem mümkün değil ama o da bana “Zeynep, kızım, ne yapalım, iyi misin?” diye soruyor. Ben bir yandan ne olacak halim diyorum ama ertesi gün ihale var ve her zaman yapmayı seçtiğim şeyi yapmayı seçiyorum ve “İyiyim Babacığım,” diyorum. “İdare ederim,” diyorum. İdare ediyorum da. Yani en azından havale geçirmeden ertesi sabahı ediyorum. Arada bazen on dakika, bazen yarım saat uzanıyorum ve kalkıp ihale dosyası üzerinde babamla çalışmaya devam ediyoruz.  Ertesi gün ihaleye de giriyoruz. İş bizim üzerimizde kalmıyor o ayrı.

Şimdi geriye dönüp bakıyorum ve “Bu hata” diyorum. Böyle davranmak hatalı.  Canıma yazık, ruhuma yazık.  Onlarca, böyle onlarca olay var hayatımda.  Kendimi bildim bileli zayıflığı, zayıf olma halini kabul etmemek adına, hastayım demedim, yorgunum demenim, üzgünüm demedim.  Yıllarca demedim. Gerçekten yıllarca. Şimdi düşününce, rahmetli babam 77 yaşında vefat etti ve belki o neredeyse hayatı boyunca demedi ama ben de son on beş yılda azalan dozlarda olmak üzere, halim ne olursa olsun söylemedim. Söylememeyi seçtim.

O yıllarda annemin iyi olup olmadığını anlamak için davranışlarımı kontrol ettiğini, halimi gözlerimden anlamaya çalıştığını bilirim.  Hasta olduğumu söylemezdim, üzgün olduğumu söylemezdim, takatim kalmadığını söylemezdim. Bunu saklamak için uğraşırdım adeta.  Mesele benim meselemdi, başkasını yormaya ve üzmeye gerek yoktu ki. Rahmetli babamın ve annemin rahatsızlıkları nedeni ile onları üzebilecek veya onlara ek bir yük getirebilecek bir durum yaratmamak önceliğimdi.

Sonra yıllar, yaşananlar, kitaplarımı yazmaya iten hikâyeler, bana kendimi düşünmeyi öğretmeye başladı. Kendimi düşünmemin şart olduğunu. İsteklerimi dikkate almam gerektiğini. Kendimi korumanın, kendimi düşünmenin bencillik değil sağlıklı bir şart olduğunu.  Kendimi düşünmemin ve korumanın başkalarını düşünmeme, başkalarını korumama mani olmadığını.

Yavaş yavaş, ki bu konuda hala biraz yol almam gerektiğini söylüyor annem, hastaysam hasta olduğumu söyleme başladım. İyi hissetmiyorsam bunu söylemeyi, canım acıyorsa bunu paylaşmayı, üzgünsem beni üzen duyguları ifade etmeyi seçmeye başladım.  Kendim olmayı ifadelerimde daha şeffaf ve açık olarak yaşamayı seçmeye başladım. Özellikle de son bir yıldır bu konuda daha net bir niyetim var.  Kendime rağmen bir şeyleri yapmak artık benim için bir seçenek değil. Sorumluluk bilincimin azaldığını söyleyemem. Sadece kendime eziyet etmemek konusunda kararlıyım.  Kuvvetin ve zayıflığın ne anlama geldiğini daha sağlıklı olarak kavrıyorum.  Çok şükür.

İşte bu nedenle, belki yaşamım boyunca kendimle verdiğim bu zorlu iç mücadele nedeni ile geçirdiğim bir rahatsızlıktan sonra dinlenmeye karar verdiğimde, bunu seçtiğimde, beni çok sevdiğini çok iyi bildiğim bir tanıdığımın bir espri olarak, belki aslında haydi kendini bırakma, haydi toparlan, sen güçlüsün, demek isteyerek “Ben sana bundan sonra çıtkırıldım diyeceğim,” demesi enteresan bir çınlama yaptı ruhumda ve bedenimde. 

Ben, neredeyse küveze girme sınırında, iki kilo beşyüz gram doğmuşum.  Çocukluğum kilo olarak hep zayıf bir çocuk olarak geçmişti ama ufak tefek olmam, zayıf olmam hiç dikkate almadığım bir özelliğim olmuştu. Kız çocuğu olmam beni etkilememişti.  Korkusuz değildim ama korkularımı yok sayarak çıtkırıldım olmamak, kız olmama rağmen, ufak tefek olmama rağmen güçlü olmak ve kalmak hep birinci önceliğim olmuştu.  Kendi başımın çaresine bakmak hedefim olmuştu.

İşte çıtkırıldım kelimesi kırkaltı yaşımı dolduralı neredeyse bir ay olurken yaşamda kendimi yıllarca ne kadar zora koştuğumu hatırlattı.  Çok şükür yaşamda daha dengeli olmayı seçtiğimi.  Bir insanı tanımanın, kendimizi tanımakta zorlanırken, o kadar kolay olmadığını. Ve en çok da kelimelerin o dev gücünü. 

Eyvallah demek lazım belki çıtkırıldım denilen Zeynep’e, güçlü olmaya çalışana olduğu kadar.

5 Mayıs 2016 Perşembe

İlklerin En Önemlisi Hangisi?


İzmir Bayraklı Symrna Lions Kulübü’nün 28 Nisan 2016 gecesi gerçekleştirilen “Gördüğümüz Engelliler, Görmediğimiz Engeller” Gecesine giderken gerçekten özenle ve büyük çaba ile hazırlanmış bir geceye gideceğimi biliyordum.  Tüm Dünya’daki Lions Kulüplerinin 1925 yılından beri büyük önem verdiği görme engelli çalışmalarının birinin daha içinde olmak çok önemli ve değerliydi. 

Bununla birlikte itiraf etmeliyim ki özel bir defileyi seyredecek ve gerçekten çok sevdiğim Yüksek Sadakat grubunu dinleyecek olmak da ayrıca mutlu etmişti beni.  Yıllarca işim gereği ve aynı zamanda Fethiye’de yaşıyor olmam nedeni ile çok seyahat etmem gerekti. Uçaklar ikinci evim olduğu kadar araba yolculukları da yaşamımım ayrılmaz parçası.  Yüksek Sadakat benim araba yolculuklarıma eşlik eden müzik grubumdur. Onları canlı olarak dinleyeceğimi düşündüğümde aklıma belki son iki üç yıldır yolculuklarımda bıkmadan usanmadan onları dinlediğim geldi.  Yıllardır bana eşlik eden Yüksek Sadakat’ı ilk defa canlı olarak seyredecektim.

28 Nisan akşamının benim için bir anlamı daha vardı.  Ben Muğla Fethiye Lions Kulübü Derneği’nin üyesiyim.  Bu yıl, Derneğimizin bağlı olduğu Uluslararası Lions Dernekleri 118-R Yönetim Çevresi Federasyonu’muzun Başkan 2. Yardımcılığı için adaydım.  24 Nisan 2016 tarihinde Federasyon Genel Kurulumuzda seçimlerimiz vardı ve o gün Genel Kurulumuzda Delegelerimiz beni görevlendirmeyi seçmişlerdi.  Bayraklı Symrna Lions Kulübü’nün Gecesi 24 Nisan’dan sonra, bizim ifade ettiğimiz şekli ile “Seçilmiş Genel Yönetmen 2. Yardımcısı” olarak katılacağım ilk Lions aktivitesiydi.  Bunun da beni heyecanlandırdığını kabul etmek zorundayım.

Gecenin bana yaşatacağı, bu akşamın hep aklımda kalmasını sağlayacak olan “ilk”i ise önceden tahmin etmem mümkün değildi.  Sanırım hayatım boyunca hatırlayacağım özel ilklerden biri olarak kalacak. 

Tahmin edemediğimiz ve bir anda karşımıza çıkıveren.

*

Biraz serin ama berrak bir İzmir akşamında Bayraklı Turan’daki La Vie Nouvelle’e girerken gerçekten profesyonelce hazırlanmış bir organizasyona geldiğimiz mekândaki tüm detaylardan kendini bir anda hissettiriyordu. Giriş mekânının ilerisinde paravanlar ile kapatılmış sahne konseri müjdeliyordu.  Bu gece için hazırlanmış olan defilenin ise mekânın kapalı bölümünde yapılacağını öğrenmiştik.

Girişte gecenin sponsorlarının isimleri ile hazırlanmış olan bölümde fotoğraf çektirirken ne kadar çok kurum ve kuruluşun, kişinin bu geceye destek verdiğini görmek umut veriyordu.  Birlikte çalışmaya ve doğru çalışmalara destek olmaya inanan insanlar var.  İzmir Bayraklı Symrna Lions Kulübü Başkan ve Üyeleri yıllardır engelli çalışmalarına gönül veriyorlar. Ne mutlu ki bu inançlarını belli ki doğru ifade edebilmişler ve başka yüreklerde de bu heyecanı oluşturabilmişler.

Mekânın bizler için hazırlanmış olan açık alanında gecenin başlamasını beklerken yanımıza iki genç geldi.  Değerli Kardeşlerim Ümran Sevinç ve Yahya Aydın İşler. İki görme engelli kardeşimiz. Sohbet etmeye başladık.  Görme engelliler ile ilgili çalışmalar ile Lions sayesinde daha yoğun olarak tanışmıştım.  Fethiye Lions Kulübümüzde Kulüp Sekreterliği yaptığım 2009-2010 Döneminde Altı Nokta Körler Derneği’nin Fethiye Şubesi ile ortak bir çalışma yapmıştık “Engeller Başarıya Engel Değil” başlığı ile ve o günden beri görme engellilerin Fethiye’deki çalışmalarını yakından takip etmeye özen gösteriyordum.  Aynı zamanda Lions’un kurduğu vakıflardan olan Altı Nokta Körler Vakfı’nın da çalışmalarını takip ediyordum.

Dünya’daki Lions Kulüplerinin 1925 yılından beri “Göz Nuru” adı ile yaptığımız görme engelli çalışmalarına vesile olan, Lionları bu çalışmaları yapmaya davet eden kör ve sağır Helen Keller, ortaokulda hayat hikâyesini okuduğumdan beri benim idolümdü.  Ondokuz aylıkken geçirdiği bir rahatsızlık nedeni ile kör ve sağır olan Helen Keller, ailesinin ve öğretmenin desteği ile, o adeta yok olan bir yaşamın içinden çıkarak bir nevi yeniden doğuyor; ünlü Harvard Üniversitesi’nin kızlar bölümü olarak bilinen Radcliffe Üniversitesi’ni bitiriyor, yabancı diller öğreniyor ve Dünya’ya ilham oluyordu.

Helen Keller vazgeçmiyor ve yaşama bu kadar kuvvetle tutunuyorsa, bizlerin elimizden geleni yapmayı denemekten vazgeçme hakkımız var mıydı?  Ben doğmadan iki yıl önce, 1968’de hayata veda eden Helen Keller’e hayrandım. O çocukluğumda benim idolümdü ve sanırım hep de öyle kalacak.  Okumadıysanız otobiyografisi “Her Şey Su İle Başladı”yı okumanızı öneriyorum.  Kitabın Kuraldışı Yayınları’ndan çıkan bir baskısı yayında.

*

O akşam, Sevgili Yahya ve Ümran Kardeşlerimiz ile görme engelli çalışmaları ve yaşamlarımız hakkında konuşurken, Yahya Kardeşimiz benden bir şey rica etti. 
Bir anda o güne kadar görme engelliler ve görme engeli konusunda tüm yaşadıklarımın gerçekten bir film şeridi gibi gözümün önünden geçmesini sağlayan bir şey.

Bana burayı betimler misiniz?

Basit bir soru.  Basit bir cümle.

Yahya’nın sorusunu duydum ve bir anda sanki zaman dondu.  Önce sol tarafımda yüksek bir iskemlede oturan Yahya’ya bakakaldığımı fark ettim. Ben ayaktaydım. Sonra başımı kaldırdım, önüme, etrafıma bakmaya başladım.  Bir soru sormuştu ve sanki bir anda yaşadığımız an’a bir şey dokunmuştu ve zaman durmuştu.

Betimlemek.

Biz neredeydik?  Biz nasıl bir yerdeydik? Burada neler vardı? Kimler vardı?   Ve bunu Yahya için nasıl anlatacaktım?

Görme engelliler için dizilerin, filmlerin sesli betimlemelerinin yapıldığını biliyordum. Dinlemişliğim de vardı.  Hatta bu çalışmaları yapan Sesli Betimleme Derneği’nin çalışmalarını duyurmak için çaba göstermişliğim bile vardı.  Ama. Ama şimdi bana Yahya bana burayı betimler misiniz diyordu.  Anlatacaktım işte. Basit bir şey. Ama kalakalmıştım. Ne yapacaktım?

Ve sonra konuşmasının devamını duydum. “Burayı anlaman ve sonrasında hatırlayabilmem için bana her şeyini detaylı olarak tarif edin lütfen.” Ben hala sessizdim ve o devam etti. “Belki hiç fark etmediğiniz şeyleri fark edeceksiniz. Herşeyi tarif edin lütfen.

Ve nefes alıp başladım. Başladım önümüzdeki masanın ebatlarını, malzemesini, üzerindeki bardakları, tabakları tarif etmeye. “Mekânın üstü nasıl?” diye sordu Yahya. “Tamamen açık mı?”  Açık havada bir alandaydık.  “Üstünün kapanma ihtimali var mı?” diye sormaya devam etti.  Ben bilmediğim yeni bir dili öğreniyor gibi bocalıyordum ve heyecanlanıyordum.  Oysa 2009 yılından beri görme engelliler ile ne kadar çok defa bir araya gelmiştim. Sanki bilmediğim yeni bir dünyaya ilk defa adım atıyordum ve bunun şaşkınlığı ile başa çıkmaya çalışıyordum.

Bunları Yahya’ya ifade ettim.  Nasıl yapacağımı bilmiyordum.  “Sorularım ile size yardım edeceğim,” dedi ve öyle oldu.

Zemindeki malzeme nedir?” diye sordu.  Mermer olduğunu ve zemini oluşturan mermer parçalarının ebatlarını tarif ederken, o bana arada yumuşak bir zeminden geçtiğimizi söyledi. Hemen arkama döndüm ve ortasında olduğumuz mekânın girişine ve zemine detaylı olarak baktım.  Evet, iki yere kırmızı halı serilmişti.  Girişe ve sonra mekana girince biraz ileride sağda olan sponsor isimleri ile fotoğraf çektirdiğimiz panonun önüne.  Kırmızı halıların ebatlarını ve yerlerini tarif etmeye çalıştım kendimce.  Ve pano önünde beraber fotoğraf çektirmemizi rica ettim. İlk defa bir görme engelli koluma girdi ve beraberce oraya yürüdük. Yahya, Ümran, ben ve o akşam bizlerle olan İngilizce Öğretmenleri ile. Evet, onlar İzmir Bayraklı Symrna Lions Kulübü’nün katkıları ile İngilizce de öğreniyorlardı.

Fotoğraf çektirmek üzereyken Yahya bir şey daha söyledi.  “Lütfen çekiyoruz diye seslenin, oraya bakarız.

Ben bu dünyayı sözde biliyordum, ben bu dünyayı sözde önemsiyordum.  Oysa öğrenecek ne kadar çok şey vardı. Çok şükür ki öğrenmeye devam ediyordum.

Yüreğimde başka bir mutluluk ile iyi ki buradayım dedim. İyi ki bu gece var ve iyi ki ben buradayım.

*

İzmir Bayraklı Symrna Lions Kulübü 2015-2016 Dönemi Başkanı Sayın Lion Serhan Şen’e ve Değerli Üyelerine yıllardır bu çalışmaları, özenle, inançla, çıtayı hep yükselterek, yüreklerini katarak, hizmete inançla sürdürdükleri için yürekten teşekkürlerimi sunuyorum.  O gece tüm konuklarını gerçekten ailelerinin ferdiymiş gibi ağırladılar. Muazzam ev sahipliklerini ve çalışmalarına inançlarını görmek insanı yüreklendiriyor.  Onlarla aynı inancı paylaşan sponsorlarına da yürekten teşekkürlerimizi sunuyorum.  Birliğin gücüne inanmanın, ihtiyaçları karşılamak için birlikte çalışmanın gücünü görmemizi sağladılar.

Yaşamda iyi insanlar var. 
Ve onların varlığına şahit olmak umuda ve sevgiye inancımı kuvvetlendiriyor.

Yürekten saygı ve sevgilerimle.

4 Mayıs 2016 Çarşamba

Karate Denilen Harika Yol


Uzun zamandır Fethiye'den uzaktım. Dün Kandil vesilesi ile Fethiye'deki Karate Hocam, Dünya ve Avrupa Şampiyonu 7. Dan Shihan Ömer Habeş'i ziyaret etme şansım oldu.

Karate denilen bu harika yol ile beni tanıştırdığı, buluşturduğu için kendisine yürekten teşekkürlerimi sunuyorum.

Saygı temeli ile üzerine kurulan bu yol, beklenmedik şekilde, kendimiz kadar yaşamı da keşfetmemizi nasıl da sağlıyor.

Karate'nin hep yaşamımda olması dileğiyle.


3 Mayıs 2016 Salı

2 Mayıs 2016 Pazartesi

Demir Elmaağaçlı


Bu sabah Dünya Şampiyonu Milli Okçumuz Sayın Demir Elmaağaçlı ile tanışmak harika.

2015 yılında Meksika'da Dünya Şampiyonu olan Elmaağaçlı, Çin'deki bir turnuvadan dönüyordu.
Ülkemizin spordaki başarılarının hep artması, spor ruhunun tüm yönleriyle yaşamlarımızda kalıcı yer bulması dileğiyle.

Yaşam nasıl da bir anda umut ve mutluluk ile dolduruyor insanı.