İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Lions etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Lions etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ocak 2021 Pazartesi

Yaşamın Tesadüfleri Hikayelerle Bizi Tamamladığında



1950’lerin İstanbul’una dair bildiklerim daha çok babamın fırsat oldukça anlattılarına dairdi.
  Esasında İstanbul’un 1945 ile 1951 yılları arasındaki dönemi hakkında anlattıklarına.


İstanbul’daki yaşama dair öğrendiklerim, özellikle 1945 yılında babamın İstanbul Teknik Üniversitesi’nin, Gümüşsuyu’ndaki binasında inşaat mühendisliği okumaya başlamasıyla başlıyordu.  


Aslında babam, annesi tarafından kısmen Afyon’lu olan kendi ailesinin Kurtuluş Savaşı başlarken İstanbul’dan fark edilmeden ayrılma hikayelerinden bahsederken de İstanbul’u biraz anlatmıştı.  


O yıllarda Beşiktaş Akaretler’de bir evde oturan ailesinin, asker olan babası, yani Dedem Yusuf İzzettin ile birlikte, İstanbul’dan Kurtuluş Savaşı’na katılmak için nasıl hazırlandılarını, annesinin evdeki eşyaları farkettirmeden yavaş yavaş satması ile Anadolu’ya kaçışlarını.


*


Babam öldüğünde 34 yaşındaydım.  Genç denilemeyecek bir yaş belki. Bununla birlikte, benim ortaokul, lise yıllarımda babamın şantiyelerde olduğu dönemler, benim üniversite için Amerika’da olduğum yıllar, sonrasında birlikte çalıştığımız 12 yıl boyunca o zamanlar çok şey öğrendiğimi hissettiren ama babamın kişisel tarihine dair aslında ne kadar az soru sorduğumu farkettiren dönemler.  Çocukken, belki tüm çocuklara özgü bir merakla, sonu gelmeyen sorular yaşamımın parçasıyken, sorularımı sesli olarak sormaya nedense oldukça ara vermiştim.  


Belki babamla yaşarken babama benzeyerek gözleyerek keşfetmeyi seçmiştim. Şimdiki aklım olsaydı, babama çok daha fazla şey sorardım.  Esasında babamın vefatından birkaç ay önce, bugünlerde tekrar bir atölyesine katılmakta olduğum yazar Mario Levi ile bir kursu yeni tamamlamış ve sonunda babamın hayat hikayesini yazmaya karar vermiştim.  Beni muazzam heyecanlandıran ve yeniden yaşamaya başlamışım kadar mutlu eden haberi, yazı ile ilgili sürecimi paylaştığım bir arkadaşıma Ortaköy Camii’nin hemen yanıbaşındaki bir kafenin dışarıdaki bir masasında öğle yemeğimizi yerken müjdelediğimi hatırlıyorum.  


Belki o nedenle, babamın 2004 yılının Eylül ayındaki vefatından sonra bir süre yazı ile ne yapmak istediğime karar veremedim.   Birkaç yıl da yazmadığımı söyleyebilirim.  O günlerde bireysel yaşamında da birçok değişim oluyordu.  Fethiyeli olma sürecim başlıyordu.  2004 ile 2007 arasındaki yıllar birçok yeni başlangıca vesile olacaktı.


*


2004 yılında Mario Levi ile yaptığımız grup çalışmasının sonunda, babamdan yola çıkarak uzun bir hikayeyi kaleme almaya cesaretlenmişken, o günlerden bugüne roman ya da hikaye değil ama sayıları 700, 800’ü bulan Türkçe ve İngilizce yazılar yazdım. Yazdıklarımın bir kısmını altı Türkçe, iki İngilizce kitapla paylaşmam da mümkün oldu.  Ama 2004 yılının Haziran ayında Ortaköy’de kendine göre hayatındaki en önemli kararlardan birini paylaşan ve bunun heyecanı ile adeta hoplayıp zıplayarak yürüyen Zeynep ile babası ile aynı yılın Eylül ayında vedalaşmak zorunda kalacak olan Zeynep’in düşünüş ve his dünyasında çok büyük farklar olacaktı.


Kitap okumayı, edebiyatı hikayelerle sevdim.  İlkokul’dan başlayarak, ortaokul ve lisede alevlenerek büyüyen tutkunluğum beni bitmeyen bir iştahla hikaye ve özellikle roman okumaya itti.  Çalışkan bir öğrenciydim ve dersler dışında özellikle ortaokulda en büyük tutkum okumaktı.  Bazen haftasonu bitiremediğim bir kitabı teneffüslerde okuyup bitirmek isterdim.  Hikayelerin içinde kaybolmak, yeni dünyaları keşfetmek muazzam bir duyguydu.


*


Roman okumayı bu kadar severken, babamın hikayesi ile olan iç mücadelem nedeni ile romanla arama bir mesafe koyduğumu yıllar sonra fark ettim.  Aradan geçen 16, 17 yılda onlarca farklı konuda yüzlerce kitap okudum ama okuduğum roman sayısı bunların çok küçük bir kısmıydı.  O süreçte belki çocukluğumdaki heyecan ile okuduğum bir roman, Louise de Bernier’in bir mübadele hikayesi olan “Kanatsız Kuşları”ydı.  Bu romanı ve kendisinin diğer kitaplarını okumaya iten şey Fethiye’de düzenlenen kültür sanat günlerinde kendisinin tercümanlığını yapacak olmamdı.  


Esasında oldukça ünlü olan bu yazarın “Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini” kitabından uyarlanan, başrollerini Nicholas Cage ve Penelope Cruz’un oynadığı “Corelli’nin Mandolini” filmini seyretmiştim ama kitabı okumamıştım.  Louise de Bernier’in tercümanı olacak isem, ne yazdığını bilmem, onu tanımam gerekiyordu. Yani, en azından ben böyle düşünmüştüm. 


O nedenle, hızla Fethiye’deki bir kitapçıdan satın aldığım Türkçe kitaplarını ortaokul, lise yıllarındaki gibi bir iştahla okurken, İngilizce kitaplarını da Amazon’dan sipariş etmiştim.  Kendi dilindeki ifade şeklini de anlamak istiyordum. 2011 Mayıs ayının ilk günlerde, farklı toplantı ve oturumlarda kendisinin tercümanlığını yapmış olmak hayatındaki en güzel, en ilham verici günlerden oldu.   


Bu nedenle, Fethiye Kültür Sanat Günleri organizasyon komitesine, Fethiye’ye çok uzun zaman teşekkür ettiğimi hatırlıyorum.  Esasında, geriye dönüp bakınca, 2005 yılı ile başlayan Fethiye maceram beni belki İstanbul’un göbeğinde nedense ulaşamadığım insanlar, imkanlar ve fırsatlarla bir araya getirdi.  Gökyüzünden, muhtemelen yamaç paraşütü ile Babadağ’dan sahile uçuş yaparken çekilmiş Ölüdeniz fotoğrafları ile Türkiye’nin turizmdeki yüzü olan Fethiye, beni de, yıllar içinde, öngörülemez şekilde dünya ile buluşturacaktı.


*


Roman konusuna geri dönersek, belki o rüzgar ile okuduğum Louise de Bernier romanları dışında, babamın ölümünden sonraki 16, 17 yıllık dönemde, okuduğum Ayn Rand romanları bana tekrar o tadı vermişti.   Sayabileceğim, beni gerçekten heyecanlandıran belki beş, on roman daha var ama diğer okuduğum romanlarla aramdaki, varlığının nedenini sonradan anlamaya başladığım, görülmez bir duvarı, o günlerde tam aşamadığımı söyleyebilirim.   Babamın vefatından sonraki yıllar, hayatımdaki ilk defa bir romanı yarım bırakmanın ne olduğunu da öğrendiğim yıllar oldu.  İstanbul ve Fethiye’deki kütüphanelerimde alınmış ve okunmamış kitapların ağırlığının romanlar olduğunu görmek enteresandı.  Ve sorun romanlarda değil muhtemelen bendeydi.


*


1950’lerin İstanbul’undan bahsediyorduk. 


Rahmetli Babamın, gençliğinin İstanbul’una dair anlattığı anılarının büyük bir çoğunluğunun geçtiği yerler, inşaat mühendisliği okuduğu üniversitesinin çevresi olan Taksim, Beyoğlu, Dolmabahçe’ydi.   Arada buna Moda ve Boğaziçi eklenirdi.  Yıllar sonra babam, evlenip bu defa İstanbul’da, bugünlerde Swissotel’in olduğu, Dolmabahçe Sarayı’nın arkasındaki tepede, Akaretler ile Maçka arasındaki bölgede annemle birlikte yaşamaya başlamıştı. Ben ve ağabeyim, o mahalledeki ilk evlerinde değil, bir yıl kadar sonra taşındıkları bir kaç sokak alttaki, Vişnezade Camii’nin karşısındaki Tan Apartmanı’ndaki, otuz yıla yakın zaman geçirdiğimiz ikinci evimizde otururken doğacaktık.


Babam üniversiteye başlarken İstanbul’a geldiğinde, önce İstiklal Caddesi’nde Rum bir hanımın işlettiği misafirhanede kaldığını, sonra üniversitenin yatakhanesine geçtiğini anlatmıştı.  Babasının asker olması nedeni ile çocukluğu ve gençliği farklı şehirlerde geçen babam, Eskişehir Lisesi’nden mezun olmuş ve 1945 yılının sonbaharında İstanbul Teknik Üniversitesi’nin sınavlarını kazanarak mühendislik okumaya başlamıştı. 


Yazılarımda babamdan sık bahsettiğimi birçoğunuz biliyorsunuz. Bunda yaşamımda çok büyük katkısı olmasının etkisi var.  Bununla birlikte, bugün geriye dönüp baktığımda, 2004 yılının Haziran ayında kendimce karar verdiğim, hatta babama “Babacığım ben Mario Levi ile kursumu bitirdim, sizin hayat hikayenizi yazmak istiyorum,” dediğim günlerin ve onun tanıyanların bildiği kendine özel, gözlerinde bir ışıltı ile paylaştığı mutluluk ve onaylama gülümsemesi ile yanıt verdiği günün de etkisi var.  Kendime ya da ona verdiğim bir sözü, o güne kadar onun yaşamını yeterince öğrenmeyi ertelediğim ya da başaramamış olduğum için gerçekleştirememiş olmanın etkisi.


*


İşte, yıllar sonra, yaşamda bazen olduğu gibi, yaşam, olaylar, bazı kördüğümleri beklemediğimiz anlarda kendiliğinden açabiliyor.  Bunu sadece yaşamın bir hediyesi olarak görmek mümkün olmakla birlikte, yaşamın işaretlerini, içimizdeki uyandırdığı hislerin izini takip etmenin hediyesi olarak da görebiliriz.


2021 yılının bana böyle bir hediyesi de, 5 Ocak günü Twitter’da gördüğüm bir haber ile başladı. İstanbul Modern’in ev sahipliğinde Mario Levi ile bir hikaye ve roman atölyesi başlayacaktı.  Zihnim bir anda Mario Levi ile Nişantaşı’da katıldığım yazıda yaratıcılık atölyesine gitti. O günden bugüne yaşamımda çok hızlı bir yolculuk yapmış, zihnimde bunlar olurken hemen bu atölyeye kayıt olmuştum.  Esasında bunları yaparken az önce bahsettiğim bir çok şeyin farkında değildim ya da Twitter’da okuduğum o kısa duyuru ile inanılmaz bir hızla farkına varıyordum.


Tüm bunlar olurken, esasında eş zamanlı olarak, sonradan benim için farklı bir başlangıca vesile olacak başka bir şey oluyordu.  Mario Levi ile hikaye ve roman atölyesine kayıt olmadan takriben bir buçuk saat kadar önce. 


Pandemi nedeni ile annemin evinde geçirdiğim günlerin her günkü parçası olduğu gibi binamızın apartman görevlisi sabah alışverişlerini getirmeden az önce, bir eposta göndermiştim.  Çanakkale’de yaşayan ve sivil toplum çalışmaları sayesinde tanıdığım Öznur Doğangün’e.  


Özetle, bir iki yıldır birlikte ortak çalışmalarda görev yaptığımız Öznur Hanım’ın üyesi olduğu Çanakkale Lions Kulübü’nün bağlı olduğu Lions Federasyonu’nda bir kitap kulübü vardı.  Pandemi nedeni ile sanal toplantılarla buluşuyorlar ve paylaşımlarını internette görüyordum. Esasında Öznur Hanım sanırım bu kitap kulübünden sohbetlerimizden birinde de bahsetmişti ama gerçekten farkına varmam sosyal medyada gördüğüm kitap kulübü paylaşımlarıyla olmuştu.  


İşte o 5 Ocak sabahı, annemin evindeki kütüphane bana ait olan kitaplara bakarken iki kitap gözüme çarpmış ve bu kitapları Öznur Hanım’ın Lions Kitap Kulübü’ne tasviye etmek aklıma gelmişti. 


Viktor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” ve Rollo May’in “Yaratma Cesareti”.  Esasında Öznur Hanım’a eposta yazarken niyetim, sadece ilgilerini çekebileceği düşüncesi ile bu iki kitabı onlara önermekti.  Bununla birlikte, epostayı yazarken, epostanın sonuna geldiğimde, kendimi “Acaba ben de kitap kulübünüze katılabilir miyim,” diye sorarken buldum.  Epostanın sonunda,  kişisel paylaşımların yapıldı bu gibi gruplarda grubun oluşan bağları ile bazen dışarıya açılmasının uygun olmayabileceğini hissederek,  uygun olmazsa bana hayır demekten çekinmemesini belirtmek ihtiyacı da hissetmiştim.


Öznur Hanım’dan, epostayı geç farketmesi ile iki gün sonra gelen yanıt, ilk epostayı yazdıktan hemen sonra hikaye ve romanların dünyasına tekrar yakınlaşmak kararı ile attığım adımla daha da mutluluk verici olmuştu.  Kulübün grubuna beni dahil etmeleri ile birlikte konuşacağımız ilk kitabın bilgisi de bana ulaşıyordu.  Osman Balcıgil’in “En Hüzünlü Eylül”ü. 


Kitabın kargo ile elime ulaşması birkaç gün alacak ve kitabın kapağındaki yazıları okumam ile birlikte benim için Türkiye’nin, İstanbul’un ve babamın yaşamına dair bir yolculuk başlayacaktı.  Kitabı okumayı bitirdiğim 23 Ocak akşamına kadar, bu hüzünlü ve ağır hikayenin, yaşamımda sadece bir dönemi daha iyi keşfettirmekten ve buna bağlı birçok şeyi daha derinden sorgulatmaya başlamaktan çok öte, edebiyat ve roman ile bağlantımda sanki geçmişle geleceği birleştiren enteresan bir köprü görevi görecek olmasıydı.



Romanda geçen tarihlerde takriben babamla akran olan karakterler Suzan ve Yorgo’nun yaşamlarını okurken seyretmek, babam ile daha önce kurduklarımdan farklı bir bağ kurmamı, adeta onunla benzerini daha önce hissetmediğim şekilde, yokluğunda birlikte zaman geçirmemi ve sanki bu sayede, biraz küstüğümü fark ettiğim hikayeler ile barışmamı sağlıyordu.


5 Ocak gününden sonra iki kitap okudum.  Biri Osman Balcıgil’in “En Hüzünlü Eylül”ü.  Diğeri de, Mario Levi’nin verdiği bir ödev nedeni ile Gabriel Garcia Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık”ı.  Osman Balcıgil ile 1950’lerin İstanbul’unda babam ile gezinirken, Marquez ile de esasında çocukluğum ve edebiyata olan tutkumla buluşuyordum.  Çünkü Nobel Ödüllü ünlü Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in bu çok bilinen kitabı, 1984 yılında bir ortaokul öğrencisi olarak karşıma çıkmış ve edebiyata aşık olmamı sağlayan ve bitmesine katlanamadığım için son iki sayfasını 37 yıl boyunca okumadığım tek kitap olmuştu.


12 Ağustos 2020 Çarşamba

Japonya'ya Teşekkür




Bugün bir teşekkür daha etmek istiyorum. Esasında birkaç kişiye.

Yaşadığımız Pandemi süreci, yüreğimize gelen teşekkürleri söylemenin önemini bana farklı şekilde hatırlatıyor. Geleceğin belirsizliğini biraz daha yoğun olarak hissettiğimiz bu günler, söylemek istediklerimizi söylemeyi, en azından bana, daha çok hatırlatıyor.

Japonya'ya yaptığım seyahatlerin en az iki tanesi Wakayama Lions Kulübü Üyesi, Değerli Türk Dostu Sayın Lion Seiji Mukaiyama'nın Türk-Japon Dostluğu adına düzenlediği konserler nedeniyleydi. 2010 yılında Ooshima Adası'na ve oradaki şehitliğe ziyaretim ise, başka bir nedenle Japonya'da bulunduğum bir gezide, Sayın Mukaiyama'nın daveti ve evsahipliğe ile geçirdiğim bir günde gerçekleşmişti.

Sayın Mukaiyama, Lions MD118 Konseyimiz ve Lions 118R Yönetim Çevremiz ile ortak çalışmaları ile 2010 ve 2011 yıllarıda İstanbul'da ve İzmir'de iki Türk-Japon Dostluk konseri de düzenledi. Bu konserlerin masraflarını karşılamakla kalmadı, Japonya'daki konserlerinde olduğu gibi Türkiye'deki konserlerininde de gelirlerini Türk Lions Ailemize bağışladı. 

Japonya'da 2020 yılının Temmuz ayında düzenlediği ilk Türk-Japon Dostluk konserinin gelirini, üyesi olmaktan onur ve mutluluk duyduğum Muğla Fethiye Lions Kulübümüze bağışlamıştı. Biz de bu bağış ile AKUT Fethiye Ekibi ile ortak bir çalışma yaparak bazı gerekli cihazların teminini sağlamıştık.

Sayın Lion Seiji Mukaiyama, detaylara verdiği önem, titiz çalışma şekli, ince düşünceli yaklaşımı, zerafeti, nezaketi, Türk-Japon dostluğuna inancı, bana ve Türk Lions Ailemize verdiği ve gösterdiği değer ve bunu yaptığı çalışmaların her alanına yansıtması ile bana her zaman ilham veriyor. Kendisi ile Japonya'yı farklı boyutları ile tanırken belki yaşama dair de çok şey öğrendim diyebilirim. Kendisine her zaman müteşekkir olacağım. 

11 Mart 2011 tarihinde Tōhoku bölgesinde yaşanan 9 büyüklüğündeki Büyük Japonya Depreminde, Japonya'nın içme suyu bulma konusunda bir sorun yaşadığını öğrenince, Antalya Lions Kulüplerimizin temin ettiği ve gönderimini organize ettiği içme suyunun Japonya'da dağıtılmasında köprü oldu. 

Bu vesile ile, 2010-2011 döneminde Antalya Lions Kulübü'nün başkanlığını yapan Sayın Lion Feridun Uyar'a ve Antalya Falez Lions Kulübü'nün başkanlığını yapan Sayın Lion Cengiz Halil Candurmaz'a da, tüm emeği geçenler ile birlikte tekrar teşekkür ediyorum. Anlamlı bir çalışma yapmamıza ve bize her zaman destek olan Japonya'ya, belki manevi değeri önemli olan bir katkı sağlama şansı yarattılar. Japon Lions Ailesi de bu değerli destek nedeni ile kendilerine 2011 yılında takdir ve teşekkür belgeleri takdim etmişlerdi.

Tabii tüm bu organizasyonların ve çalışmaların yapılabilmesi için dil bariyerini aşabilmek gerekiyordu. Son on yıldır ara ara devam ederek ve son on ayda da daha sıkı bir program ile öğrenmeye devam etmeye çalışsam da, Japonca gibi bir dili öğrenmek kolay değil. Bu teması kurabilmemiz, on yılı aşkın bir süredir devam eden çalışmaları sürdürebilmemiz, çok değerli bir Türk, Japonya'da öğretim görevlisi olarak bulunan ve yaşayan Sayın Halit Mizrakli sayesinde olabildi. Sayın Mızraklı disiplinli ve özverili yaklaşımı, çalışkanlığı, bilgisi ve tecrübesi ile sadece iletişimde önemli bir köprü olmakla kalmadı, bir çok organizasyonun çok önemli aşamlarını organize ve koordine etti. Kendisine yürekten teşekkür ediyorum. Türk-Japon Dostluğuna, Türk Lions ve Japon Lions Ailelerine katkısı gerçekten çok büyük. 

Ve şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, Japon arkadaşlarım Sayın Halit Mızraklı Kardeşim ile tanıştıklarında, Sayın Mızraklı'nın Japonca'sının kendi Japoncalarınından bile iyi olduğunu söylemişlerdi. Diliyorum bu Değerli Kardeşimin yolu her zaman iyiliklerle açık olur.

Eğer Pandemi süreci yaşanmıyor olsaydı Mayıs ayında Sayın Seiji Mukaiyama'nın üyesi olduğu Wakayama Lions Kulübü'nün 60. Kuruluş Yıl Dönümü kutlamalarına katılmak için Japonya'da olacaktık. Yaşamın bizler için farklı planları varmış. Bununla birlikte, başta Sayın Seiji Mukaiyama ve Sayın Halit Mızraklı olmak üzere, farklı kampanyalar ile Türk Lions Ailemize destek gönderen tüm Japon Lionlara, tüm Japon Lions Yönetim Çevrelerine tekrar yürekten teşekkür ediyorum. Diliyorum ki gösterdikleri dostluk ve dayanışma onları daha da kuvvetlendirsin.

Yürekten sevgilerimle.


5 Ağustos 2020 Çarşamba

Acının Eşiği


Beyrut’a hiç gitmedim.  


Beyrut’u sanırım ilk defa dört, beş yaşlarındayken kısa bir tatilden döndüklerinde annem ve babamdan dinlemiştim.  İkisi de hayran olarak dönmüşlerdi.  


İsmini doğru hatırlamıyor olabilirim ama sanırım Casino du Liban’da seyrettikleri bir showdan bahsetmişlerdi. Sahnede uçaklar ve filler olduğundan. 


Sonra, bundan çok kısa bir süre sonra, iç savaş başlayıp Beyrut zarar görmeye, adeta yıkılmaya başladığında her ikisinin de bu şehir için üzüldüğüne şahit olmuştum.  Uzun yıllar süren savaş ile ilgili neredeyse her haberde annemin içinin sızladığını fark etmiştim.   


Çok güzel bir şehirdi, diye tekrar ederdi.  Annem Beyrut’tan sonra Paris’e gittiğinde, Paris’in farklı göründüğünü, mesela Beyrut’taki Dior mağazasının vitrinin Paris’tekinden mukayese kabul etmeyecek kadar güzel ve etkileyici düzenlenmiş olduğunu gibi detayları da anlatırdı.


2019 yılının Mart ayında Lions Kulüpleri Birliğimizin Akdeniz Konferansı Beyrut’ta yapılmıştı ve esasında benim gitmem gerekiyordu. Hatta, o dönemde Lions’un bir uluslararası yarışmasında Liderlik alanında New Voice, Yeni Ses olarak seçildiğim için Uluslararası Başkanımızın da orada beni takdim etmek için katılmamı rica ettiğini de iletmişlerdi ama mümkün olmadı.   


Şimdi dünden beri gelen haberler ile Beyrut’un yaşadığı ve muhtemelen henüz tam boyutunu idrak edemediğimiz liman patlamasının, bu şehre, Lübnan’a ve insanlarına neler yaşatacağını da tahmin etmemiz mümkün değil.


Haberi televizyonda görür görmez, bilgisayarımın başına geçtim ve Lübnanlı arkadaşlarımın sosyal medya paylaşımlarına baktım.  Sayfalarında bir haber olmadığını görünce bu defa kendilerine özel mesaj yazdım.  Yanıtları gelmeye başladıkça rahatlarken Beyrut’ta yaşananın boyutları ortaya çıkmaya başlıyordu.  


İlerleyen saatlerde akmaya başlayan görüntülerin çoğuna bakamadım.  Birkaç tanesinden sonra Beyrut ile ilgili videoları seyretmeye gönlüm elvermedi.  Yerli, yabancı haber kanallarından akan haberler pek umutlu görünmüyordu. 


Görmediğim bu şehir ve insanları için yüreğim sızlamaya, ya da daha doğrusu, sanki göğsümün ortasına bir taş konulmuş ve bastırılıyormuş gibi değişik bir baskı hissi gelmeye başladı üzerime.  Özellikle annemin çocukluluğumda duyduğum sözleri geldi kulağıma. Ve annem dün de haberleri seyrederken benzer şeyler söylüyordu.


Twitter’da akan haberleri görmezden gelmeye çalışırken gözüme Sayın Elfin Tataroğlu’nun kısa paylaşımı takıldı.  Belki de bu söz yüreğimde tanımadığım bu şehir için hissettiğim ağırlığın nedenini anlatıyordu:


“Kentlerin bir acı eşiği olsa Beyrut bunu çoktan aşmış olurdu. Bu kadar acı yeter…”



Başsağlığı, kuvvet ve sabır diliyorum Lübnan’a ve Beyrut’a.  Huzur dolu güzel günlere ulaşacak gücü bulabilmeleri dileğiyle.

18 Ekim 2019 Cuma

Son 3 Gününüz Kalmış Olsa - Bir Konferansın Ardından İlk İzlenimler

16 Ekim’de İstanbul’da, Uluslararası Profesyonel Koçluk Derneği’mizin 7. Koçluk Konferansı gerçekleştirildi.  Bende tınlamaya devam eden izler bıraktı.   

Derneğimizin Başkanı Sayın Fatma Eser Ömeroğlu açılış konuşmasında çok özel yaşam hikayesini de anlatıyordu.  Hayatının bir noktasında, son üç gününün kaldığı söylenmiş olan bir insan olmanın hikayesi.  Düşünceler, duygular kafamda hızla uçuşurken ve gözlerimden yaşların süzülürken, hemen sol tarafımda oturan hanımın da aynı durumda olduğu fark etmiş ve birbirimize hafifçe gülümsemiştik.  Açıklıkla paylaşılan yürekten hikayeler ruhumuzun farklı köşelerine ulaşabiliyor.

Onu dinlemeye devam ederken, konuşmasında kendisi için önemli bir başlangıç olduğunu paylaştığı 1. Koçluk Konferansımıza, 2012 yılının Mart ayına ve yaşamıma dokunan ve ilham veren insanlara gitti. 

O ilk koçluk konferansı sayesinde tanıdığım ve 2017 yılında kaybettiğimiz, koçluğun öncülerinden Sir John Whitmore, o insanlardan biri.  Artık hayatta olmasa da, ilham almak için mesela Türkçe’ye “Performans için Koçluk” adı ile çevrilmiş olan kitabını okuyabilirsiniz.  İngilizce biliyorsanız internette kolaylıkla erişebileceğiniz konuşmalarını dinleyebilirsiniz.  Sir Whitmore, insanın kendini gerçekleştirmesi ve içindeki potansiyeli ortaya çıkarması adına farklı disiplinlerin bilgilerini birleştirerek bizlere yeni modellerle değerli bir yol açanlardan.  Işıklarda olsun.

Koçluğa gönül verenler Türkiye’de etik değerlere önem vererek, insan yaşamına katkı adına başarılı çalışmalar yapıyorlar. Hem kurumsal ve bireysel çalışmalar ile, hem de sosyal projeler ile.  Türkiye Koçluk Ailemizde çok özel insanlar, çok özel koçlar var.  16 Ekim’de de Eser Ömeroğlu açık yürekli paylaşımları ile ilham veriyordu.

Konuşmasından aklımda kalan bazı değerli notlar var.
Örneğin, yaşamak için üç günü kaldığını söylediklerinde aklında beliren soru hala kulağımda çınlıyor: “Yok olurken nasıl var olabilirsin?”

Gerçekten bugün yaşamak için sadece üç günüm olduğunu öğrenmiş olsam, ne düşünür, ne hisseder, neler yapmak isterdim?

Yaşamımın sonu geldiğinde bu aniden mi olacak, yoksa gerçekten beni sona getirecek günleri bilerek ve fark ederek mi yaşayacağım bunu bilmiyorum. Bir yandan bilmiyor olmak da yaşamın olumlu güzelliklerinden biri. Bununla birlikte o son geldiğinde, yaşamım ve ölümüm ile barışık olmak için keşkelerim olmaması gerektiğini artık biliyorum.  Mutluluğun anahtarı içimizdeki potansiyeli dolu dolu yaşabilmekten de geçiyor.  Başkalarının yaşamlarına katkı koyabilmek de kendimiz ve yaşam ile barışmanın, bütünleşmiş hissetmenin yollarından biri. İşte belki o nedenle, parçası olduğum Lions Kulüpleri Birliği ve diğer sivil toplum kuruluşlarında görev yapmayı kendim için önemli ve değerli buluyorum.  Gönüllülük belki o nedenlerle yaşamlarımızda başka şekilde elde edemediğimiz bir doyum sağlıyor.

Sayın Eser Ömeroğlu konuşmasında gönülülüğü üç kelime ile tarif etti. Şefkat, cömertlik ve gelecek kelimeleri ile. Karşılık beklemeden yapılan yardımdaki şefkatten, özgürce vermekten gelen cömertlikten ve umut taşıyan geleceğe hizmetten bahsetti. Gönüllü olmanın içimizde uyandırdığı güçten. Ben bu güce derinden inanıyor ve güveniyorum.  Dünyanın her köşesinde bu yola inanların yarattığı birliğin yaşamı yaşanır kılan en büyük güçlerden biri olduğuna.


7. Koçluk Konferansının bende uyandırdığı ve tınlamaya devam eden farklı düşünceler ve duygular var.  Bunları, ruhuma dokunduğu noktalar ile paylaşmaya devam edeceğim.

Tekrar buluşana kadar, sevgi ve ışıkla kalın.

25 Temmuz 2019 Perşembe

Lions New Voices, Lionsun Yeni Sesleri - Kalbin Sesi Dünyada Aynı


Birçoğunuzun bildiği gibi Fethiye Lions Kulübü üyesi olarak Lions Ailemiz ile birlikte sivil toplum gönüllüsü olarak 2007 yılından beri çalışıyorum.  2010-2011 Dönemin Fethiye Lions Kulübü'nün başkanlığını, 2018-2019 Döneminde de Uluslararası Lions Kulüpleri 118-R Yönetim Çevresi Federasyonumuzun başkanlığını yapma şansına kavuştum.

Ve 2019 yılında Uluslararası Lions'un beni gerçekten onurlandıran, bir Türk olarak gururlandıran bir ödülünü alma şansım oldu.  O konunun detayını belki başka bir yazıda paylaşayım, ama özetle Liderlik alanında, 200'ü akşın ülkeden 1.450.000'e yakın üyemiz içinden aday gösterilen 1700 kadar Lion arasından Liderlik alanında Dünya 1.si seçildim. Buna dair bir çok güzellik yaşadım, son olarak Milano'daki Dünya toplantımıza davet edildim, orada konuşmalar yaptım.

Ve dün akşam da Chicago'daki merkez ofisimizdeki değerli bir dostum bizlerle yapılan röportajların bir anlamda tanıtımı olan kısa videonun yayınlandığını haber verdi.

Yaşamda bizi mutlu eden şeylerden biri benzer düşündüğümüz insanlar ile birlikte olmak, kalp birliği yapabilmek.

Bu videoyu seyrederken beni en çok mutlu eden şey,  Hindistan'dan, İzlanda'dan, Sri Lanka'dan, Kore'den, Brezilya'dan ve Türkiye'den, dünyanın farklı köşelerinde altı insan olarak birbirimize ne kadar benzediğimizi, ne kadar benzer düşündüğümüzü deneyimlemiş olmak.

Kimilerimi yedi sekiz yıldır, kimilerini bir kaç aydır tanıdığım bu güzel yürekli kadınlar barışa, dostluğa, kardeşliğe olan inancımı kuvvetlendiriyor.

Bana bu duyguları yaşatan videoyu seyretmek isterseniz (Lions Clubs International, YouTube):
https://www.youtube.com/watch?v=kBoAoeLrmGQ&t=2s

Sevgiyle.

3 Temmuz 2019 Çarşamba

Lions ile Merhaba Milano

2007 yılından beri üyesi olduğum Lions Ailemizde, Lions 118-R Yönetim Çevremizde 1 Temmuz 2019 tarihinde Genel Yönetmenlik görevimi tamamladıktan iki gün sonra, Lions’un davetlisi olarak dün Milano’ya uçtum. İstanbul’daki yeni havalimanımızın dış hatlar terminalini de o nedenle ilk defa görme şansım oldu. İstanbul’dan İzmir’e ve Dalaman’a gitmek için yeni havalimanını kullanmıştım ama iç hatlar uçuşlarında CIP terminalini kullandığım için, havalimanını sadece İstanbul’a gelişlerde biraz tanıma şansım olmuştu.

Yeni havalimanında Atatürk Havalimanı'nda yaptığım işlemleri ve işleri yapmak aşağı yukarı bir saat fazla zaman aldı.  Büyüklüğün belki avantajları var ama yorduğu da kesin.  Aklıma Dalaman Havalimanı’nın eski yıllardaki minik hali geldi. Uzun rötarlar olduğunda oturacak yer bulmakta zorlansak da, yaşam kendi özel havalimanımızı kullanıyor gibi ne kadar pratikti.

Yeni havalimanın ve yeni havalimanının misafir salonlarını biraz keşfettikten sonra keyifli denilebilecek bir uçak yolculuğu ile Milano Malpensa Havalimanı’na vardık. Uçuşta dikkatimi çeken uçaktaki yolcuların çok azının Türk yolcular olmasıydı.  Milli Takım eşofmanları ile 6-7 kişilik bir sporcu grubu, bir aile ve benim gibi birkaç tek Türk yolcu vardı.  Yine uçakta dikkatimi çeken, yanımda oturan Arap karı koca gibi Arap yolcuların uçağın kişisel özel ekranlı eğlence sisteminde yolculuk boyunca ekranda Kuran-ı Kerim okumaları ve kulaklıkları ile dinlemeleriydi.  Uçağın içindeki kısa yürüyüş molalarımda bunun dikkatimi çektiğini itiraf etmeliyim.  Onun dışında İstanbul-Milanı uçuşu Arap yolcuların biraz fazlalı olması dışında, yolcular ile uzak doğudan Kanada’ya bir Dünya karmasını yansıtıyor gibiydi.  Nedense bize Dünya’nın parçası olduğumuzu hissettiren bu ortamları seviyorum. 

Milano’ya geliş yolculuğum çok rahat olmakla birlikte, Milano Malpensa Havalimanı’na indiğimde manzara biraz daha farklıydı.  Uçaktan inip pasaport kontrol sırasına girdiğimizde, Avrupa Birliği pasaportu olmayan yolcular olarak bizi bekleyen çok uzun sıranın farkına vardık.  

Bekleyişimizin takriben ilk yarım saatinin sonlarına doğru, İtalyan görevlilerden biri, 6-7 kişi kadar önümde beklemekte olan Türk sporcu heyetimize yaklaştı ve onları alarak Avrupa Birliği pasaportu sahipleri bölümünden kontrolden geçirdi.  Önümdeki pasaport kontrol sırası çok yavaş olarak ilerlerken, arkamdaki sıra uzamaya devam ediyordu. 

Beklememizin takriben 60-70. dakikalarında Türk Sporcuları yanına alan İtalyan görevli bu defa yine 3-4 kişi önümde bekleyen Kanadalı Aileyi yanına davet etti. Ailenin, yanaklarında Kanada’nın bayrağının minik çıkartmaları olan iki küçük kızı, ki biri 6-7 diğeri 9-10 yaşlarında olmalıydı, hiç şikayet etmeden bir saati aşkın süredir bazen kenara geçip yere oturuyor, bazen iki kardeş birlikte oyunlar oynuyor ama anne babaları gibi hiç şikayet etmedikleri gibi keyiflerini de hiç bozmuyorlardı.  Uçakta iki çocuğu olan bir Türk Aile vardı, o çocukların bu sırada ne yaptıklarını merak ettiğim için uzun ince pasaport kontrol bekleme sıramızın biraz önüme ve arkama baktım ama doğrusu onları göremedim.  

Milano’ya girişte bu uzun pasaport kontrol sırasının normal olup olmadığını düşünürken uzaktan da olsa pasaport kontrol memurlarının kabinlerini gördüm.  “Diğer Tüm Pasaportlar” yazan altı kabin vardı ve buradaki görevlilerden iki tanesi ara ara gelerek geçiş öncelikleri ile öne geçen pilot ve kabin görevlilerine hizmet veriyordu.  Bu sürede beklerken dikkatimi geçen bir şey de, pasaport kontrol sırasına giren uçak görevlilerden pilotların nedense hem gruplarının en sonunda pasaport kontrolüne girmeleri oldu.  Bu bir kural ya da gelecek mi yoksa tesadüf mü bunu bilmiyorum ve yıllardır yurtdışına yaptığım belki yüzlerce uçak yolculuğunda buna hiç dikkat etmemiş olduğumu fark ediyorum.  Pilotların pasaport kontrollerinde geçişlerine bu şekilde şahit olmamışım belli ki.

Milano Malpensa Havalimanında pasaport kontrol sıramı beklerken beni bekleyen seyahatten ziyade özellikle İstanbul uçağı ile gelen Dünya karması yolcuları seyretmeye daldım.  Hepsini anlamasam da, artık ayırt etmeyi başardığım Çince, Korece ve Japonca dillerinde konuşan uzak doğuluların Arap yolculardan farklılıklarını kendimce gözlemledim.  Uçaktaki Rus ve İspanyol yolcu çokluğunu sırada beklerken fark ettim ve şaşırdım. 

Pasaport kontrolünden geçip beni karşılamak için bekleyen Lions görevlileri ile buluştuğumda uçağın inişinin üzerinden takriben birbuçuk saat geçmişti ama beni karşılayanların güler yüzlerini görünce ben de gerçekten gülümsediğimi ve mutlu olduğumu fark ettim. Ve bir kere daha “Seyahat etmek çok güzel,” dedim. 

İtalya’ya her gelişimde olduğu gibi, İtalyanca bilmiyor olmama rağmen İtalyan sanılmak bu seyahatin de şimdilik değişmez parçası oldu.  İspanyolca öğrenmeye başladıktan sonra İtalya’da daha rahat ettiğimi itiraf etmeliyim, yine de İtalyanların bana yolda bişeyler sormalarına ise halen şaşırmaya devam ediyorum. Dün ve bugün bazen İngilizce konuşan gruplarla birlikte olmama rağmen insanların bana yaklaşıp İtalyanca bişeyler sorma nedenlerini halen tam anlamamış olsam da hoşuma da gidiyor biraz.

Bazen hayatımı Fethiye’den dışarıya bir adım atmaya ihtiyaç duymadan geçirebileceğimi düşünsem de, yeni yerleri, yeni insanları, Dünya’yı, farklı köşelerde keşfetmek gerçekten çok güzel.  

Sevgiyle geçsin, güzel insanlarla buluştursun bizi yolculuklarımız.
Bakalım Lions ile Milano macerası yaşamıma neler getirecek…




29 Mayıs 2019 Çarşamba

Mayıs ayında Leonardo Da Vinci ile Kendimi Keşfetmeyi Hatırlamak


Bu ay elime National Geographic Dergisi’nin İngilizce Leonardo Da Vinci özel sayısı geçti.  Hemen sonrasında Derginin Türkiye Mayıs Ayı sayısı.   Türkçe sayının kapağında da Mona Lisa vardı.  Ve, kapakta şu soru okuyacak olanları karşılıyordu: “Ölümünün 500. Yılında Da Vinci’nin Dehası Bilime ve Sanata Nasıl Yön Veriyor?”

Ben, Da Vinci ile ne zaman tanıştım, ne zaman hayatıma girdi çok net hatırlamıyorum.  1985 yılının Ağustos ayında Louvre Müzesini gezerken, ortaokulu bitirmiş Dünya’yı keşfetmeye çok istekli bir genç olarak, Mona Lisa’nın önünde biriken kalabalık ile Leonardo Da Vinci’yi keşfetmek isteyenler arasında katıldığımı hatırlıyorum.  


Onun çok yönlü zekasını ve tarifi zor dehasını ise mühendis olduktan çok daha sonra keşfettim.  Yaptıklarını, öğrenebilme ve keşfedebilme yeteneğini bir insanın ömrüne ve yapabileceklerine sığdırmanın nasıl mümkün olduğunu belki hiç anlayamayacak olsam da, yaşamı insan olmanın muazzam ihtimaller dünyasına dair inanılmaz bir ilham kaynağı.

1471 yılının 29 Mayıs’ında, yani bugünden tam 548 yıl önce, Floransa’da, 19 yaşında bir çırakken, Duomo di Santa Maria del Fiore’nin, Floransa Katedrali’nin kubbesinin tepesi için hazırlanan özel küreyi yerleştiriyor.  29 Mayıs tarihi Leonarda Da Vinci’nin yaşamı ile anlam bulan Rönesans açısından belki başka bir anlam daha taşıyor.  İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından 1453’de fethinden önce özellikle İtalya’ya kaçan bilginler, orta çağın, bilim, sanat ve aydınlığa dönüşmesinde büyük rol oynuyorlar.  1452 yılında doğan Leonarda Da Vinci, İstanbul Türkler tarafından alındığında bir yaşında.

Tarihte ve yaşamda olanlar gerçekten kader dediğimiz hikayede tüm detayları ile yazılı mı bilinmez ama kimi insanların yaşamları ile tüm insanlık tarihini adeta değiştirdikleri ve özgün bir farklılık ile yazdıklarını inkar etmek imkansız.   

Michael Gelb’in “Leonarda Da Vinci Gibi Düşünmek” kitabından birçok defa bahsetmişimdir.  Okunup bitirilecek bir kitap olmaktan çok, kendimizi ve yeteneklerimizin yeni sınırlarını keşfetmeye dair bir el kitabı.  Merakın ve keşfetmeye istekli ve açık olmanın muazzam gücünü fark etmeye dair.  Ve şimdi, bu yıl, yıllar sonra tekrar 2019 yılının bu Mayıs ayında, bir 29 Mayıs akşamında, 2 Mayıs’ta 1519 tarihinde ölen Leonarda Da Vinci’yi yeniden keşfetmek için ayrı bir istek duyuyorum.  Ve onunla birlikte kendimde keşfedebileceklerimi bulmak için.

Tesadüf bu ya, Temmuz ayında İtalya’ya tekrar gitme şansım olacak. Milano’da, bu yıl Genel Yönetmenliğini, Ege ve Batı Akdeniz Bölgemizde Federasyon Başkanlığı yaptığım Lions’un Dünya toplantısına katılacağım. Bu dahinin doğduğu topraklarda olacağım için heyecanlanıyorum.  Doğrusu artık fazlası ile tanıdık gelen Avrupa’ya bir seyahat, çok uzun zamandan beri, beni ilk defa bu kadar heyecanlandırıyor. Yolum muhtemelen özlediğim Floransa’ya düşmeyecek ama Milano’daki “Leonardo Da Vinci Bilim ve Sanat Müzesi”ni ziyaret etmeyi gerçekten heyecanla bekliyorum.  

Aklımı, ruhumu ve kalbimi bu buluşmaya hazırlarken, bakalım bilime ve sanata dair neleri öğreniyor ve keşfediyor olacağım…


28 Şubat 2017 Salı

Helen Keller

Hayat zorlaşır gibi olduğunda, ışıklar azaldığında, yaşamın beklenmedik sürprizleri karşımıza çıktığında, üzülürken veya şükrederken, sevdiğimiz seyleri yaparken veya sevgilere özlemimiz arttığında, ya da kendimizi çok şanslı veya şanssız hissederken, Helen Keller'i okumak lazım.
1925 yılında Lions Kulübü Üyelerinden "Körlerin Şövalyesi" olmalarını isteyen, 92 yıldır Lionları Türkiye'de ve Dünya'da milyonlarca insana göz sağlığı hizmeti götürmeleri için yüreklendiren, o kör ve sağır kadın Helen Keller'in hayatını okumak lazım.
Ona, açtığı yola, bu yolda yürümeyi seçenlere, sevgi dolu cesarete ve emeklere, şükran ve teşekkürler. Nefes alıyorsak her zaman umut olduğunu hatırlayarak.

22 Ekim 2016 Cumartesi

"Şiddetsiz İletişim" Bildirisi

12-13 Mart 2016 tarihlerinde Ankara'da gerçekleştirilen "Geleceğin Lions'u Konferansı'nda sunduğum bildirinin özetine aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz.

Saygı ve sevgilerimle.

"Hayatımdaki Lion Üyenin Olmazsa Olması:  Şiddetsiz İletişim"

http://www.lionskonferans2016.com/bildiriler/1.1-ZeynepKocasinan.pdf

5 Ekim 2016 Çarşamba

5 Ekim'de Fethiye'de Lions Hizmet Çalışmaları İle Özel Bir Gün Yaşadık

Üyesi olduğum Muğla Fethiye Lions Kulübü'nün çalışmalarına dair bir paylaşım:


Değerli Dostlar,

Üyesi olmaktan büyük onur ve mutluluk duyduğum Muğla Fethiye Lions Kulübümüzün 5 Ekim tarihindeki çalışmaları hakkında genel hatları ile bir paylaşım yapmak istiyorum.

5 Ekim 2016 tarihinde Lions 118-R Yönetim Çevresi Genel Yönetmenimiz Sayın Lion Cahit Kisioglu Muğla Fethiye Lions Kulübümüze Genel Yönetmen ziyaretlerini gerçekleştirdiler. Kendi Kulüplerine ve Genel Yönetmen 1. Yardımcımız Sayın Tuna Yükselen'in Kulübü İzmir Phokaia Lions Kulübü'ne ziyaretlerinin akabinde kendilerini Fethiye görmek bizler için çok anlamlıydı.

Genel Yönetmen Ziyaretinin akabinde Fethiye Belediye Başkanlığı ile birlikte organizasyonu gerçekleştirilen "Lions'un 100. Yılında 100 Günlük Ağacı" dikimine katıldılar.

Sonraki açılış yine Lions 100. Yıl Miras Projeleri kapsamında Fethiye Belediyesi ile ortak bir çalışma olarak hazırlanan "Fethiye Hatırası" noktasının açılışıydı.

Günün sonunda Sayın Genel Yönetmenimizin de katılımı ile bizleri yalnız bırakmayan Fethiye'deki STK temsilcileri ile bir araya geldik, paylaşımlarda bulunma şansını yakaladık.

Bu toplantı ve çalışmaların detayları ileriki günlerde Muğla Fethiye Lions Kulübü sayfamızda paylaşılarak iletilecektir, bununla birlikte, bu aktivitelerimizi büyük bir emek, özen ve titizlikle hazırlayan Muğla Fethiye Lions Kulübü Başkanımız Sayın Lion Arzu Yeni'ye, Yönetim Kurulu'na, Kulüp Üyelerimize ve Fethiye Belediye Başkanlığımıza ve destek veren Müdürlüklerine yürekten teşekkürlerimizi sunmak isterim. Çok sevdiğimiz Fethiyemiz için, doğayı korumak için değerli çalışmalar ortaya çıkarmak adına işbirliği ve özveri ile çok emek verdiler.

Fethiye Belediye Başkan Yardımcımız Sayın Mete Karacadağ, Kültür ve Sosyal İşleri Müdürümüz Sayın İlksen Halime OK, Park ve Bahçeler Müdürümüz Sayın Durmuş Sazcı ve Ekipleri çalışmalardaki katkıları kadar bugün yanımızda olarak bizleri Çok Değerli Fethiyemize hizmet etmek adına daha da yüreklendirdiler. Yerel yönetimler ile sivil toplum kuruluşları ve gönüllülerinin ortak çalışmaları adına örnek oldular, umut verdiler.

Sayın Cahit Kişioğlu Genel Yönetmenimiz, Yönetim Çevresi Sekreterimiz Sayın Lion Bahar Yarar Gülen'nin de katılımı ile, gerek bu resmi ziyaretleri, gerekse bizler için önemli olan bu üç aşamalı "8 Ekim Lions Dünya Hizmet Günü" aktivitelerinde, miras proje açılışlarındaki varlıkları ile bizleri hem onurlandırdılar, hem de çok mutlu ettiler. 5 Ekim 2016 tarihi Fethiye Lions Kulübü Ailesi olarak hep hatırlayacağımız özel bir gün olacak. Yürekten teşekkürlerimizi sunarız.

12. Bölge Başkanımız, Değerli Üyemiz Sayın Lion Esin Urganci Artun 'a da katılım, katkı ve aramızda oldukları için çok teşekkür ederiz.

Açılış ve toplantılarımızın farklı etaplarında bizi yalnız bırakmayan sivil toplum kuruluşlarının başkan ve temsilcilerine de yürekten teşekkür ve şükranlarımızı sunarız. Onların çalışmaları bizler için çok değerli, varlıkları bizler için hep anlamlı.

Fethiye için, Ülkemiz için birlik ve işbirliği içinde nice faydalı hizmetlerde buluşmak dileğiyle.

Yürekten saygılarımla paylaşırım.
Ln. Zeynep Kocasinan
Lions 118-R Yönetim Çevresi
Genel Yönetmen 2. Yardımcısı

4 Ekim 2016 Salı

Dünyayı Sen mi Kurtaracaksın?

Yaşamayanınız yoktur sanırım, bazen bir istek gelir ve Dünya için, Ülkemiz için, mahallemizdeki ihtiyaç sahipleri için, çocuklar için, doğa için bir şeyler yapmak isteriz.  Aklımıza bir fikir gelir, yüreğimize bir heyecan dolar.  Yapacağımızın anlamlı olduğunu hissederiz.  Hatta bu düşüncelerimizi paylaşmak isteriz. Anlatırız. Heyecanla, istekle, yapma azmi ile paylaşmak isteriz. Paylaşırız.

Ve hemen olmasa bile neredeyse çok geçmeden şu cümleleri mutlaka duyarız, “Neye yarayacak?”, “Böyle gelmiş böyle gider”, “Bu kişilere ulaşsan ne olacak, daha milyonlarcası var?” ve akabinde cümlelerin cümlesi mutlaka gelir - “Bu dünyayı sen mi kurtaracaksın?

Sivil Toplum Hareketi’nin içinde olup, sosyal çalışmalarda destek verip bu ve benzeri cümleleri duymayan yoktur.  Yaptıklarımızın çok güzel olduğu ile başlar bu cümleler genelde. “Çok güzel bir şey yapıyorsun ama bunlar pek işe yaramaz, kıymetini bilmezler.” “Çok iyi yapıyorsun ama biliyorsun falanca da bunları denedi sonra olmadığını gördü.”  Vesaire, vesaire, vesaire.

Hani biz heyecanımızı paylaşmak, çoğu zaman sadece manevi olarak desteklenmek, yeni fikirler alabilmek umudu ile paylaşırız.  Ama karşımıza çıkan neden başaramayacağımız ve yaptıklarımızın boş olduğu konusunda bizi ikna etmek isteyenler olur.  Olabiliyor.  Yine klasik cümleler vardır sivil toplum çalışmalarının içinde olanların duyduğu.  “Kendini çok yoruyorsun.” “Kendini bunlarla biraz oyala ama kendini çok da kaptırma.” “Sen yap yine ama bil ki hiçbir şeyi değiştiremezsin.

Yaşamın bir alanında katkı koymak isteyen hepimiz bu cümleleri duymuşuzdur.  Aramızda duymayan varsa çok ama çok şanslı demektir.  Esasında bizler de şanslıyız, çünkü karşımıza bu cümleleri söyleyenler kadar farklılarını söyleyenler de çıkıyor.  “Yapabilirsin”, “Neden olmasın”, “Şunu da denesene”, “Ben nasıl yardımcı olabilirim?”, “Bizler de katılmak isteriz” diyen insanlar.  

Diğerlerinden daha az akıllı, daha saf veya daha çok zamanı olan insanlar değiller.  Onların farkı belki yaşama katkı koymak isteyenlerin ortak farklılığı.

Umudu ve sevgiyi seçenlerden olmak.  Yüreğimize doğru gelen ilhamların yaşam yapbozunun tamamlanmak için gerek duyabileceği parçalar olabileceğine inanmak.  Bazen tam da böyle olduğunu görmeye açık olmak.  Gerçekleri görmeye açık olup daha iyi bir dünya, daha iyi bir yaşam, daha mutlu bir insanlık için her zaman yapılabilecek bir şeyler olduğuna inanmak. Yaşamda yapılanların hiçbir zaman boşa gitmeyeceğine inananlardan olmak.

*

Sivil toplum çalışmalarının içinde sanırım onbeş yıldır aktif olarak yer alıyorum.  Daha öncesinde iş yoğunluğum nedeni ile daha çok yardım etmeyi seçiyordum.  İhtiyacı olanlara yardım etmek.  Sivil toplum hareketi Türkiye’de bu son onbeş yılda çok farklı bir atılım ve kuvvetlenme yaşıyor ve bu da bizlere sivil toplum gönüllüsü olmak ne demek öğrenme şansı veriyor.

Benim sivil toplum çalışmaları dediğimiz dernek ve vakıf çalışmaları ile öğrendiğim çok önemli bir bilgi var.  Benim sosyal çalışmalarda bakış açımı derinden değiştiren bir bilgi.  Belki eskiden aynı olduğunu otomatik olarak düşündüğüm muazzam bir farklılığa dair bir bilgi.  Üyesi olduğum Muğla Fethiye Lions Kulübü Derneği ve derneğimizin bağlı olduğu, 210 ülkede faaliyet gösteren Uluslararası Lions Kulüpleri Birliği, kısaca Lions sayesinde idrak ettiğim bir bilgi.  Sivil toplum çalışmasının ruhuna dair.

Beni iş hayatından farklı bir boyutta sosyal yaşamda proje üretmek kavramı ile tanıştıran Lions Kulüpleri Dünya’daki 100. Yılını kutlamak üzere. Amerikalı Melvin Jones, Chicagolu bir sigortacı olarak 1917 yılında, bizler Türkiye’de, Anadolu topraklarımızda özgürlük ve cumhuriyet mücadelemizin temeli olacak zorlu günlerimizi yaşarken, Amerika Birleşik Devletleri’nin o günkü refah şartları içerisinde, bugünkü sivil toplum anlayışının temellerinden birini oluşturan Lions derneklerini kurmaya başlıyor.  Topluma katkı koymadan sadece ticari başarı veya kazanç için yaşamın sürdürülemeyeceğine inanan iş adamları olarak bu hareketi başlatıyorlar.  Aynı yıllarda aralarında bugüne kadar devam eden Rotary Kulüpleri gibi başka oluşumlar da harekete geçiyor.
Anadolu topraklarında, Türklerin yaşamında imece, yardımlaşma hep canlı olmuş kavramlar.  Yani bizler başkalarına yardım etmeyi ve dayanışmayı çok iyi bilen bir kültürden geliyoruz.  
Kökenlerimizde bu var.  Bununla birlikte takriben yüz yıl önce Dünya’da filizlenmeye başlayan sivil toplum hareketinin, özellikle Lions hareketinin farklı bir yaklaşımı var. 

*

Lions’un bir sloganı vardır “Hizmet Ediyoruz,” diye.  İngilizce “We Serve,” olarak ifade ettiğimiz.  Lions dernekleri ile tanıştıysanız bu kısa cümleyi mutlaka görmüş veya duymuşsunuzdur.  Hizmet ediyoruz derler, deriz.  “Nerede ihtiyaç varsa orada bir Lion vardır,” diyerek ihtiyaç olan yerde çalıştıklarını da belirtir Lionlar.  “Başkası için yardıma eğilmedikçe kimse dik duramaz,” demiş Kurucumuz Merhum Melvin Jones. 

“Hizmet ediyoruz” benim için fark yaratan sihirli bir kısa cümle.

Lions dernekleri üyeleri diyorlar ki, bir insana yardım edebilirsiniz ve o günkü sorunlarını o süre içinde giderebilirsiniz ama bu yeterli olmaz.  Yapılması gereken şey projeler üreterek bu kişilere hizmet götürmektir.  Kalıcı olabilecek çözümler götürmektir, çözüm için çalışmaktır, gönüllülerin zamanlarını ve yüreklerini de maddi imkânlar kadar ortaya koymalarıdır.  Birlik içinde çalışmaktır.

Yani bir çalışma için bir insana, bir gruba, çalışmalarına inandığımız başka bir derneğe çıkarıp para vermek, zaman zaman yapsak da, Lions Kulüplerinin hedefi değildir. Çünkü bunu yapmak kolaydır. Bunu birey olarak, aile olarak, bir arkadaş grubu veya bir şirket olarak yapabiliriz.  Ama ihtiyacın nedenini anlayabilirsek bu ihtiyacın kaynağını dönüştürebilirsek dokunduğumuz insanların hayatlarında kalıcı dönüşümler yaratabiliriz.  Sivil toplum hareketi dediğimiz yaklaşım bilinçlenelim der, birlikte hareket edelim der, tecrübelerimizi birleştirelim der ve özellikle ve özellikle süreklilik der.  Yani çalışmalarımız sürekli olmayı hedeflemezse işte o zaman faydası eksik kalır.

Şimdi maddi destek istenmesi konularında benim üyesi olduğum Lions derneğimiz dahil talepler gelmiyor mu, geliyor.  Hem de o kadar çok ki.  Bu farklı derneklerin temsilcilerine yardım etmek ile hizmet etmek kavramlarının arasındaki önemi anlatmaya gayret ediyoruz.  Ne mutlu ki sivil toplum düşüncesi Türkiye’de çok olumlu şekilde gelişiyor.  O yüzden şirketler de artık yardımlar yapmak yerine projeler oluşturuyorlar.  Mesela bir okulun boyanması için para vermek yerine, malzemeleri alıyorlar ve çalışanlarına o okulun boyanması için görev alarak gönüllü hizmet yapma şansı veriyorlar.  Yani maddi destek ile bireyin katkısını birleştirerek.  Dernekler, kurumlar eğitim projeleri yapıyorlar, mesela imkanı az olan insanların katılabileceği eğitim akademileri kuruyorlar, kültürel projeler yapıyorlar, mesela imkanı çok dar çocuklardan orkestralar oluşturuyorlar ve onların yeteneklerini geliştirmelerine fırsat veriyorlar.  O çocuklara para vermenin ötesinde farklı bir gelişim ve katkı sağlıyorlar.  Türkiye sivil toplum çalışmasında proje üretmek, yani hizmet üretmek ve uygulamak kavramlarını hızla öğreniyor.

*

Uluslararası Lions Kulüpleri Birliği’ne bağlı dernekler Türkiye’de 1963 yılında açılıyor. O günden beri Lions dernekleri, Lions Kulübü üyeleri Türkiye’de binlerce proje yapıyorlar,  okullar, hastaneler, sağlık ocakları yapıyorlar.  Binlerce okulun laboratuvarlarını, yemekhanelerini, kütüphanelerini yapıyorlar.  Birçok okulu bilgisayar ile buluşturuyorlar, binlerce çocuğa gerçekten hiçbir karşılık beklemeden burs veriyorlar.  Lions’da, sadece Türkiye’deki değil tüm Dünya’daki oluşumlarında en büyük prensip – hiçbir karşılık beklememek.  İnsanın inanası gelmiyor ama gerçekten benim saygı duymamı sağlayan en büyük özelliği de bu.  Edilirse bir teşekkür. Beklenen sadece bu.

Japonya’daki Lionlar da böyle. Makedonya’daki Lionlar da. Avusturalya’dakiler de Amerika’dakilerde.  Bizzat gördüm, yaşadım.  Ortak projelerde çalıştım.  Mesela 2011 yılında Japonya’da yaşayan büyük depremde orada içme suyu sıkıntısı yaşanınca, Fethiye ve Antalya İli’ndeki Lions Kulüplerimiz bir oldu ve imkanlarımızı harekete geçirerek Japonya’ya içme suyu gönderdik. İhtiyaçları olan içme suyu yokluğuydu, bunu göndererek onlara hizmet ettik.  Çalışarak onların bir ihtiyaçlarını giderdik.  Japon Lions Kulübü Üyelerinin 1999 yılı Marmara Depremi’nde Türkiye için yaptıklarını hep hatırlayarak.

O yüzden hem gurur duyuyorum, hem de Lions Kulüpleri ile karşılaştığımız için kendimi şanslı hissediyorum.  Türkiye’deki 15 Temmuz hain darbe girişimi bize sözde insana ve gençlere yapılan yardımların nasıl kötü amaçlar için yapılabildiği gösterdi. Gerçekten karşılıksız hizmet eden insanların ne kadar değerli olduğunu bana tekrar tekrar fark ettirdi.

Lions 200’ü aşkın ülkede sivil toplum gönüllüsü olmayı bizlere benimseten yaklaşımları ile ne kadar şeffaf, ne kadar doğru, ne kadar etkili, ne kadar insana kıymet veren bir yaklaşım.

8 Ekim günü “Dünya Lions Hizmet Günü” olarak kutlanır.  1917 yılında kurulan Lions 2017 yılında hizmette 100. Yılını kutlamaya hazırlanıyor.  Bu nedenle 3-9 Ekim 2016 tarihleri arasında, yani bu hafta Dünya’da takriben 1,5 milyon üyeli Lions Ailemiz hizmet etmek için hummalı olarak çalışacak.  Lions’un “Lions, Özgürlük, Anlayış, Ulusumuzun Güvenliğidir” sloganının ışığı altında. Çünkü sivil toplum hareketi, Lions bize öğretir ve hatırlatır ki ilk hizmet yerimiz her zaman öncelikle en yakınımızdır.  Ve oradan bakış açımızı genişleterek hizmet etmeye devam ederiz.  Komşumuz, mahallemiz, şehrimiz, Ülkemiz, Dünyamız.

Görürüz ki bir kalbe çok şey sığar ve kalbimize aldıklarımız için yaptıklarımız Dünya’yı değiştiremese de dönüştürür. 


Acıyı sevgiye, hüznü neşeye, yalnızlığı kardeşliğe, acizliği özgürlüğe.

2 Ekim 2016 Pazar

Lions Relife'da...

Lions Relife online dergisi için yazdığım yazılarımı aşağıdaki bağlantıdan okuyabilirsiniz:


Keyifle olması dileğiyle.

15 Temmuz 2016 Cuma

Değer mi?

Bu akşam uzun bir aradan sonra Fethiye’de Karate antrenmanına katıldım.  Fethiye’de 15 Temmuz’un sıcağı ve antrenmanın yoğunluğu ile karate kıyafetimin her santimetre karesinin sırılsıklam olduğu antrenmanın sonunda, Değerli Hocam Shihan Ömer Habeş, kimi antrenmanların bitiminde yaptığı gibi kısa bir konuşma yaptı. 

Bayrağımıza sorumluluğumuzdan, inançlarıma, inandıklarımıza sahip çıkmamız gerektiğinden bahsetti.  Bunu her zamanki, o Dünya Şampiyonu Karateci kimliği ile çok örtüştüğünü düşündüğüm sakin, huzur ve dingin duruşu, sakin ve içinde gülümseme taşıyan sesi ile yaptı.  90 dakika boyunca gerçekten kan ter içinde kalmış olan sınıf sessizlik içinde onu dinliyordu.  Antrenmanın belki ilk yirmi dakikasından sırılsıklam olan kıyafetimin kolları ile yüzümdeki teri artık rahatlıkla silemiyordum ama sınıfta önümdeki sıradaki iki sınıf arkadaşlarımın da kıyafetlerinin sırılsıklam olduğu gördüm.  Ben birkaç aydır antrenmanlara düzenli gelemiyordum. Onlar çok daha düzenli katılabiliyorlardı ama onların da durumu benden çok farklı değildi anlaşılan.

Ömer Hoca “Yaşam kısa,” dedi. “Kırmaya, üzmeye değmez.”  Yüzünde çok doğal huzurlu bir tebessüm vardı.  Bunun ona özgü bir doğal bir hal olduğunu öğrenmiştik artık. Devam etti. “Yarın burada olup olmayacağımız belli değil.  Birbirimizin kıymetini bilelim. Birbirimizin kıymetini bilmiyorsak,  hayatta neyin kıymeti var.”

*

Bir süredir Uluslararası Lions Kulüpleri Birliği’nin 99. Uluslararası Konvansiyonu için Japonya’daydım.  Ağırlıklı olarak Fukuoka şehrindeydim. Akabinde Hiroşima, Osaka, Kyoto ve Tokyo’ya da gitme şansım oldu ama toplantılarımız Fukuoka’daydı.  Japonya’dan ayrılmadan önce İstanbul’da, Atatürk Havalimanı’nda gerçekleştirilen saldırının haberini aldık. O günden beri başta Lions Kulübü Üyesi dostlarım olmak üzere Dünya’nın birçok yerindeki arkadaşlarımdan taziye mesajları, geçmiş olsun mesajları aldım.  Almaya devam ediyorken dün gece Fransa’nın Nice şehrindeki saldırının haberini aldık. 

Dünya’da insanın nefret ve ateşle imtihanı devam ediyor.  Halide Edip Adıvar’ın “Türk’ün Ateşle İmtihanı” benim en sevdiğim romanlardan birinin.  Kurtuluş Savaşımızı, o günler savaşın içine girerek yaşamayı seçmiş bir kadının gözünden görmek, yaşamak değerli gelir bana. Halide Edip Adıvar’ın mezun olduğum Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nden mezun olmuş olması onun paylaşımlarını galiba biraz daha sahici kılıyor benim için.  Tanımıyor olsam da farklı bir tanıdıklık hissi ile okuyorum Halide Edip Adıvar’ı.

Savaşı yaşamış nesillerden çok uzak değiliz.  Türkiye II. Dünya Savaşı’nı Avrupa gibi yaşamadı belki ama bizler I. Dünya Savaşı’nı yaşamış, Kurtuluş Savaşı’nı yaşamış büyüklerimizin çocuklarıyız, torunlarıyız ya da torun çocuklarıyız.  Savaşlarda yaşananlar bizler için anlatılan hikâyelerden öte gerçek.  Ailemin insandan nefret etmek gibi bir yaklaşımı yoktur, yani insana saygı önemlidir bizler için. Bununla birlikte, özellikle Babamın kendi babasının anlattıklarından kimi toplumlar hakkında çekinceleri vardı. Balkan Savaşları ile başlayan süreç, Dedemin Suriye’de, farklı cephelerdeki savaşlardaki görevleri sırasında karşılaştığı farklı milletlerden askerler ve siviller ile temaslarında yaşadıkları, o kişilerin Türk askerlerine davranışları ve yaptıkları, kimi toplumlar hakkında kalıcı izlenimler oluşturmuştu.  Birebir yaşadıklarından kaynaklanan bu izlenimlerini oğluna zaman zaman anlatmıştı.

Savaşın o gerçek ağırlığını yaşayanların daha adil ve daha hoşgörülü olduklarını düşünüyorum bazen.  Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, ömrünü, sağlığını, varlığını, her şeyini adadığı ülkesi ve milleti için yaptığı o savaşlardan sonra “Yurt’ta Barış, Dünya’da Barış” diyebilmesi en acıyı görmüş olmasından. Derinlemesine yaşamış olmasından.  Kurtuluş Savaşı denilen Türk Milletinin o mucizevi kurtuluş sürecinin mesuliyetini taşıyan bir asker, bir kumandan, bir insan olarak nasıl yaşanır bunu anlamayı halen başaramıyorum.  İnsan üstü bir ruh olmak lazım.  Ve bu muazzam sorumluluk ve acı yüklü süreci yaşadıktan sonra insana, cana, ve canların feda edildiği ülküye saygı yaşamın tamamına saygıya dönüşüyor adeta.  Savaş ruhunu bırakıp sanata, kalkınmaya, insanın gelişimine doğru bir hedef için yol gösteriyor Mustafa Kemal Atatürk.  Onun varlığı, onun bizler için ömrünü adayarak yaptıkları beni kıymetli hissettiriyor.

*

Bu akşam Fethiye’de aklımda çok şey dolaşıyor.  Şefkat ve sevecenlikle her yaştaki öğrencisine yaklaşan Avrupa ve Dünya Şampiyonu Karate Hocam Sayın Ömer Habeş, kuvvetin ve başarının esas anlamının mütevazıce inandığını yapmak olduğunu gösteriyor.  Fransa’da yaşanan ve ülkelerin politikaları ile ilgili olumlu olumsuz görüşlerin uçuştuğu ortamda, sayılar ile ifade edilen o her bir canı düşünüyorum.  Atatürk Havalimanı’ndan kaybettiğimiz her canda olduğu gibi.  Yıllardır verdiğimiz her şehitte olduğu gibi.  Bundan kısa bir süre önce İstanbul’da sabah gazeteyi okurken şehitlerimiz için verilen, daha önce gördüğüm onlarca ilandan bir tanesine daha bakarken, isimlerine ve fotoğraflarına dikkat etmeye çalışıyorum o toplu ilandaki her şehidimizin.  Her biriniz benim için önemlisiniz demek istiyorum kendimce.  5 şehit, 7 şehit, 1 şehit.  Sayılarla düşünmek istemiyorum.  Herkesin birilerinin canı, ruhu, kıymetlisi, yoldaşı, evladı, komşusu olduğu bilerek.

Ülkeler, politikalar, savaşlar.  Nefrete inanmayı seçemem.  Hakların korunmasına, adalete inanıyorum.  Ülkemin korunması benim birinci önceliğim bunu da inkâr edemem. Bununla birlikte sadece Fethiye’deki arkadaşlarımı, komşularımı, sevdiklerimi değil, sadece Ailemi değil, sadece iş arkadaşlarımı değil, sadece görev yaptığım derneklerdeki arkadaşlarımı değil,  yüreği insan sevgisi, dostluk ve kardeşlik duygusu ile atan herkesi sevmek istiyorum ben.  Ne kadar safça gelse de biz insanların birbirimize sahip çıkmak, birlikte birbirimizi yükselterek var olmak için geldiğimize inanıyorum ben. Ve yolun bir aşamasında bunu seçip seçmeme kararını verdiğimize de.

Bu gece, Sayın Ömer Habeş Hocamın Karate Dojo’sundan, Karate salonundan kan ter içinde çıkmış araba ile eve gelirken kafamda yankılanan sözleri rehberim olmaya devam etsin diyorum.

Birbirimizin kıymetini bilmiyorsak, hayatta neyin kıymeti var.