İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
bireysel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bireysel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ekim 2019 Cuma

Son 3 Gününüz Kalmış Olsa - Bir Konferansın Ardından İlk İzlenimler

16 Ekim’de İstanbul’da, Uluslararası Profesyonel Koçluk Derneği’mizin 7. Koçluk Konferansı gerçekleştirildi.  Bende tınlamaya devam eden izler bıraktı.   

Derneğimizin Başkanı Sayın Fatma Eser Ömeroğlu açılış konuşmasında çok özel yaşam hikayesini de anlatıyordu.  Hayatının bir noktasında, son üç gününün kaldığı söylenmiş olan bir insan olmanın hikayesi.  Düşünceler, duygular kafamda hızla uçuşurken ve gözlerimden yaşların süzülürken, hemen sol tarafımda oturan hanımın da aynı durumda olduğu fark etmiş ve birbirimize hafifçe gülümsemiştik.  Açıklıkla paylaşılan yürekten hikayeler ruhumuzun farklı köşelerine ulaşabiliyor.

Onu dinlemeye devam ederken, konuşmasında kendisi için önemli bir başlangıç olduğunu paylaştığı 1. Koçluk Konferansımıza, 2012 yılının Mart ayına ve yaşamıma dokunan ve ilham veren insanlara gitti. 

O ilk koçluk konferansı sayesinde tanıdığım ve 2017 yılında kaybettiğimiz, koçluğun öncülerinden Sir John Whitmore, o insanlardan biri.  Artık hayatta olmasa da, ilham almak için mesela Türkçe’ye “Performans için Koçluk” adı ile çevrilmiş olan kitabını okuyabilirsiniz.  İngilizce biliyorsanız internette kolaylıkla erişebileceğiniz konuşmalarını dinleyebilirsiniz.  Sir Whitmore, insanın kendini gerçekleştirmesi ve içindeki potansiyeli ortaya çıkarması adına farklı disiplinlerin bilgilerini birleştirerek bizlere yeni modellerle değerli bir yol açanlardan.  Işıklarda olsun.

Koçluğa gönül verenler Türkiye’de etik değerlere önem vererek, insan yaşamına katkı adına başarılı çalışmalar yapıyorlar. Hem kurumsal ve bireysel çalışmalar ile, hem de sosyal projeler ile.  Türkiye Koçluk Ailemizde çok özel insanlar, çok özel koçlar var.  16 Ekim’de de Eser Ömeroğlu açık yürekli paylaşımları ile ilham veriyordu.

Konuşmasından aklımda kalan bazı değerli notlar var.
Örneğin, yaşamak için üç günü kaldığını söylediklerinde aklında beliren soru hala kulağımda çınlıyor: “Yok olurken nasıl var olabilirsin?”

Gerçekten bugün yaşamak için sadece üç günüm olduğunu öğrenmiş olsam, ne düşünür, ne hisseder, neler yapmak isterdim?

Yaşamımın sonu geldiğinde bu aniden mi olacak, yoksa gerçekten beni sona getirecek günleri bilerek ve fark ederek mi yaşayacağım bunu bilmiyorum. Bir yandan bilmiyor olmak da yaşamın olumlu güzelliklerinden biri. Bununla birlikte o son geldiğinde, yaşamım ve ölümüm ile barışık olmak için keşkelerim olmaması gerektiğini artık biliyorum.  Mutluluğun anahtarı içimizdeki potansiyeli dolu dolu yaşabilmekten de geçiyor.  Başkalarının yaşamlarına katkı koyabilmek de kendimiz ve yaşam ile barışmanın, bütünleşmiş hissetmenin yollarından biri. İşte belki o nedenle, parçası olduğum Lions Kulüpleri Birliği ve diğer sivil toplum kuruluşlarında görev yapmayı kendim için önemli ve değerli buluyorum.  Gönüllülük belki o nedenlerle yaşamlarımızda başka şekilde elde edemediğimiz bir doyum sağlıyor.

Sayın Eser Ömeroğlu konuşmasında gönülülüğü üç kelime ile tarif etti. Şefkat, cömertlik ve gelecek kelimeleri ile. Karşılık beklemeden yapılan yardımdaki şefkatten, özgürce vermekten gelen cömertlikten ve umut taşıyan geleceğe hizmetten bahsetti. Gönüllü olmanın içimizde uyandırdığı güçten. Ben bu güce derinden inanıyor ve güveniyorum.  Dünyanın her köşesinde bu yola inanların yarattığı birliğin yaşamı yaşanır kılan en büyük güçlerden biri olduğuna.


7. Koçluk Konferansının bende uyandırdığı ve tınlamaya devam eden farklı düşünceler ve duygular var.  Bunları, ruhuma dokunduğu noktalar ile paylaşmaya devam edeceğim.

Tekrar buluşana kadar, sevgi ve ışıkla kalın.

2 Ekim 2016 Pazar

Lions Relife'da...

Lions Relife online dergisi için yazdığım yazılarımı aşağıdaki bağlantıdan okuyabilirsiniz:


Keyifle olması dileğiyle.

17 Haziran 2016 Cuma

Çıtkırıldım

Bazen beklenmedik bir anda duyduğumuz bir kelime birçok anıyı, olayı hafızamızda bir anda saklı oldukları o bilinmez yerlerden çıkarıp önümüzde capcanlı görüntüler olarak getirebiliyor. Capcanlı. Bir kelime ile.

Sözlerin, kelimelerin hayatlarımızdaki yapıcı ve yıkıcı güçlerine inanıyorum. Kelimeleri olumluya yormanın önemine de.

Tabi bazı kelimeler anlamları ve enerjileri nedeni ile ne yaparsak yapalım olumlu kuvvete o kadar çabuk dönüşemiyor.  Genelde.  Yani, “kötü” kelimesi ile barışmak belki mümkün ama “kötüsün” cümleciğine dönüştüğünde, o enerjinin dalgasının bedenimizi ve ruhumuzu dövmesini engellemek o kadar kolay değil.

Kelimeler gerçekten güçlü. Bazen sihirli. 

Kelimelerin duyduğumuzdaki etkileri farklı. Okuduğumuzda yarattıkları dalgalar da bambaşka. Orada da gizemli bir dünya var.  Kelimeler kimilerimiz için yazıda ayrı bir hayat buluyor.

Yazı yazmak esasında mide bulantısı gibi bir duygu ile başlar. Ben de öyle başlıyor.  Oturup yazı yazayım diyerek yazı yazamıyorum ben.  Bir mide bulantısı başlıyor adeta.  Bazen çok güzel, bazen çok üzüntü veren bir “şey”le başlıyor. Bir olay, bir görüntü, bir kelime.

Ve getirdikleri düşünce ve duygular sadece beynimde değil bedenimde dolaşmaya başlıyor. Önce kendimi, gerçekten neredeysem, evde, ofiste, genelde volta atarken buluyorum. Dolaşırken. Dolaştığımı bir süre sonra fark etmiş oluyorum. Bakıyorum o duygu ile oturamaz, duramaz olmuşum.

Bazen o olayın hemen anında olmaz bu hal.  Mesela bir toplantının ortasındayımdır o sırada, veya havalimanında uçağa binmek üzereyimdir veya olay bir alışveriş merkezinde gözümün önünde cereyan etmiştir veya bir otelde, takside, minibüste.  Bazen fark etmem bu mide bulantısının daha önce yaşanmış o anlar nedeni ile olduğunu.

Semptomlarda genelde, genelde evime geldiğimde, o zaman kendini belli etmeye başlar. Yazıp içimden atmak istediğim bir şey vardır. Yazıp içimden atmam gereken bir şey vardır.  Ve ortam müsait olduğunda içimdeki Zeynep sinyal verir. Şimdi içinden atma zamanın olabilir, diye. 

İşte bir bakarım evin içinde volta atıyorum.  Sonraki adım bellidir.  Muhtemelen zaten açık olan bilgisayarımın başına geçerim ve yazarım. Bitene kadar.

*

İşte dün duyduğum bir kelime bu sabah, dünden beri ben fark etmeden kafamın içinde saklı yerlerinden tekrar gün yüzüne çıkardıklarını boşaltmamı ister gibi.  Bu akıma çok fazla direnemeyeceğim.

Bugünlerde Orhan Pamuk’un 2006 yılında Nobel Ödülü’nü alırken yaptığı “Babamın Bavulu” konuşmasının birkaç yazısıyla birlikte yer aldığı “Babamın Bavulu” kitabını tekrar okuyorum. İlk defasında gözü yaşlarla okuduğum bu kitabı sanırım beşinci defa okuyorum.  Ve bugünlerde yine tesadüfen Annemin evinde karşıma çıkan George Orwell’in, Penguin Kitapları’nın 20 kitaplık Great Ideas-Harika Fikirler serisinde yer alan kitabı “Why  I Write – Neden Yazıyorum”unu da okuyorum. Onları okuyor olmamın bu sabah duyduğum bu mide bulantısı ile ne kadar ilgisi var bilmiyorum ama bu iki yazarın kelimelerinin bu üzerimdeki hal ve karışıklık duygusu ile kalmak yerine yazmayı seçme isteğimi kuvvetlendirdiklerini söylemek zorundayım.

*

Bir kelime demiştik. Bazen bir kelime yetiyor.

Benim için bugün bu kelime çıtkırıldım.

Anlamını bilmediğimden tabii ki değil ama mide bulantımın nedenini anlayınca, çıtkırıldım kelimesi ile yüzleşebilmek için, bu kelimenin bende dokunduğu yerleri anlayabilmek için, genelde yapmayı sevdiğim gibi Türk Dil Kurumu’nun internet sitesine girdim ve anlamına tekrar baktım. 

Çıtkırıldım kelimesi sanırım benim ağzımdan hiç çıkmamıştı.  Hiç söylememiştim.  Bu kelimeyi bugüne kadar yazdığımdan da emin değildim. Bugünlerde popüler olan “Lugat365 Bazı Kelimeler Çok Güzel” kitabında yer alan ve daha çok dedelerimizin (rahmetli babamın), ninelerimizin dillerinde yeri olan 365 kelimenin çoğunu kullanmışken çıtkırıldım nedense benin lugatımda yer almamıştı.

Türk Dil Kurumu çıtkırıldım sıfatı için “Aşırı incelik, dayanıksızlık ve çekingenlik gösteren (kimse),” diyor.

Çıtkırıldım benim lügatımda yer almamıştı ama, bu sabah kafamın ve kalbimin içinde dolaşanlar, bu kelime veya bu kelimenin bende asıl çağrıştırdığı zayıflık, fiziksel veya ruhsal olarak zayıf olma hali ile ilgili bir isyan başlatıyordu.

Çıtkırıldım kelimesinin daha önce ağzımdan çıkmadığını söylemiştim.  O kelimeyi söylemiş olarak bu yazıyı yazabilmek için mutfakta çayını koymakta olan anneme seslendim.  Birkaç gün sonra Japonya’ya gidecek olduğum için evimde yani Fethiye’de değil İstanbul’da annemin misafiri olma şansını yaşadığım günlerden birindeydim.  Belki de bu yazıyı yazabilmek için olabileceğim en doğru yerde.

Kelimelerin dudaklarımdan dökülmesine izin verdim.
-           “Anne ben çıtkırıldım mıyım?”
-           “Nereden geldi şimdi bu aklına?” dedi Annem.

Önce yanıt vermedim, sonra “Yo, öylemesine,” falan gibi en anlamsız cevaplarımdan birini verdim.  Bir kelimenin, o kelimenin beni saatlerdir rahat bırakmadığını söylemedim.  O kendine göre çıtkırıldımın ne olduğunu tarif etmeye geçmişti ve sorumu fazlası ile anlamsız bulduğunu ve arkasındaki düşünceyi de tam çözemediğini fark etmemek mümkün değildi ama sanki konuyu kurcalamaması gerektiğini de annelik önsezileri ile hissetmişti sanki. Oraya girmedi.

Annelik duygularından bahsedince, annelik şefkatli ile çocukluğumdan beri beni canımı düşünmemekle adeta suçlayan, yapılması gerekenler için kendimi fazla zorladığımı ve yorduğumu, canımı gereksiz üzdüğümü söyleyip duran Anneme çıtkırıldım kelimesi ile bugün yaşadığım mücadeleyi anlatmam zor olabilirdi.  Ona ‘canını üzmek’ ifadesinin ne anlama geldiğini anlamaya başladığımı söyleyebilirdim aslında. 

Yaşamımda canımı düşünmediğim konusunda annemi haklı çıkaracak fazla örnek vardı.  Yerine göre fazlası ile gereksiz cesaretle kendi bedenimi ve ruhunu lüzumsuzca yorduğum zamanlar çok fazla olmuştu. Toz alerjisi için ilaçlar ile şantiyelere gitmeler, burkuk bilekler ile araba kullanmalar, iş seyahatlerine kaçmalar, ateşli ateşli evden ofise kaçmalar.  Sorumluluk hissimin dozunun kaçtığını söyleyip durmuş, sonra bana söz geçiremeyince bu konuda kötü örnek olmakla babamı tatlılıkla suçlar olmuştu. Bu konuda haksız da değildi belki. Ama beni etkileyen babamı örnek almam mı yoksa genlerden gelen bir davranış bozukluğu muydu bundan tam emin değilim doğrusu.

Yıllarca yerine göre bedenime rağmen, ağrılara rağmen, yorgunluklara rağmen, bireysel isteklerime rağmen hep çalışmaya, mücadele etmeye devam etmeyi seçmiştim. Doğru olanı yapmak, yapılması gerekeni yapmak, aileme, çevreme, işime, topluma sorumluluklarımı hani tabir yerindeyse kanımın son damlasına kadar yerine getirmek gibi değişik bir görev bilinci ile yaşadığımı itiraf etmek zorundayım. Böyle bir inanç ile.  Yaşamımın belki ilk otuz yılını böyle tarif etmem mümkün.

Son onbeş yıl içindeyse, adım adım, bu ‘rağmen’lerle yaşamanın doğru bir yol olmadığını keşfetmeye başladım. Adım adım.  Bu on beş yılda, bedenimin, kalbimin ve ruhumun bana adeta boyun eğişi ile ilerlemenin yaşamak için doğru olmadığına karar verdim. Kendimi düşünmeyi bir seçenek olarak dikkate almadan yaşamayı bırakmaya karar verdim.

Beni yakından tanıyanlar bilirler, maddiyat benim için hayatta hiçbir zaman öncelik olmadı. Yani çok çalıştıysam bu öncelikle sorumluluklar nedeni ile oldu. Kendimden çok başkalarına karşı hissettiğim sorumluluklar.  Sonra kendimi düşünmenin sorumsuzluk olmadığı kavramı ile barıştım.  Bana iyi gelen davranışlarında başkaları için de iyi olabileceğine. Şu meşhur “kazan-kazan” tabirinin doğru olabileceğini keşfetmeye başladım. İstediğim şeyi yapmanın başkalarına da iyi gelebileceğine.  Mesela en basiti, çocukluktan beri en çok yapmayı sevdiğim şeyi yaptığımda, yazı yazdığımda, bana yazılarımın onlara ne kadar iyi geldiğini, şifa olduğunu, moral verdiğini, umut verdiğini söyleyen insanlar ile karşılaşabildiğimi keşfettim.

Bu sabah kendimi İstanbul’da, Arnavutköy’de, annemin evinde volta atarken yakaladığım an aklımdan geçen anıyı fark ettim. Rahmetli babamla Ankara’da bir oteldeyiz.  Kayseri’den, bir karayolları inşaat işinin ihalesine girmeden önce iş yerini görüp Ankara’ya gelmişiz. Ertesi gün ihale var Karayolları Genel Müdürlüğü’nde.  Gündüz ateşlenmeye başlamışım ve ihale dosyasını tamamlamamız gerekiyor. Ateşim düşmek yerine çıkmaya devam ediyor, aldığım ateş düşürücüler sadece o prospektüsteki süreleri kadar etki gösteriyor ve ateşim 39, 39,5 dereceler gibi riskli bölgelerde gezinmeye devam ediyor.  Oteldeki havluları ıslatıp vücudumu soğutmaya çalışıyorum.  
Bir yandan otel odasında babamla ihale dosyasını hazırlamaya çalışıyoruz.  Gözlerim kararmaya başladığında havlular ile kendimi soğutarak ateşimi düşürmeye çalışıyorum.  Benden 43 yaş büyük babamdan pek bir destek talep istemem mümkün değil ama o da bana “Zeynep, kızım, ne yapalım, iyi misin?” diye soruyor. Ben bir yandan ne olacak halim diyorum ama ertesi gün ihale var ve her zaman yapmayı seçtiğim şeyi yapmayı seçiyorum ve “İyiyim Babacığım,” diyorum. “İdare ederim,” diyorum. İdare ediyorum da. Yani en azından havale geçirmeden ertesi sabahı ediyorum. Arada bazen on dakika, bazen yarım saat uzanıyorum ve kalkıp ihale dosyası üzerinde babamla çalışmaya devam ediyoruz.  Ertesi gün ihaleye de giriyoruz. İş bizim üzerimizde kalmıyor o ayrı.

Şimdi geriye dönüp bakıyorum ve “Bu hata” diyorum. Böyle davranmak hatalı.  Canıma yazık, ruhuma yazık.  Onlarca, böyle onlarca olay var hayatımda.  Kendimi bildim bileli zayıflığı, zayıf olma halini kabul etmemek adına, hastayım demedim, yorgunum demenim, üzgünüm demedim.  Yıllarca demedim. Gerçekten yıllarca. Şimdi düşününce, rahmetli babam 77 yaşında vefat etti ve belki o neredeyse hayatı boyunca demedi ama ben de son on beş yılda azalan dozlarda olmak üzere, halim ne olursa olsun söylemedim. Söylememeyi seçtim.

O yıllarda annemin iyi olup olmadığını anlamak için davranışlarımı kontrol ettiğini, halimi gözlerimden anlamaya çalıştığını bilirim.  Hasta olduğumu söylemezdim, üzgün olduğumu söylemezdim, takatim kalmadığını söylemezdim. Bunu saklamak için uğraşırdım adeta.  Mesele benim meselemdi, başkasını yormaya ve üzmeye gerek yoktu ki. Rahmetli babamın ve annemin rahatsızlıkları nedeni ile onları üzebilecek veya onlara ek bir yük getirebilecek bir durum yaratmamak önceliğimdi.

Sonra yıllar, yaşananlar, kitaplarımı yazmaya iten hikâyeler, bana kendimi düşünmeyi öğretmeye başladı. Kendimi düşünmemin şart olduğunu. İsteklerimi dikkate almam gerektiğini. Kendimi korumanın, kendimi düşünmenin bencillik değil sağlıklı bir şart olduğunu.  Kendimi düşünmemin ve korumanın başkalarını düşünmeme, başkalarını korumama mani olmadığını.

Yavaş yavaş, ki bu konuda hala biraz yol almam gerektiğini söylüyor annem, hastaysam hasta olduğumu söyleme başladım. İyi hissetmiyorsam bunu söylemeyi, canım acıyorsa bunu paylaşmayı, üzgünsem beni üzen duyguları ifade etmeyi seçmeye başladım.  Kendim olmayı ifadelerimde daha şeffaf ve açık olarak yaşamayı seçmeye başladım. Özellikle de son bir yıldır bu konuda daha net bir niyetim var.  Kendime rağmen bir şeyleri yapmak artık benim için bir seçenek değil. Sorumluluk bilincimin azaldığını söyleyemem. Sadece kendime eziyet etmemek konusunda kararlıyım.  Kuvvetin ve zayıflığın ne anlama geldiğini daha sağlıklı olarak kavrıyorum.  Çok şükür.

İşte bu nedenle, belki yaşamım boyunca kendimle verdiğim bu zorlu iç mücadele nedeni ile geçirdiğim bir rahatsızlıktan sonra dinlenmeye karar verdiğimde, bunu seçtiğimde, beni çok sevdiğini çok iyi bildiğim bir tanıdığımın bir espri olarak, belki aslında haydi kendini bırakma, haydi toparlan, sen güçlüsün, demek isteyerek “Ben sana bundan sonra çıtkırıldım diyeceğim,” demesi enteresan bir çınlama yaptı ruhumda ve bedenimde. 

Ben, neredeyse küveze girme sınırında, iki kilo beşyüz gram doğmuşum.  Çocukluğum kilo olarak hep zayıf bir çocuk olarak geçmişti ama ufak tefek olmam, zayıf olmam hiç dikkate almadığım bir özelliğim olmuştu. Kız çocuğu olmam beni etkilememişti.  Korkusuz değildim ama korkularımı yok sayarak çıtkırıldım olmamak, kız olmama rağmen, ufak tefek olmama rağmen güçlü olmak ve kalmak hep birinci önceliğim olmuştu.  Kendi başımın çaresine bakmak hedefim olmuştu.

İşte çıtkırıldım kelimesi kırkaltı yaşımı dolduralı neredeyse bir ay olurken yaşamda kendimi yıllarca ne kadar zora koştuğumu hatırlattı.  Çok şükür yaşamda daha dengeli olmayı seçtiğimi.  Bir insanı tanımanın, kendimizi tanımakta zorlanırken, o kadar kolay olmadığını. Ve en çok da kelimelerin o dev gücünü. 

Eyvallah demek lazım belki çıtkırıldım denilen Zeynep’e, güçlü olmaya çalışana olduğu kadar.

8 Şubat 2016 Pazartesi

Yaratıcılık Dünyası

Yaratıcılık çalışmalarının benim için önemini birçok arkadaşım ve bu konuda beraber çalışmalar yaptığımız dostlar biliyorlar.

Benim bireysel gelişim yolumda harika bir rehberim oldu ve bu nedenle keyifle ve büyük katkısına gönülden inanarak yaptırıyorum.

2016 yılında üç aylık bu çalışmalarımıza Fethiye ve İstanbul'da yeni gruplarımız ile başlayacağız. Bu çalışmalara ait duyuruları buradan ve Wordpress blogumdan ve Facebook sayfamdan duyuracağım. 

Bununla birlikte yaratıcılık süreçleri konusunda bireysel bir yolculuğun hikayesini okumayı arzu edenler, bu konuda farklı bir bilgi almak adına, bu çalışmayı daha önce beraber yaptığımız Değerli Dostum Sayın Selcan Yıldırıcı'nın çalışmamız hakkında yazdığı "Beyaz Sabah Sayfaları" adlı kitabını okuyabilirler. 

Sayın Selcan Yıldırıcı'nın bir kitabı daha var. İlk kitabı "1 2 3 Sıçra" da kişisel gelişim yolculuğunu anlatıyor ve kendisinin "Bir İki Üç SIÇRA" adı ile bir Facebook sayfası da var. Orada ilham veren sözlerin dünyası ile bizleri buluşturuyor.

Yaratıcılık, sağlık, sevgi, neşe ve bereket dolu günler bizimle olsun.
Saygı ve sevgilerimle.

28 Kasım 2015 Cumartesi

Yapmamız Gereken...


Günaydın,

Yaşamda hepimizin yürüdüğü yolda bize gereken esasında kimseye ihtiyaç duymadan ihtiyacımız olanı kendimizin keşfettiği ve yapmamız gerekeni kendimizin yapabildiği günler. Bu mümkün.  Ve hedefimiz de bu olmalı. Yaşam için. Reiki için. Neyi istiyorsak onun için.

Bu yolda, hepimizin bildiklerimizden, yaşadıklarımızdan, deneyimlediklerimizden öğrendikleri var.  Yaşadığımız için bildiğimiz.  Bağımsız olma yolunda işte paylaşmamız gereken tam da bu.  Nasıl bağımsız olmayı başarıyoruz?  Tamam, her zaman olmayabilir ama başarabilidiğimizde, başarabildiğimizde nasıl başarıyoruz.

Reiki adına bildiklerim var.  Bugün ve hangi günler bunu yapmak bana doğru gelecek ise bunu yapmaya gayret edeceğim.  Sizin başka türlü olması gerektiği ile ilgili hisleriniz ve/ya bilişleriniz varsa, bunu aynı yolda yürüyenler ile paylaşmak da sizin sorumluluğunuz.

Yeni bir gün başlıyor ve bu gün için ben de bu düşünceler dolaşıyor.

Hepinize saygı ve sevgilerimle.
Zeynep


12 Mart 2015 Perşembe

İçimizdeki Cevher


İçimizde, hepimizin içinde keşfedilmeyi ve ortaya çıkarak yaşam bulmayı bekleyen ne çok yetenek ve zenginlik var.

Kimilerimiz bizdeki bu cevheri bularak hayat bulması için çalışan insanlar ile karşılaşma şansına sahip oluyoruz.

Bazense bizi doyuracak bir yaşamın arayışı içinde bizde saklı hazineyi kendimizin keşfetmesi ve ortaya çıkarması gerekiyor.

Bazen zorluklar bizi daha kuvvetli yaparken, bazen de önümüzü açanlar hızlı yol almamızı sağlıyorlar.

Yolumuz ne olursa olsun, emin olmamız gereken bir şey var. Nasıl olursa olsun, ne olursa olsun, ne kadar kolay veya zor olursa olsun, yaşamak için doğduğumuz yaşamı yaşamaya yaklaştığımızda doyum, mutluluk ve keyif oluyor. Çok zor bir yaşam bile, bir anından bile şikayet etmediğimiz bir yaşam oluyor.

Karşımıza çıkan her 'engel', her 'zorluk', üstesinden gelebileceğimiz için. Aşmamız, çözmemiz, keşfetmemiz ve üstesinden gelmemiz için. Belki engel ve zorluğa bakışımızı değiştirmek için.

Kendi gücümüzü keyif ve mutluluk ile keşfedeceğimiz bir yaşamın tadını hep alalım.

11 Mart 2015 Çarşamba

Reiki Hakkında Sıkça Sorulan Sorulardan...

Merhabalar,
Haydi bugün Reiki öğrenmek ile ilgili ve Reiki'ye dair sıkça sorulan bazı soruların yanıtlarını hatırlayalım:



- İsteyen, seçen herkes Reiki öğrenebilir. Reiki öğrenmek özel bir bilgi ve yetenek gerektirmez.
- Reiki olumlu ve yapıcı bir enerjidir. Olumlu niyetler ve olumlu akış için çalışır. Reiki'nin zarar vermek için kullanmak mümkün değildir. Reiki zarar vermez. Olanın ve olması gerekenin önünü açan bir enerji olarak tarif edebiliriz.
- Reiki uyumlama ile, yani bir öğreticinin el vermesi ile, öğrencinin enerji alanı üzerine bir çalışma yapması ile öğrenilir ve kullanılmaya başlanır.
- Reiki uyumlaması aldıktan sonra Reiki'yi hemen o an kullanmaya başlarız ve ömür boyu kullanmaya devam edebiliriz.

- Reiki kullanmak başkalarının özgür iradesine saygı göstermemizi gerektirir. Başkalarına istekleri ve rızaları olursa ve olduğunda bu enerjiyi Reiki seviyemize göre dokunarak veya uzaktan sunabilir, verebiliriz.
- Reiki'yi bütün hayrı için kullanmayı temel niyetimiz olarak seçebiliriz.
- Reiki verme gücü ve alma faydası su içmemize bağlı olarak değişebilir. Vücudumuzda yeterli su olmadığında aynı etkinlik ile Reiki veremeyebilir veya alamayabiliriz.  Su ihtiyaç miktarı bireysel olmak ile birlikte genel olarak günde 1,5-2 litre olarak tarif edilmektedir.
- Reiki'ni özelliği başkalarına kendi öz enerjimizi yitirmeden, enerjiye kanal olarak aktarmamızı sağlamasıdır.
- Reiki'nin diğer bazı enerji aktarım tekniklerinden farkı kendimize de enerji aktarmamıza imkan vermesidir.

Sevgi, sağlık, neşe dolu günler sizinle olsun.

26 Şubat 2015 Perşembe


Yaşamda ilham aldığımız insanlarla olmak, başkalarına destek ve örnek olma istek ve gücümüzü kuvvetlendirsin.
Sevgi, saygı ve özgürlüğe de hürmetle.




15 Şubat 2015 Pazar

Devam Etmek


Yaşam ve yaşananlar ağır geldiğinde, yapabileceğimiz en iyi şey elimizden geleni yapmak, yapmaya devam etmek.

Olumlamalardan...


Mutlulukla öğrenme dolu günlere...

14 Şubat 2015 Cumartesi

"Kabul Ediyorum"

"I accept - Kabul ediyorum"

Yaşamda olanı görme, kabul etme ve bu sayede çözümler ve seçenekler üretme gücümüzün daha da artması dileğiyle.


13 Şubat 2015 Cuma

Sevgililer Günü


Sevgililer günü sevgi üzerine konuşmak için tatlı bir bahane. Romantik ilişkiler, eşler, sevgililer konusu bir yana, yürekten sevgi hissi, yürekten yayılan o enerji dünyadaki en yüksek frekans. 

Şartlı sevgi, yani şöyle olursan, böyle yaparsan, şunları kabul edersen seni severim anlamını taşıyan sevgi aynı sınırsız enerjiyi taşıyamıyor. Koşulsuz sevmek yaşamı ve insanları oldukları gibi kabul etmeyi içeriyor.

Bir insanı olduğu gibi kabul etmek onun kendini gelişmesi, arzularını gerçekleştirmesi, yaşam yolunu açması için destek vermemek anlamına tabii ki gelmiyor. Yeni seçenekler, fırsatlar sunmamıza engel değil. Aklımızda onlar için beliren olumlu imkanları paylaşmaya, hatta belki biraz ısrar etmemize bile engel değil. Yaşamın tüm gerçekliğini görmenin mümkün olmadığını ve bakış açımızın doğamızdan gelen sınırlılıklarını hatırlayarak yaşayalım yeter ki.

Kendi yaşam yolumuzdaki güzellikleri ve fırsatları görmekten ürktüğümüzde başkalarının desteğine ihtiyacımız olur. Herkesin olur.

Bununla birlikte esas olan, seçimi ve sonucu o insana bırakmak.

Bu bazen kader yolunu keşfedenlerin o gözleri yaşartan kendilerine sahip çıkmaları ya da yüreği de ağlatan kendilerini inkarı kabullenmeleri olabiliyor.

Bir insan için yapabileceğimizi yaptığımızı hep hissettirecek şey onlar için en iyisinin ne olduğunu sormaya ve düşünmeye devam etmek ve oldukları haldeki mükemmelliklerini hep hatırlayarak şartsız sevmektir.

Hepimizi çocuklar gibiyiz. Sevgi her zaman ve her zaman en büyük besinimiz.

7 Ocak 2015 Çarşamba

Yaratıcılığı Özgür Bırakmak


Yaratıcılığımızın önündeki belki gerçekten de var olan engellerden yakınmaya devam edebiliriz.
Ya da, elimizden geleni kadarını, yer açabildiğimiz kadarını yaparız.
Hani mesela ölmeden önce okumayı istediğimiz kitapların, uzun ve asla sonuna gelinemeyecekmiş hissini veren listesine bakarken, zamanımızın belki yetmeyebileceğini düşünü,p okumayı peşinen bırakmalı mı?
Hani "Tam hakkıyla olmayacaksa olmasın" diye sözlerimiz vardır. "Neden?" diye sorarım genelde bunu duyduğumda.
Yapılan, yapılabildiğini kadar yapılan, başlamamaktan, denememişlikten her zaman daha iyi gelir bana.

3 Ocak 2015 Cumartesi

Şükür

2015 yılına yavaş yavaş alışmaya başladığımız bu günlerde, sizleri, hepimizi, bugün için, yaşamımızda bugüne kadar gerçekleşmiş olan veya bugün var olan şükredeceğimiz şeyleri hatırlamaya davet ediyorum.
Bugün her ne yaşanıyorsa, bununla birlikte şükredeceğimiz şeyleri farkındalıkla, ve toplumsal yakınma alışkanlığımızı bırakarak, hatırlayalım.Mutluluk ve neşe gün boyu sizinle olsun.

31 Aralık 2014 Çarşamba

Mutlu Yıllar

Hayattan tat alacağımız, sevgi dolu bir yıl dileğiyle...



22 Kasım 2014 Cumartesi

Enerji Kullanımı, Reiki ve İzlenecek Yol

Yıllar önce rahmetli babam, bir iki saat sürmesi beklenen ve epidural  anestezi ile yapılacak olan bir operasyona girmişti. Operasyon 3 anestezi uzmanının girdiği 18 saatlik oldukça zorlu bir ameliyata dönüşmüştü.  "Reiki'yi Yaşıyorum"da hayatımda önemli yeri olan bu hikayeden bahsetmiştim.

Ameliyattan birkaç ay sonra doktor bir tanıdık ile tekrar ziyaret ettiğimde, cerrah hocanın, o ameliyatta ömrümden yıllar gitti dediğini duymuştum.  Akla gelebilecek her komplikasyonun başlarına geldiğinden bahsetmişti.  Sonunda başarı ile tamamladıkları zorlu ve mücadeleli bir operasyon olmuştu. Sonunda başardıkları ve babamda hiçbir sorun ve araz bırakmadan tamamladıkları uzun bir operasyon.

O günlerde de, sonrasında da düşünürüm, 2 saat sürecek diye girdiğin ameliyat olmadık ve akla gelmedik sorunlarla 18 saat sürdüğünde, ne yaparsın?  Öncelikle 2 saat yerine 18 saat etkin olarak dayanabilmek gerekiyor.  O cerrah 18 saat boyunca görev yapabildiği için babamı kurtarabildi.  Düşünce ve yapma gücünü koruyabildiği ve devam ettiği, vazgeçmediği ve çözüm aramaya devam ettiği için başarabildi.  Babamın hayatını, veya belki bacağını orada kaybetmesi çok muhtemeldi. O ya da bu nedenle olmadı ve ameliyat mutlu bir sonla bitti.  Birçok şey bu süreci kolaylaştırmış olabilir, ancak en basit ve gerekli şart olarak ameliyatı yapan cerrahın orada olmayı başarması gerekiyor.  Kendisine yıllar sonra tekrar sonsuz teşekkürlerimizi göndereyim bu konudan bahsederken.

O cerrah gibi, biz enerji ile çalışanların da buna dikkat etmesi gerekiyor.

Hiç planda, programda yokken bir anda çok acil bir duruma destek vermeniz gerekebilir. Bir çalışmanın sizi ne kadar yoracağını, yorabileceğini ve dayanma gücünüzü doğru tahlil etmeniz gerekiyor.  Bunu keşfedebilmek için korunaklı ortamlarda ne kadar Reiki verebildiğinizi denemeye ihtiyaç vardır.  Reiki buluşmalarımız sorulara yanıt vermek kadar, bu deneyime fırsat yaratmak içindir.  Vermeniz gerekse durmadan kaç dakika Reiki verebilirsiniz? Kaç kişiye ardı ardına Reiki verebilirsiniz? Hangi durumlarda ne kadar yoruluyorsunuz?  Yorgunluğunuzu atıp kendinizi doldurmayı nasıl başarabiliyorsunuz? Bu ne kadar zaman alıyor? ...

Enerjimizi etkin ve etkili kullamayı keşfetmek önemli. O nedenle her zaman ve her zaman bir sorunu çözebileceğim en kısa sürede ve en etkin şekilde çözmeye çalışıyorum. Çünkü sonraki dakikada nasıl bir şey yapmam gerekebileceğini bilmem mümkün değil.  Belki bu nedenle bir çok hocam, özellikle ileri seviyelerde çalışmalar yapmaya başladıktan sonra bana enerjimi son noktasına kadar bitirmemem gerektiğini hep hatırlattılar. Uyardılar. Ne zaman sana ihtiyaç olacağını bilemezsin. Her zaman, ne  yaparsan yap daha da acil bir durum için hızla hazır olman gerekebileceğini hatırla, dediler.  Çok haklı olduklarını zaman gösterdi. Dediklerini dinlediğimde ve dinlemediğimde yaşadıklarımla öğrendim.

Verdiğim, aktardığım enerjiden bahsetmiyorlardı.  Biz kaynak değiliz.  Ben kendi enerjimi değil, kanal olabildiğim enerjileri verme yolunda yürüyen bir insanım.  Onlar enerji verme işlemini yapma gücümden bahsediyorlardı.  Ve enerji vermeden önce veya verirken sorunları bulmak, araştırmak için harcayacağım enerjiden.

Askerlerin tatbikatlar ile kendilerini hazır tutmaları gibi, siz de enerjiyi kullanarak kendinizi geliştirin, hazırlayın, hazır tutun.  Ara ara 7 günlük veya 21 günlük çalışma programlarını sizlere burada veya özel gruplarımızda iletiyorum. Son günlerin bana yaşattığı ve hatırlattığı deneyimlerle siz dostların bu yolda ilerlemesi adına farklı uygulama önerileri paylaşmaya ısrarla devam edeceğim.

Enerjiyi nasıl kullanacağım diyebilirsiniz. Derslerde bunu elimden geldiğince paylaşıyorum.  Bu yolda deneyleri öncelikle ve özellikle kendi üzerinizde yapacaksınız, deneyeceksiniz.  Herşeyi önce kendinizde deneyin.  Neleri biliyorsunuz, bunları madde madde yazın.  Enerji ile Reiki ile neleri yapmayı biliyorsunuz?  Bu listeyi yapın.  Bu listeyi yaparken neyi bilip neyi bilmediğinizi daha net keşfedeceksiniz.

İlerleme yolunda neyi bilip bilmediğimizi bilmek, dayanma ve yapma gücümüzün miktar ve sınırlarını bilmek kadar önemli.

14 Kasım 2014 Cuma

Yaşamın Tadı

Yaşamın tadı nereden alınır, diye sorduğum olur.

Veya, yaşam tadını nereden alır?

İngiltere’nin bir milyon nüfuslu, sanayi şehri olmaktan kendini biraz daha özgün karakterli bir şehir olmak adına çok da başarılı olmayan ataklar ile dönüştürmeye çalışan Birmingham’dan yeni döndüm sayılır.  Yaşamı yaşamaya değer kılan nelerdir sorusu belki yaşam boyu yanıtı değişerek karşımıza çıkan bir soruyken, yaşamın tadını neyin verdiği belki yanıtı hemen bulunması, bulunamıyorsa acilen aranması gereken bir soru olabilir.

Yaşamın tadı nereden gelir?

Üyesi olduğum Uluslararası Lions Kulüpleri Birliği’nin Birmingham’da yapılan üç günlük Avrupa Toplantısının son günündeki son çay kahve molasında çantama attığım, mavi beyaz çizgili küçük kapalı paketteki bitter çikolata parçalı kurabiyeyi, Türkiye’ye döndüktenon iki gün sonra, bu defa Fethiye’de, ismini Yunus Nadi’den alan ilköğretim okulunun karşısında, Halide Edip’in “Ateşten Gömlek”ini okurken sabah biraz geç saatte demlediğim çayımı içerek yerken alınan tat mıdır?

O paketten birbirine içleri dönük olarak yerleştirilmiş çıkan iki, paketini kontrol edip okuduğuma göre, İngiliz kurabiyesi, Halide Edip’in ismini Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan kendisine söyleyerek de olsa bir nevi izin almadan ödünç aldığı, romanı “Ateşten Gömlek”i otuz yıl sonra tekrar okuyan bana farklı neler katar?

O kitabı ilk okuduğumda ortason sınıfta, İngiltere belki birkaç İngiliz öğretmenim dışında hiç bilmediğim bir dünyaydı.  Onlarca farklı nedenlerle ve özellikle tamamlayıcı tıp tekniklerini öğrenmek için, defalarca gittikten sonra, kendi ülkemden sonra en çok ait hissedebildiğim bir ülke demek, aralarında İstiklal Harbi askerlerinden olan, İstiklal Madalyalı dedelerime de saygısızlık olur mu?

Düşünmeden edemiyorum, “Ateşten Gömlek”i okurken yine ortaokulda beni belki daha da çok etkileyen “Türk’ün Ateşle İmtihanı”nı hatırlamak, elimdeki sıcacık ince belli bardağın inçindeki, çay bitmesin diye normalde sevdiğime göre biraz daha açık koyduğum çayın tadını değiştirir mi?
Yaşamın tadı nasıl bir şeydir?  Ve nedir o belki beş duyunun ötesinde olan tad’a tat katan?

Ateşten gömlek Halide Edip’in romanında bir belirip sonra tekrar belirinceye kadar bir süre rengini, alevini saklayan bir ateştir ama yaşam esasında hepimiz için alevinin izini sürmemizi beklediği ateşten gömleği vermiştir de.   Ateşten gömlek belki bir sevda, belki yurt sevgisi, belki de yapmak için doğduklarımızı keşfetme telaşının biraz da anlaşılması zor heyecanıdır. Bize ait olduğunu bildiğimiz ama belki de başka can’ların taşıma cesaretini gösterdiğini görünce daha da arzulandığımız bir meşale.

Ne çok şey geçiyor akıldan.  İnsan zihni nasıl da dev bir dünya. Bunları yazarken, bambaşka şeyleri yazmayı düşünürken, aniden okunmaya başlayan Salah, sela’nın, Türkçe okunmuş olmasını dilediğimi fark ediyorum.  Babamın ezanın onun küçüklüğünde Türkçe okunduğunu söylediği zamanki şaşkınlığımı hatırlıyorum. “Sahinden mi babacığım, sahiden mi?” dediğimi.  Evimizin karşısında olan ilkokulumun hemen yanındaki, evimizin karşı çarprazındaki, herkesin mescit zannettiği ama mescit olmayan mahalle camiimiz benim üniversite için Amerika’ya gidene kadar özellikle sabah ezanı ile güne başlangıcımdı.  Evimizin karşısındaki okulum ve küçük cami. 
Babamdan ilk öğrendiğimde minik çocuk aklım ile bunun ne kadar muhteşem olmuş olabileceğini düşündüğümü ve hatta heyecanlandığımı hatırlıyorum.  Ama hiç Türkçe ezan dinlememiştim ki.  Babam biraz mırıldanmıştı.  YouTube’lar yok ki o zaman nasıl bulup dinleyelim.

İlk Türkçe Ezan nasıl çağırırmış Türk haklını namaza diye ilk kaydı bulup dinlediğimde sanki ilk defa ezan dinlemiş gibi hissettiğimi ise inkar edemem.  O ahenk ile bir manevi ilandır ezan, yüreklerin teslimi ve ilanı.  Yıllarca, yüreğime çok iyi geldiğini hissettiğim ezan ile güne başlamıştım.  Ezan sesi sanki ölümün varlığını bana hep hatırlatan bir ses olmakla birlikte yüreğime hep iyi de gelirdi. Türkçe ezan kaydını ilk duyduğumda dinlemeye doyamamış, defalarca tekrar ve tekrar dinlemiştim.  O, bana göre, yürekleri Yüce Yaradan’a yakınlaştırmayı amaçlamış olan Türkçe ezanda, esasında onu Türkçeleştirenlerin Allah sevgisini ne kadar derinden hissettiğimi hatırlıyorum. Sanki onların o günlerde çarpan kalplerinden bir dalga bana gelip yüreğime çarpmıştı. Böyle hissetmiştim.  Çok saf bir sevgi, çok temiz bir inanç bunu yapmanın yolunu açabilirdi.  Hissettiğim buydu.

''Tanrı Uludur, Tanrı Uludur.

Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'dan başka yoktur tapacak.
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'dan başka yoktur tapacak.

Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'nın elçisidir Muhammed.
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'nın elçisidir Muhammed.

Haydin namaza, haydin namaza
Haydin namaza, haydin namaza
Haydin felâha, haydin felâha
Haydin felâha, haydin felâha

Tanrı Uludur, Tanrı Uludur
Tanrı'dan başka yoktur tapacak.''

*

Dünyanın farklı köşelerinde, çok farklı milletlerden, çok farklı dinlerden insanların Tanrı’ya seslendiğini duydum, gördüm, seyrettim.  Şansıma hiçbiri kendi dini adına, kendi çıkarları için başkalarına zulmeden, yok eden insanlar değildi. Ben masum dünyanın sınırlarında gezindim hep.  Acıların ve sevinçlerin insanca olduğu bir gerçek dünya.  Ben insanlık vasfını koruyan bu insanların farklı dillerde, farklı şekillerde hep aynı şeyi dilediklerini, aynı şey için çalıştıklarını gördüm.  Sevgi, kardeşlik, barış, sağlık ve mutluluk.

İşte bu insanların dualarının bana ikram ettikleri yiyecekler kadar yanlarında soluduğum havaya, yanlarında oturduğumda varlığıma, tat kattıklarını düşündüm.  İnsana tadı veren çoğu zaman insandı.  Ancak şekerle değil, tuz, biber, baharatla değil.  Ruhumuzda uyandırdıkları o kimi adı bilinmez duyguların öz baharatıyla.  Kimi zaman bir bakıştan, kimi zaman gerçekten bir duadan ya da bir fincandan, bir kitaptan veya sadece varoluşlarından gelen.  Bir Tibet çanının akıp giden uzun tınlaması gibi yüreğimizde titreyip duran bir tat.

Dinlerin, dillerin, ırkların, yaşamların, ülkelerin her biri yaşamın bir rengi, bir rengin bir tonu, açık sarısı, koyu mavisi, çingene pembesi, kan kırmızısı. 

O renklerin olmadığı bir yaşam ne kadar sıkıcı ve anlamsız olurdu kim bilir.

Yaşamın tadı nereden gelir?

İskoçya’dan aldığım seramik kart vizitliğin açık yeşilinden, Rio’dan aldığım tahta oyması heykelin hafif korkutucu yüz ifadesinden, Kyoto’dan aldığım yelpazenin verdiği serinlikten ya da mendilin gözlerimi silerken hissettiğim yumuşaklığından olabilir.  Amerika’dan üniversite yıllarda aldığım kupanın içinde duran kalemlerin renklerinin güzelliğinden gelebilir. Ya da Kanada’dan aldığım Kanada yerlilerinin şamanistik desenlerini taşıyan kupanın içinde dumanı tüten Rize çayından.  

Çocukluğumda bir bayramda ziyaret ettiğimiz babamın arkadaşının annesinin başımı okşayan elinin bitmeyen sıcaklığıdır o tat. Öptüğüm ellerinin yumuşaklığıdır.  Bitmeyecek gibi üzerime yağan bir yağmurun şiddeti, bazen de beklenmeden bulutların arkasından berilen aydınlıktır. Uzayan liste sadece yaşamımı değil beni de tatlandırır. Büyütür, acıları ve tatlıları ile.

Ve büyük bir arzu ile beklemeye başlarım, bir sonraki tat nedir ve nereden gelecek diye.


19 Ekim 2014 Pazar

Nedeni

Nedeni
Neyin mi? Her gün yaşanan birbirine benzer hikayelerin.

Dün bir Derneğin düzenlendiği, Konya’dan davet ettikleri bir tıp profesörünün tasavvuf üzerine konuşmasını dinlemeye gittim. 

Cumartesi sabahı saat 10:00’da başlayacağını öğrendiğim konuşmaya gidip gitmemeye Cumartesi sabahı 9 gibi uyanabildiğimde karar verdim.
Cuma günü konuşmayı yapacak olan Profesör ile tesadüfen bir ziyaret sırasında tanışmış ve bir iki saat dinlemiştim.  Yeni işi için kutlamak üzere ziyaret ettiğim arkadaşımın okulunun sahibinin, aynı zamanda kişisel gelişim ile ilgili bir dernek başkanı olan dostumuzun konuğu olan konuşması ile arkadaşımızın ofisinde çay kahve içerken sohbet başlamış, beraber geldiğim dostları geri götürmek için birkaç defa müsaade istemekle birlikte kalkamamıştım. 

Esasında her zaman yapabiliriz ama ayıp olmasın, kimse alınmasın derken kendi yaşamımız aksatıyoruz.  Üç saate yakın zaman sonra arkadaşımızın ofisinden ayrıldığımızda cep telefonumdaki on, onbeş cevapsız arama nezaketen telefonumu sessize almış olmamın da hata olduğunu hatırlatıyordu.  Hocanın bir iki saat konuşmasını dinlemiş ve geri dönüş yolunda bu konuşmacının ertesi sabah yapacağını öğrendiğimiz konuşmasının bu sohbetine ne kadar benzeyip benzemeyeceğini eşinin iş yerine bıraktığım arkadaşımla  yolda konuşmuştuk.  “Yarın gelecek misin?” diye sorduğunda, “Şu anda bilmiyorum,” demiştim.

Sohbet sırasında kendimi o kadar bitkin ve yorgun hissetmiştim ki enerji olarak beni yükseltmeyen ortamlarda bulunmama tercihimi uygulamanın doğru olduğunu hissediyordum.  Organizasyonu yapan derneğin başkanı olan dostumuza ve eşine ayıp olup olmayacağı fikrini ise aklımdan tam olarak atamıyordum.  Bana doğru gelen veya gelmeyenleri yaparak yaşamak benim için eskisinden çok daha kolay. Bununla birlikte birilerinin bizi yanlış anlamasından, örneğin düzenledikleri bir toplantıya katılmamış olmam için üzülebilecekleri, düşünülmemiş hissetmeleri ihtimali bazen yargılarıma engel olmaya devam ediyordu. Kafamın içindeki ses işlerimin arasında “Üzülürse, alınırsa, darılırsa, değer vermediğimi düşünürse,” deyip duruyordu.  Ah be Zeynep, sen insanlara yapman gerekeni yapmak yaşamındaki herkes için en doğrusu deyip durmuyor musun?  Eve, diyorum.  İnanarak diyorum ve ben öyle yapıyorum. Çoğunlukla.

Bazen de, yapamıyorum.

Cumartesi sabahı kendime göre oldukça geç uyandım ve akşam artık açık tutma gücünü bulamadığım cep telefonumu açtım.  Danışanlarım, öğrencilerim bilirler, onlara beni istediğiniz zaman arayabilirsiniz, derim. Telefonum açıksa,  duyarsam, müsaitsem açarım.  Siz müsait mi diye düşünmeyin, telefonum açıksa müsaitim, derim. Biraz yorucu bir seçimdir bu ve açıkçası gün boyunca yaptığım uzunlu ve kısalı çok telefon konuşmasından sonra telefonumu seçerek kapattığım da olur.  Ama genelde telefonum danışan ve öğrencilerimin bildiği gibi çalışmalarım boyunca kapalıdır.  Telefonda, sms ile veya eposta ile derde deva olmak, öğrencilerin, müşterilerin sorularını yanıtlamak genelde başka şehirlerde, başka ülkelerdeki kişilerin konularına bakmayı içerdiği için esasında yanımda olan biriyle çalışmaktan daha zordur.  Yine de her öğrencinin danışmaya ihtiyacı olur.  Benim Reiki ve diğer metotları öğrendiğim zamanlarda olduğu gibi.

Dönelim Cumartesi sabahına.  

O sabah bu konuşmaya gitmek istemiyordum. Yapacak bir çok işim vardı. Kafamın içinde kendini hatırlatan ses konuşmasını tekrar ediyordu.   “Bak, şimdi tesadüfen de olsa bu konuşmacının getirtildiğini öğrendin, tanıştın da.  Tamam bir iki saat de dinledin ve alacakların varsa bunları da aldın.  Yine de bak Zeynep gitmezsen alınabilirler şimdi.  Zeynep bize değer vermiyor, demesinler.  Sen yine git.  Duruma göre kalkarsın.n Tamam arkadaşların kişisel gelişim konusu ile ilgileniyorlar ama olmamız gerekte yerde olmamız gerekiyor sözü onlar için aynı anlama gelmeyebilir.  Sen git yine. Ayıp olmasın. Yine yorgunluk gelirse kalkarsın.” Vesaire vesaire vesaire.

Gitmemem gerektiği bildiğim, neden gitmemem gerektiğini giderken tam bilmediğim konuşmaya gittim. Konuşmanın planlı saati olan saat 10:00’da konuşmanın yapılacağı otele varmıştım. Dernek başkanı dostumuza ve bir gün önce tanıştığım konuşmacıya günaydın dedim ve salonda yerime geçtim.  Yerime geçtikten sonra o dermekten tanıdığım birkaç kişi yanıma geldi, hoş geldiniz dediler.
Tanıdık yüzler daha azdı. 

Kısa bir süre sonra kişisel gelişim ile ilgili bu dernekte ikinci sorumlu kişi gibi olan ve birkaç yıldır görmediğim bir hanımın salona geldiğini gördüm, kalktım, yanına yaklaşarak “Merhabalar,” diye selam verdi. Beni şöyle bir süzdü, yüzüme baktı ve “Siz buralara gelir miydiniz?” dedi.  Başım çok hafif döndü.  Göğsümün ortasında bir şey sökülmüştü.  Uyandım.  Kendime “Kadının enerji ihtiyacı çok, uyan Zeynep,” dediğimi fark etim.  “Neden böyle söylediniz?” diye sorduğumu fark ettim. 

Söylediği bana kırıcı gelen birkaç cümleden sonra, çalışmalarımıza katılın gibi bir şeyler söyleyince,  “Ben de sizi özledim,” dedim, sarıldım ve yerime geçtim.   Benzer konulara ilgi duyan ve yıllar öncesinde de olsa beraber çalışmalar yapmış kişiler olarak bir hukukumuz vardı.  Zorla başlayan benden ona enerji akışını durdurmam lazımdı. Yerime geçtim.  Hızla kendimi ve mekanı doldurmaya başladım.

Kendi eğitimlerimde, toplantılarımda toplantı mekanlarına enerji gönderirim, arındırırım, varsa başka konuşmacılara, dinleyicilere, katılımcılara, destek veren personele enerji veririm. İsterlerse ve ihtiyaçları varsa kullanmaları niyeti ile.  Ortamın herkes için güvenli olması, kimsenin birbirine olumsuz bir etkisinin olmaması benim öğrendiğim usule göre enerji çalışmalarında hocanın, organize edenin görevidir. 

İnsanların enerji alanları birleşik kaplar gibidir. İnsanlar bir araya geldiklerinde enerjisi çok olanların enerjisi doğal olarak daha az olanlara akar. Bu doğal olarak olur.  Ancak bir de söz manipülasyonu ile bu doğal akışla olan dolma için sabrı olmayanlar vardır ki onlar bir şekilde genelde sözle enerji kalkanlarımızı düşürür ve enerjimizi çok daha hızlı olarak almaya başlarlar. Bir de, birleşik kaplar yaklaşımında biz eşleştiğimizde yani enerji seviyemiz aynı olduğunda enerji boşalması durur. Oysa enerjimizi emenler bazen bizi tüketene yani bir damla bırakmaya kadar bunu yaparlar.  İşte bu tehlikelidir.  Kimi ilişkiler bu nedenle insanı tüketir, hasta eder, adeta bitirir. Çünkü yaşam enerjimizi tamamen bitirir.

Bir iki yıldır görmediğim, karşılaşmadığım bu insanın duyurduğunu öğrendiğim, davet edilmediğim, tesadüfen öğrendiğim bu organizasyonlarına ben seçerek gelmiş olmasam ben bile yıllarca bu hanımın davetlerini reddettiğimi falan zannedecektim.  “Siz buralara gelir miydiniz?”  Ne kadar harika bir karşılama cümlesi. Merhaba, değil. Nasılsınız, değil. Hoş geldiniz, değil. İyi ki geldiniz veya sizi tekrar görmek güzel, hiç değil. 

Kısa bir süre sona başka bir dernekten başka bir tanıdık daha salona girdi.  Yaşça benden büyük bu ablamıza merhaba demek için yerimden kalktım.  Merhaba dedikten sonra ağzımdan “Sizi özlemişim,” sözlerinin çıktığını çıktıktan sonra fark ettim. Bu hanım merhaba’ma merhaba ile cevap vermişti ama ikinci cümlesi “Özleyen insan arar,” oldu.  Yüz ifadesi, ses tonu, cümlenin enerjisi ikinci bir tokat niteliğindeydi.  “Sen nasılsın,” dememişti, “iyi misin,” dememişti. 

Merhaba deyip geçsene Zeynep. Yaşam tekrar hatırlatmıştı. Bu esasında zarif, ince düşünceli ve yıllardır bireysel gelişim ve enerji ile ilgilenen hanımın yıllar içinde benzer şekillerde nasıl enerjimi aldığını gözümün önünden geçen film şeridi gibi hatırladım.  O bu yolla, başkalarından beslenmeye devam ediyordu.

Enerjimizi bir anda eksiltme gücüne sahip o süper masum, atanın bazen bildiği bazen enerjiyi emmek için otomatik olarak farkına varmadan attığı enerji kancaları beklemediğimiz anlarda gelir.  Zaten bunun olacağını düşündüğümüzde kalkanlarımız çok daha çabuk devreye girer.    Aklımıza önceden gelmediyse yaşarken fark etmeye başlarız.  Eh zaten gitmek istemiyordun oraya, enerjik olacağı aklına gelmedi mi?  Bazen gelmiyor. Hoca moca insan insandır. İnsan yaşayarak öğreniyor, hatırlıyor, biliyor.  Yaşam bazen “Okuduğun kitapları boş ver, alfabenin önemini hatırla,” diyor.  Yaşam alfabenin temeli üzerine yazılıyor.

İster hoca olun, ister üstatların üstadı, beklemediğiniz bir anda ve kalkanlarınızı indirdiğiniz anlarda insanların basit bir cümle ile attıkları enerjik oklar, kılıçlar sizi yaralar, enerji alanınızı deler, ve boşalırsınız. Enerji tekniklerini biliyorsak bunu anında fark eder ve kendimizi tekrar yenilemeye ve doldurmaya başlarız. 

Soru şudur:  Kendimi doldurabiliyorum, enerji alanımız onarabiliyorum, tekrar doldurabiliyorum.  Peki, bunu yapabilmem bana bilerek veya bilmeyerek zarar verenlerle olmamı gerektiriyor mu? 
Soru şu:  Olmamam gerektiğini hissettiğim yerlerde olmamayı seçmek için bu hissin doğruluğunu kaç yüz kere yaşamam gerekiyor?

Allah’ın hakkı üçtür, derler. Tasarruf ve bireysel ulanışımız ile ilgili konuşma başlamadan önce salona tanıdığım iki dost daha girdi.   Toplantı başlamak üzereydi.  Yine yerimden kalktım merhaba demek için. Dostlara hürmet.  “Merhaba, hoş geldiniz,” dedim.  “Ah, Zeynep Hanım burada mısın, Kendin geliyorsun, bize haber vermiyorsun”, dedi o iki tanıdıktan biri.  Yüzüne gülümsedim ve sadece gerçeği söyleyebildim, “Az önce karar verdim gelmeye.”  Bu salona son gelen dostlar ile zaman zaman kişisel gelişim üzerine sohbetlerde bir araya gelirdik. Hatta bir gün önce de Facebook’taki kapalı bir grubumuzda kendisine, bu ay çok hızlı değişen  iş durumum nedeni ile program yapmakta, net program günleri belirlemekte zorlandığımı ve Kasım ayında tekrar buluşmaya geçmemizi rica etmiştim.  Programım çok değişken, mahcup olmak istemiyorum, Kasım’dan sonra net olabilirim, demiştim.    

“Kendin geliyorsun, bize haber vermiyorsun.” Üç.

Yerime oturduğumda haber vermiyorsun diyen kişi ile sohbet için başka dostların katılımı ile bir iki ayda bir buluştuğumuzu ama doğrusu STK çalışmaları dışında böyle bir çalışmaya, konuşmaya, buluşmaya hiç ama hiç beraber gitmediğimizi fark ettim.  Daha önce ne ben onu, ne de o  beni bu tarz bir konuşmaya çağırmamıştı.  Gelip gelmemek konusunda kendim karar vermediğim bir yere başkasını davet  etmediğim için hiç de rahatsız hissetmediğimi fark ettim.

Niyetimiz önemlidir.  İyilik düşünüyorsak, niyetimiz iyiyse ve başkasına zarar vermiyorsak, doğru olan takılmadan devam etmektir. Karşımızda üç yaşında, beş yaşında bir çocuk varsa kızabilir miyiz?  Ama o çocuk elinde bir taş yüzüme doğru atıyorsa buna da müsaade etmemek lazım. Çünkü bir gün o taşı attığı kişi onun canını yakabilir veya verdiği zarar için pişman olabilir. Çocuk olduğunu fark etmek kızmama mani olsa da taşı atmasına engel olmaya, veya belki daha doğrusu taştan kendimi korumama engel değildir.

O sabah o salona neden gittiğimin ve neden gitmek istemediğimin nedeni aynıydı.

Enerjiyi okumak, almak, vermek, insanların niyetlerini görmek, bilmek, fark etmek esasında çok kolay şeylerdir.  Yapmamız gerekenleri bilmek de kolaydır, yapmak biraz daha zor olsa da. Ki o da kolaydır.

İnsanların enerjilerinin çok düşük seviyede olması sizin enerjinizi zorla almak için kuvvetleri olmadığı anlamına gelmez.

Zor olan, benim için zor olan insanların Yaradan’dan, Kaynak’tan, yüreklerinde hep kaynağı var olan sevgiden beslenmek yerine, başkalarından, başka insanlardan, arkadaşlarından, eşlerinden, çocuklarından, insanların enerjilerinden beslenmeyi seçmeleridir.  Bu kadar sınırsız bir dünyada bu kadar sınırlı şekilde beslenmek, başkalarını tüketerek yaşamak. Acı olmalı.  Kişisel gelişim ve bireysel uyanış üzerine bir konuşmadan önceki 10-15 dakikada enerjimi kaptırmaktan çok, enerjimi alanların açlıkları yüreğimi acıttı.  İnsanlar kendilerini doldurmayı bilmiyorlar.  Benzini olmayan bir araç gibi ilerlemeye çalışıyorlar. 


Konuşmacının bir gün önce zaten dinlediğim çok benzer formatta devam eden iki küsur saatlik konuşması sırasında başta aniden ve yüreğimden sökülerek verdiğim enerjiyi severek ve isteyerek vermeye devam ettim.

Herşeyin bir nedeni olduğunu bilerek.