İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
spor etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
spor etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ağustos 2020 Pazartesi

"Şimdi Sensiz Nasıl Yapacağım..." Ya Da Devam Etmemizi Ne Sağlıyor?

İlkokuldayken beni öğrenmeye iten, öğrenmeyi sevdiren neydi bilmiyorum ama 1990 yılında karma eğitime geçen ve adı Üsküdar Amerikan Lisesi olan okulum Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nde, öğretmenlerimiz kadar sınıf arkadaşlarımın öğrenme isteğinin beni de kendimi geliştirmek için isteklendirdiğinin farkındayım.

Büyüdüğümüz ortamın ve bu ortamdaki bizi besleyen yapıcı rekabet ve yoldaşlığın gelişimimize etkilerini daha iyi anlamak istiyorum.

Esasında pandemiden bir süre önce sporcuların hayatları ile ilgili yapmaya başladığım bir çalışma ile, koçlarının da bakış açısı ve yaklaşımlarıyla şekillenen kendini geliştirme adanmışlığını inceliyorum.  Sakatlıklarla birlikte ve sakatlıklara rağmen devam etmelerini sağlayan etkenleri.  Ve, olumlu örneklerin buna etkisini. 

Yakınımızdaki örnekler,  tarihteki örnekler, bizim de yapabileceğimize inandıran örnekler.  Zorlukların aşılabileceğine inanmamızı sağlayan, zorlukları aşmak için gayret etmemizi sağlayan örnekler.

Neler ve kimler bize destek veriyor?  

Çok geniş bir konu.  Sonucu nereye varır bilmiyorum ama bunu araştırıyor olmanın beni geliştirdiği kesin. 

Çocukluğumda ya da gençlik yıllarımda sporun hiçbir dalı ile mesela amatör lisanslı olacak kadar ilgilenmedim.  İlk spor lisansımı kırklı yaşlarımda karate öğrenirken aldım.  

O nedenle, bedenimin sınırlarını ya da beynimin bedenime hükmetmesinin sınırlarını yeni yeni tanıyorum. Antremanda bir adım daha atacak halim kalmadığını düşündüğümde en az yirmi tekme daha atabildiğimi, gücüm sıfırlandı dediğimde elli şınav ve elli mekik çekebildiğimi, antreman sonrası şimdi arabamı kullanıp nasıl eve gideceğim dediğimde ve bir şekilde güç toplayıp eve vardığında nasıl iyi hissettiğime hayret ettiğim karate antremanlarım ile deneyimlemeye başladım.  Bu üç, beş yıllık yeni bir bilgi benim için ve bunu öğrenmek konusunda yolun başındayım.

Ya da dayanılmaz görünen kas ağrılarım bir sonraki karate antremanına kadar geçtiğinde antrenmana giderken duyduğum mutluluk belki sporcuların hissettiklerinin neler olabileceğini en azından hayal edebilmemi sağlıyor.  Araştırmaya çalıştığım konu ile biraz da olsa bağlantı kurmamı kolaylaştırıyor.

Bu anlamda Karate’ye, ve beni karate ile bir anlamda tanıştıran önce kuzenim Erdoğan Aydın’a ve tabii ki yönlendirdiği Değerli Hocam Sayın Ömer Habeş’e çok teşekkürler.  

İkisi de, kırk yaşına kadar spor salonunda spor yapmak dışında düzenli bir spor yapmamışsın, bu yaşta karate mi öğrenilir demediler.  İstiyorsan neden olmasın, dediler, teşvik ettiler, yüreklendirdiler.  Ve Sayın Ömer Habeş Hocam, yıllar içinde, hoşgörüsü ve biliyorum ki beni teşvik etmek arzusu ile kahverengi kuşağımı takdim ettiğinde sporun neden her insanın yaşamında mutlaka olması gerektiğini, belki biraz geç olsa da anlamaya başladığı hissettim.  



Bilmediğimiz bir tadı almak ve sonrasında onu canımızın çekmesi gibi, bir şeylerin yoksunluğunu ancak tadını biliyorsak hissedebiliyoruz.  Özleyebilmek için sevebilmek, isteyebilmek için tanımak, arayabilmek için varlığını bilebilmek gerekiyor.

Esasında babamın tenis ve güreş ile uzun süre ilgilendiğini ve her ikisini de omuzundan sakatlanınca bıraktığını, rahmetli Yusuf İzzettin dedemin ve Mahmure Babaannemin kayak yaptıklarını biliyorum. Ve tabii ki yaşadıkları dönem nedeni ile iki dedemin ve babamın da ata iyi bindiklerini de biliyorum.  Benim ise çocukluk ilgi alanlarım kitap, yazı, matematik, müzik oldu. Kimbilir belki sonraki yıllarda yaşamımı oldukça etkileyecek olan vertigonun kaynağı olan kulağımdaki hassasiyet nedeniyle spor konusunda daha çekimser kaldım. Genelde.  

Rollerblade’i çok sevmeme rağmen ne paten kayarken, ne kayak öğrenirken rahat edememiştim. Koşu takımındayken ayak bileklerim sakatlanmış ve sonra tenis oynarken bir lifimi koparınca ve iyileştikten sonra arka arkaya iki bileğimde de incinmeler devam edince, fizik tedaviler faydalı olmuş olsa da, bir daha tenis de oynamak içimden pek gelmemişti.   Herhalde yüzmenin hayatım boyunca bazen kışları da devam eden şekilde yaptığım tek kesintisiz spor ve hareket olduğunu söyleyebilirim.

Bunu söylerken Karate öğrenmeye başladığım günler aklıma geliyor.  Vertigo ilaçlarımı neredeyse alınabilecek en yüksek dozlarda alırken, yani başımın çok kötü döndüğü ve yaşamımı alt üst ettiği bir dönemin ilaçlarla normalleşmeye başladığı bir dönemde başlamıştım Karate’ye.  Yapma derler diye kimseye söylemek istememiştim.  O nedenle, doktor da olan kuzenim Erdoğan dışında Karete’ye başladığımı neredeyse kimse uzun süre bilmemişti.

Sporcuların hayatını araştırırken daha çok farkettiğim şeylerden biri, çevresinde benzer bir sporcu olmadığı halde başarılı olabilenler olsa da,  aynı koç ile aynı ortamda çalışan genç sporcuların gruplar halinde daha çok başarılı olabildiklerini görüyoruz.  Bir salondan, bir Kulüpten birçok yıldız sporcu çıkması gibi.

Bazen de, bir ülkede, daha önce çok ilgi görmeyen bir sporda başarılı bir kaç sporcu çıkmasından sonra o sporun o ülkenin gençleri arasında nasıl kalıcı olarak popüler olabildiğini ve hatta o ülkenin o spor dalında dünyada bir merkez haline gelebildiğini görebiliyoruz. Birkaç sporcunun yarattığı enerji muazzam bir yol açabiliyor.

Bunları koçların başarısına bağlamak mümkün. Ve tabii ki sporcuların yaptıkları spordan keyif almaları, yapmayı istemeleri gerekiyor.  Yetenek belki işin olmazsa olmazı ve o yeteneğini birilerinin de keşfetmiş olması gerekiyor ama yetenek yapılan şeye duyulan ilgi, istek ve sevgi ile yerini buluyor.  İyi yaptığımız şeyi sevme eğilimimiz var; bununla birlikte, yetenek başarıyı garantilemiyor.

İlgi alanımızı benzer hisseden insanlar ile paylaşmak bizi teşvik ediyor.  Ben de Karate dojomuzda bunun tadını biraz aldım diyebilirim.  Mesela resim yapanlar da resim atölyelerinde bunu hissedeler aslında.  Kalabalık bir resim atölyesinde kısıtlı bir çalışma alanında başkaları ile birlikte çalışmak kendi atölyemizde çok daha geniş bir mekanda tek başımıza rahat rahat çalışmaktan daha verimli ve başarılı olabiliyor.  Ben tek başıma resim yapmayı da çok severim ama sporda olduğu gibi resim yaparken de etkileşim, örnekleme, ilham alabilmek bizi teşvik ediyor, geliştiriyor, verimliliğimizi artırabiliyor.

Sporcuların yaşamlarını incelerken, yeteneklerini keşfedenlerin, koçların, onları doğru koçlar ile buluşturanların büyük katkıları var.  Bununla birlikte, Türkiye’de daha az örnek bulabilmekle birlikte, yabancı sporcular ile yapılan röportajlarda, basın toplantılarındaki konuşmalarında, sporcuların, beraber çalıştıkları arkadaşlarından nasıl ilham aldıklarını ve yapıcı bir rekabet ortamı sağlandıysa, kendilerini geliştirmeye ve çalışmaya nasıl motive olabildiklerini görebiliyoruz.

Bugün beni bu konuda bir şeyler yazmaya iten şey aslında Twitter’da karşıma çıkan kısacık bir video oldu.  Tüm bunları hatırlatan ve düşündüren.  Bir sporcu başka bir sporcuya sarılıp ağlıyordu.  



Aslında yıllardır takip ettiğim bu iki sporcu altı yıl gibi bir süre aynı koç ile çalışan, dünya şampiyonaları ve olimpiyatlarda birincilik mücadelesinde birbirlerine önemli rakip olan iki sporcuydu.  

Videoda, olimpiyat şampiyonu olan sporcu aynı olimpiyatlarda üçüncü olan sporcuya sarılıp ağlıyordu.   Nedeni ise beni de şaşırtmıştı.  

İkinci olimpiyat altın madalyasını biraz önce almış ve dalında 66 yıldır yakalanamamış olan büyük bir başarıyı elde etmiş olan sporcu, az önce yıllardır aynı koç ile birlikte antreman yaptığı arkadaşının sporu bırakma kararı aldığını öğrenmişti.  

Videoda göz yaşları içindeki iki olimpiyat altın madalyalı şampiyonun kısık sesle söylediği şu sözler duyuluyordu:  “Şimdi sensiz nasıl yapacağım…” 

Beni etkileyen bir şey de, yıllarca müsabakalarda, farklı ülkelerden oldukları için ülkelerini de en iyi şekilde temsile etmek için, güçlerini sonuna kadar kullanarak azimle mücadele eden, Türkçe’de ezeli rekabet dediğimiz bir kazanma ve başarma arzusu ile yarışan bu iki sporcunun, onca yıl müsabaka dışında dost olabilmeleri ve dostluklarını bu baskı altında bile koruyabilmiş olmalarıydı.  

Dünya şampiyonu ünvanını birkaç kez birbirlerinden alıp verdiklerine şahit olmuştum.  Her ikisinin yüzünde de şampiyonluğu kaybetmiş olmaktan duydukları büyük üzüntüyü ama mesela madalya seramonisinde arkadaşlarının şampiyon olmasından gerçekten mutlu olabildiklerini, kalpten gelen bir samimiyet ve sevinç ile kutlayabildiklerine şahit olmuştum.  Aynı yolu seçen insanların dayanışmasının ve yoldaşlığının güzelliğini görmemi de sağlamışlardı doğrusu. 

Düşünmeden edemiyorum. Gerçek bir şampiyon olmak kazanırken olduğu kadar kaybederken de yaptıklarımızla belli oluyordu galiba.

Ve, sağlıklı bir rekabet, bizi sevgi ve başarı ile ileri götürebilen çok yapıcı, adeta sihirli bir güç olabiliyordu.


Bu konuda yazılacak çok şey var.  Biraz daha araştırmam, biraz daha bilgi toplamam gerekiyor.

Sadece, 
bugün için söylemek istediğim, 
yürüdüğümüz yolda, 
her nereye gitmek istiyorsak,  
ilham alabileceğimiz,
sevgi dolu yoldaşlarımız çok olsun.

27 Şubat 2020 Perşembe

Usta Usta Söyle Bana

Geçenlerde İspanyol spor yorumucularını dinliyordum. Yıllar içinde bu iki kadın yorumcuyu farklı zamanlarda dinleme şansım olmuştu. Gözlem yeteneklerini ve değerlendirme tarzlarını beğeniyordum.  Bu defa, dallarında Dünya’da en üst seviyede olan iki sporcuyu karşılaştırıyorlardı.  

İkisini tarif ederken iki kelime kullandılar. Biri için kuvvet dediler.  Kuvvetli değil, kuvvet. Gerçekten de bu sporcu gösterdiği kuvvet ile başka sporcuların önüne geçmesine bundan sonra pek imkan tanımayacak gibi görünüyor.  Ama diğer sporcu için kullandıkları kelime benim için çok daha fazla şey söylüyordu.  “O,” dediler, “muhtemelen bu dalda, her zaman, gelmiş geçmiş en iyi sporcu olacak, çünkü o şiir.”

Yakından takip ettiğim bu iki sporcu için yapılan bu yorumlar beni düşündürdü. 

Bir işi şiir gibi yapmak, yaptığımız işin “şiir” olması ne demekti?

*

Biliyorsunuz, belki 2000 yılından beri mühendislik bir yana, sosyal bilimler ve insanın sınırsız ve sonsuz dünyasını keşfetmek beni heyecanlandırıyor.  İlk defa Cornell Üniversitesi’nde mühendislik okurken farklı konuşmacılar ve kitaplar ile bu konular dikkatimi çekmeye başlasa da, seçerek daha çok öğrenmeye zaman ayırmam milenyumdan sonra oldu. Ustalık, mükemmeliyet, kendini keşfetmek, kendini gerçekleştirme, liderlik, yaratıcılık, ve mutluluk izini sürdüğüm kavramların bazılarıydı.

Herhangi bir işte tam yetkinliği genelde “ustalık”, “usta olma” ifadeleri ile tarif ediyoruz.  Modern yaşamda uzmanlık olarak tarif ettiğimiz kavram belki ustalık kavramını anlatmak ile birlikte ustalık kelimesi algımızda başka kavramları da çağrıştırıyor. 

Bu arada Türk Dil Kurumu’muza göre, ustalık “becerliklilik, el uzluğu, maharet, usta olma hali yani bir zanaati gereği gibi öğrenmiş ve yapabilen kimse olmak”.  Kurum, uzmanlığı ise “uzman olma hali yani belli bir işte, belli bir konuda bilgi, görüş ve becerisi çok olan (kimse) olma, mütehassıslık, kompetanlık” olarak tarif ediyor.

Ustalığın başka dillerdeki karşılıkları bu kelimeye biraz daha farklı anlamları da ekliyor.  Bilgi, yetki, anlayış ve kavrayış ile bir şeyleri yapmak ya da bir konuya hakim olmak.  Hatta ötesinde, bir konuyu ve işi kendi benliğimiz, bir parçamız yaparak içselleştirmek ve en doğal halimizin o işteki en yetkin uygulamayı yansıtır olması.

Ustalık üzerine bazı klasik tarifler de var.  Kimi ekoller bir konuda en az 10.000 saat çalıştıktan sonra usta olunabileceğini ifade ediyor. Kimilerine göre bunun için en az 10 yıl gerekiyor.  Bir yandan bir işe, her gün ama her gün hakkı ile iki üç saat zaman ayırsak eh bu da 10-12 yıl ediyor.

Ustalık, yapılan işe uzun zamanlar ayırmayı gerektirdiği için bir yandan da yapmayı sevdiğimiz ve yapmayı becerebildiğimiz konular üzerinde çalışıyor olmayı da içeriyor.  Mesela, yabancı dil konuşmayı sevmeyen bir kişinin yabancı dillerde uzmanlaşması belki zorla da olsa mümkün olabilir ama ustalaşması mümkün olabilir mi bilmiyorum.  Ustalık, yaptığınız şeyi seviyor olmayı ve o işe saygıyı da içeriyor.

Nereden gelmiştik bu konuya, şiir gibi spor yaptığı söylenen bir sporcudan.  

İspanyol yorumcuları dinledikten sonra, araştırdım ve  o şiir gibi spor yapan sporcunun eski müsabakalarını, hatta çocukluğundan başlayarak kendisi ile yapılan röportajları, antrenmanlarından yarışmalarına onlarca video kaydını seyrettim.  Kaydı olan takriben yirmi yıllık dönemde, nasıl geliştiğini, nasıl mükemmelleştiğini, nasıl kendini adım adım yaptığı işe kattığını gözlemledim. Tabii, bu gözlemi yirmi yıl boyunca, zaman içinde yapsam ne düşünürdüm bilmiyorum. Neredeyse bir yaşamı birkaç haftada derinden takip etmek ve izlemek enteresandı, bunu da itiraf edeyim. Bir kaç şeyden etkilendim. 

Öncelikle kişiliği. Her zaman saygılı, her zaman nazik, her zaman ince düşünceli, her zaman terbiyeli.  Her zaman diyorum, çünkü istisna yok ve tanıyan herkes bunu söylüyor. Ya da olmadık bir zamanda olmadık bir davranışındaki incelik ile hayrete düşüyorsunuz. Tekrar ve tekrar. Dünya rekoru kırarken de, en zorlu anlarında da. Ustalık sağlam bir kişilik gerektiriyor. 

İkincisi, mütevazılığı.  Hani öyle yapmacık, suni bir mütevazılık değil.  Gerçekten yaptığını daha da ileriye taşımak için duyduğu kendini geliştirme arzusunun yansıması olarak bir yaşam duruşu. Yirmi yıllık dönemde, kendi performansı ile dolu dolu tatmin olduğunu gördüğümüz belki toplam dört, beş müsabaka var.  Ustalara özgü, devamlı öğrenme, devamlı kendini geliştirme hali çok baskın şekilde görülüyor.

Kendi ustalarına ve yaptığı işe saygı.  Sıcak kanlı, samimi ve egodan arınmış yaklaşım ile hocalarına saygısını her zaman ifade ediyor.  Her başarısında önce o başarısını öğretmenlerine ithaf ediyor, sonra onu destekleyenlere.  Yaptığı işe, sporda kullandığı malzemelere, yardım edenlere, müsabakalardaki görevlilere, etrafında kim ve ne varsa teşekkür ediyor, saygı gösteriyor, özenli davranıyor.  Saygı gerçekten yapılana anlam katan ve yine samimiyetle yaşandığında ve yansıtıldığında yaşamı değiştiren bir yaklaşım ve duygu.  

Evet, işte İspanyollar bu sporcuyu şiir olarak tanımlamış.  Spor ile ruhumuza dokunabilmek olarak yorumluyorum ben bunu.  Sporda ve yaşamda bu şekilde bir duruş ile bizlere ilham veren insanlar var.  Sadece, bu vesile ile, ben neleri anlamlı ve değerli bulduğumu bir kere daha fark etmiş oldum.  Geçmişte de ve şimdi de, bir sporcuda, bir iş arkadaşımda, bir liderde, bir komşuda, bir esnafta ya da bir doktorda, yaptığı işte yetkinlik ararken yanında aradığım olmazsa olmaz özellikleri bir kere daha hatırlıyorum.  

Ve tabii, bu, iğneyi kendime batırmayı da gerektiriyor.  Mayıs ayında 50. yaşımı tamamlamaya yaklaşırken, bu tariflere göre ben yaptıklarımla ve yaşamımla neredeyim ve ömrümün bundan sonrasında kim ve nasıl olmak istiyorum?

...

Sevgiyle kalın, yaşam size keyifli keşifler, merak uyandıran sorular ve keşif heyecanınızı çoğaltan yanıtlar getirsin.

4 Ağustos 2016 Perşembe

Karate Sen Bize Neler Söylüyorsun?

Geçen yıl, hatta tarihini net olarak söylemem gerekirse, 31 Ağustos 2015 Pazartesi günü, bana, takriben bir yıl sonra, Fethiye’de biri Türk diğeri İskoç iki Karate Dünya Şampiyonunun yanında oturacağımı, turuncu kuşakla Karate yapan biri olarak onlara tercüme yapacağımı ve en önemlisi konuştuklarının benim için anlamlı gelmeye başlayacağını söyleseler tabii ki inanmazdım. 

Oysa 2016 yılında, Fethiye’de nispeten daha az sıcak bir 3 Ağustos akşamında, Ömer Habeş Hocamın Karate antrenmanından çıkmış, hocalarımızın yanındaki taburede otururken halime şaşıyordum. Dojo’daki misafir hoca İskoçyalı Alistair Mitchell’e antrenmanda tercüme yaparak antrenman yapmıştım.  Ben, Zeynep.  Çocukluğumdan beri sevdiğim Karate’yi, hocalarımızın hemfikir olduğum tarifine göre henüz anlamaya başlamaktan bile uzak olmama rağmen, yapmaya başlamıştım işte. 

Yumruk atıyordum. Farklı tekmeleri atmaya başlamıştım. Mesela mawashi geri tekmelerinde bacaklarımı daha önce hiç yapamadığım kadar yukarıya kaldırmayı başarıyordum.  Bildiğim tekniklerin isimlerinin listesi uzamaya başlamıştı. Karate’nin ‘Do’ denilen yolunun varlığını algılamaya başlıyordum.  Karate’nin Karate olarak Dünya’da duyulmasını sağlayan Üstat Funakoshi’nin kitaplarını okuyor, Hocam Ömer Habeş’in paylaşımlarını dikkatle dinliyordum.  Karate’nin beni güçlendirdiğini, bunu yaparken sakinleştirdiğini görüyordum.

Benim hayatımda, geçen yılın 31 Ağustos günü Karate denilen yepyeni bir sayfa açıldı. O günden beri neredeyse her gün yaşamımda Karate olduğu için şükrediyorum.

*

3 Ağustos akşamı Shihan Ömer Habeş ve Shihan Alistair Mitchell’e tercüme yaparken yine kendimi bir film sahnesinin içinde hissettim.  Bu kendilerine yaptığım ilk tercüme değildi.  Shihan Alistair Mitchell bu yıl Mayıs ayında Fethiye’ye geldiğinde birkaç defa antrenmanda ve antrenman dışında tercüme yapma şansım olmuştu.  Ağustos ayındaki bu yeni ziyaretlerinde ise son iki antrenmanımızdan sonra iki hoca uzun uzun sohbet ediyor ve bu bana tercüme ederken Karate dünyasının gizemli kapılarından içeri bakma şansı veriyordu.  

Karate dünyasının kapılarından içeri girebilmek için zamana ihtiyacım vardı belki ama ömürlerini Karate’ye vermiş iki Karateciyi dinlemek, onların birbirleri ile yaptıkları derin sohbetin bir anlamda parçası olmak muazzam bir şanstı.  Bir yandan tercüme yaparken, diğer yandan kendimi belki hiç olmadığı kadar şanslı hissediyordum.  Bir film seyrediyor gibiydim ve o filme sanki  filmin sahnelerinin içinden seyrediyor gibi yakındım.

*

Hocalar neler konuştular?

Öncelikle birbirini çok iyi anlayan iki insandılar.  İki ayrı dili konuşmalarına, dinleri, milletleri farklı olmasına rağmen birbirini çok iyi anladıkları anlaşılan iki insandılar.  Ülkelerini en üst seviyede temsil etmiş, madalyalar, Dünya Şampiyonluğu kazanmış iki sporcuydular ama her ikisinin de neredeyse her tercüme ettiğim konuşmalarında söyledikleri bir şey vardı. Onlar Karate sporcusu değillerdi. Onlar Karateciydiler. Karate yapan insandılar.  Bu ayrımı anlamak onları anlayabilmek için çok ama çok önemli bir detaydı.

Hoca olarak, eğitmen olarak en büyük üzüntüsünün öğrencilerinin onlarla çalıştıktan sonra ayrılması, Karateyi bırakması veya başka biri ile çalışmaya devam etmesi olduğunu söyledi Ömer Hoca.  "Üzülüyor insan," dedi.  Öz babasını bırakıp üvey babası ile olmaya gitmek gibidir bu hoca değişiklikleri diye anlattı. Bu yolun ilerlemeyi yavaşlatabildiğini.  Ve sonra baba evlat kavuşulsa da bir kırgınlığın, kalp kırıklığının yaşanabildiğini.  Shihan Mitchell de benzer şeyler hissediyordu.  Her öğrenciyi kazanmanın mümkün olmadığını ve bunun umudu ile çalıştıklarını.

İyi hoca olmanın tarifini yaparken iyi insan olmanın önemli olduğunu söyledi Ömer Hoca.  Alistair Hoca, iyi insan olmaya çalışıyorum, deniyoruz, diye vurguladı defalarca. İyi hoca kendi hocasını geçmeli ve kendisini geçecek öğrenciler yetiştirmeli, dediler.  Bunu arzuladıklarını, hedeflediklerini söylediler.  İyi hoca olmak zordu.  İyi öğrenci bulmak belki ondan daha zordu.

Ömer Hocamız 3 Ağustos akşamı antrenmanın sonunda daha önce birkaç defa söylediği bir şeyi tekrarlamıştı. "Aranızdan belki çok azı Karate’ye devam edecek.  Bin kişiden bir kişi belki devam edecek.  Ve o kişi belki söylediklerimi bir gün başkalarına anlatacak," demişti.  Öğretmen olarak verilen onca emeği alanların çoğu Karate yolunu bırakacaktı.

O zaman emekler boşa mı gidiyordu?

“Emekler hiçbir zaman boşa gitmez,” dedi Ömer Hoca.  Alistair Hoca kendi yaşamından bir hikayeyi paylaşmıştı.  15-20 yıl kadar önce bir arkadaşının öğrencileri olan iki genç onun Dojo’suna gelmişlerdi.  14, 15 yaşında iki delikanlı.  Biri Karate’yi benimsemiş, asker olarak kendine iyi bir kariyer yapmış ve güzel bir aile kurmuştu.  Diğer genç ise, o dönemlerde alkol, uyuşturucu ve çetelere karışarak yaşamını bozmuştu.  Alistair Hoca, “Onu kaybettik, demiştim” diye anlattı. “Bu çocuğu kaybettik, dedim.” 

Aradan yıllar geçiyor bir gün Facebook’ta Alistair Hoca’ya bir mesaj geliyor.  O kaybedilen çocuktan. Hocam ben şu kişiyim diye kendini tanıtıyor.  Bu genç adam üç, dört yıl gerçekten hayatında çok karanlık ve ters şeyler yaptığı bir dönem yaşıyor.  Sonra onsekiz yaşına geldiğinde bir anda Karate’yi hatırlıyor.  Karate ile yaptıklarını, Karate’nin hocalarından öğrendiği yaşam prensiplerini.  Ve ben böyle devam etmeyeceğim, hayatımı düzelteceğim, diyor.  Japonya’ya taşınıyor, Japon bir hanım ile evleniyor, Karate ile yakından ilgileniyor, Hoca oluyor, kendi Dojosunu açıyor ve çocukları şampiyon olarak yetiştiriyor.

Alistair Hoca’yı en çok etkileyen nokta, şimdi otuzlu yaşlarındaki bu genç adamın, “Hayatımı Karate kurtardı, dediklerinizi, öğrettiklerinizi hatırladım, hayatımı düzelttim, teşekkür ederim,” demesi.  Yıllar sonra onu bulup bunu söylemesi.  “Onu kaybettiğimizi düşünmüştüm,” diye anlattı Alistair Hoca.  “Ama kaybetmemişiz.  Başarmışız.”  Ömer Hoca da yaşamında buna benzer çok örnek olduğunu ekliyordu.

Gençleri, çocukları iyi insan yapmak, gelişmelerini sağlamak, onlara iyi örnek olmak belli ki onların ortak hedefi. Bu şefkatli ve sakin savaşçıların yaşamlarında o kadar çok deneyim var ki. Alistair Hoca o sakin tebessümü ile, “Biz öğrenmek için çok mücadele verdik. Bilgimizi, otuz yılda öğrendiklerimizi yeni nesillere aktarma şansımız olsa da onlar bizim kaybettiğimiz zamanı kaybetmeseler,” diyordu.  “Biz deneme yanılma yoluyla öğrendik,” diyordu Ömer Hoca.  “Tüm teknikleri, bilgileri bir anda alabileceğim bir kişi yoktu ki”, diye anlatıyordu. “Dünyada birkaç iyi hoca vardı ve bizim onlarla bir araya gelme şansımız yoktu.”

Bir telefondan dünyadaki Karate bilgisine ulaşmanın artık mümkün olduğunu paylaşıyorlardı.  “Kötü Karate için artık mazeret yok,” diyordu Alistair Hoca.  Gerçekten onların yaşadıkları şartlarda bu kadar başarılı olmak, Karate’yi onların başardığı şekilde doğru yaşamak ve doğru yapmak için gerçekten çok emek vermiş olmalıydılar.

*

Ömer Hocamın hayatıyla ilgili önemli bir anıyı da bu akşam ilk defa dinleme şansım oldu. Alistair Hoca’ya anlatırken.  Esasında iyi insan olmaktan, iyilik yapmaktan, başkalarını, özellikle öğrencilerini kötü örneklerden uzak tutmaktan, iyiye doğru yöneltmeye çalışmaktan bahsediyorlardı. Yol göstermekten ve öğrencinin o yolu kendinin yürümesi gerektiğinden. İşte sohbet öyle bir noktaya geldi ki Ömer Hocamızın Almanya’da kaldığı on yıl boyunca haftasonları yaptığı Karate seminerlerinin ücretlerini Almanya içinde ve Afrika’da farklı ihtiyaç sahiplerine yardım için kullandığını, alkol ve uyuşturucu bağımlılarının rehabilitasyonu için çalıştığını, çok farklı millet ve ihtiyaçtaki insanlara yıllarca yardım ettiğini öğreniyorduk.  

“Ben ırkçılığı bilmiyordum ama Almanya’da bunu gördüm. O yüzden seminerlerimde hep, Dünya’da hiçbir Karateci ırkçı değildir, diye bir başlık kullanırdım," diye anlatıyor.

Ömer Hoca Almanya’da bir Türk olarak ırkçılığı çok farklı şekillerde görüyor ve yaşıyor.  Bu tecrübe ile kendi yardımlarında, kendi çalışmalarında bunu ortadan kaldırmak için özel bir gayret gösteriyor. Çok farklı kesimlere yardım ediyor.

Öyle ki, bir gün çalıştırdığı takımın olduğu eyaletin polis müdürü kendisini arıyor ve Alman Cumhurbaşkanından bir mektubu olduğunu haber veriyor. Zaten arkadaşı ve öğrencisi olan polis müdürü kendisine resmi bir ziyaret yapıyor ve üç ay sonra kendisinin Alman Cumhurbaşkanı tarafından Bonn’a, Alman Parlamentosuna davet edildiğini ileten mektubu ulaştırıyor.  İlgili eyaletin milletvekilleri ile belirtilen tarihte Bonn’a gidiyor Ömer Hoca.  Meclis Başkanı kendisini karşılıyor.  Orada mecliste konuşuyor.  Irkçı bir gazetecinin üzücü sorularına da maruz kalıyor. Salondaki kimi kişilerin alkışladığı üzücü bir soruya.  Ama “Biz Karateciler hızlı düşmek zorundayız,” diye hatırlatarak o gazeteciye verdiği cevapla Meclis salonundakilerin kendisini ayakta alkışladıklarını paylaşıyor.

Soru gerçekten üzücü bir soru.  Gazeteci şöyle soruyor, “Bir Müslüman olarak Usame Bin Ladin’in yaşattığı vahşete üzülmüyor musunuz?”  İnsanlara farklı sosyal hizmetleri nedeni ile Alman Meclisine davet edilmiş bir kişiye dini nedeni ile bu soruyu sormak nasıl bir düşüncedir.  Ama bu soru soruluyor.  Ömer Hoca bahsettiği hızlı düşünme ile şu yanıtı veriyor, “Hitler'in milyonlarca kişiye yaşattığı vahşete sizin bir Hristiyan olarak çok üzüldüğünüz gibi ben de aynı şekilde üzülüyorum.  Evet, çok üzülüyorum,” diyor.  Meclis salonunda beş saniyelik kısa bir sessizlikten sonra tüm salon kendisini ayakta alkışlıyor.

*

Fethiye’de, geçtiğimiz günlere göre nispeten daha az sıcak bir 3 Ağustos akşamında, Ömer Habeş Hocamızın Dojo’sundaki Karate antrenmanımız sonrasında, iki Dünya Şampiyonuna tercümanlık yaptım ben. 

Birbirini çok iyi anlayan, birbirine gerçekten saygı duyan, bunu söyledikleri kadar gözlerinden yansıyan söylenmeyen sözleriyle de anlatan, çok benzer yaşam maceralarını kendi özgün hikayeleri ile yaşayan, örnek alma şansına kavuştuğum bu iki iyi ve değerli insanı tanıdığım için kendimi gerçekten ama gerçekten şanslı hissediyorum.

9 Aralık 2013 Pazartesi

Lions 50. Yıl Tenis Turnuvası 16-26 Aralık 2013 Tarihlerinde İzmir'de


İzmir'de 16-26 Aralık 2013 tarihinde yapılacak olan Lions 50. Yıl Tenis Turnuvası ile ilgili bilgiler bana gelmeye devam ederken Fethiye'de tenis ile ilgilenen kimler var bilmediğimi fark ettim. İlgi duyanlara ulaşması dileğiyle paylaşıyorum.

Tenis ile ilgim babamın bana ve ağabeyime 9-10 yaşımızdayken Türkiye'ye bir müsabaka için gelen yabancı bir tenisçiden aldığı tenis raketleri ile başladı. O yıllarda raket bulmak da bir meseleydi. 


Son defa kort içinde elime raket alışım ise sanırım 1995 yılıydı. İstanbul'da, Conrad Oteli'nin tenis kortunda. Bir bayramın son günlerindendi. Sahada sağ ayak bilek lifimi koparmıştım, tabi o aşamada liflerimin koptuğunu bilmiyordum ama durumun ciddiyetini anlayabilecek kadar bilek burkulma tecrübem vardı. Ambulans bir türlü gelmediği için omuzlarda arabaya taşınarak Amerikan Hastanesi'nin acil servisine götürülmüştüm. Otelinde hiç yardımcı olmadığını hatırlıyorum. Değişik bir tecrübeydi.


Sonrasındaki fizik tedavi süreçlerinde, Ortaköy'de, artık yerinde yeller esen Yüzme İhtisas Spor Kulübü'nde yüzme öğrendiğim günden beri çok sevdiğim, yüzme hayatımda daha çok yer bulmaya başladı.


Elime bir daha tenis raketi almadım, o çekingenliği içimden tam atamadım, ama keyifle tenis oynayanlara özenmeye, onların keyfinden keyif almaya devam ediyorum.


Sevdiğimiz sporları yapma, yaşamda bize keyif veren şeyleri yapma yolumuz hep açık olsun.