İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Yaratıcılık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yaratıcılık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Şubat 2024 Pazartesi

Yaratıcılık


Eğer yaratıcılık konusuna ilgi duyuyorsanız artık erişilebilir sonsuz kaynak ve örnek bulabilirsiniz. Yine de, çoğu zaman paylaştığım gibi Julia Cameron'un sözlerine kulak vermeden geçmeyin derim. 

'Sanatçının Yolu' ya da diğer çeviri başlığı ile 'İçinizdeki Yaratıcıyı Keşfedin' olmazsa olmazım.  'Yeniden Başlamak İçin Asla Çok Geç Değildir' de başucumda durur. Kimi egzersizleri hoşuma gidiyor.

Kaynağı mümkünse yazarının dilinden okumayı tercih ederim ama Türkçeleri de konunun ruhunu oldukça iyi yansıtıyor. 

Bizi sınırlamaya, kalıplara sokmaya ve farklı bir şekilde daha az düşünmeye iten bir dünyada, ruhumuzun sesini özgürleştirmek, özgün yaratıcılığımızı özgürleştiriyor.

Yüreğinizin ve ruhunuzun sesini duymanızı destekleyenleriniz çok olsun.   

2 Ocak 2022 Pazar

Cesaretten Yaşama Karışan




Rollo May’in “Yaratma Cesareti”ni ilk defa üniversiteyi bitirip Amerika’dan Türkiye’ye döndüğüm kış okudum sanırım. Emin değilim.
  Sadece şunu çok net hatırlıyorum,  1993’ü 1994’e bağlayan yeni yıla yakın üç günlüğüne üniversiteden arkadaşlarım ile buluşmak için Miami’ye gitmiştim ve orada o kitabı konuştuğumuzu hatırlıyorum. Kendimizi sorguladığımız, yaşama yeni atıldığımız o yıllarda kendimize farklı bir göz ile bakmamızı sağlamıştı.

*

Türkiye’ye döneli birbuçuk yıla yakın zaman olmuştu, ve ağabeyimin mezuniyeti için yine Amerika’ya kısa süreli gittiğim 1993 yılının Mayıs ayından sonra, neredeyse haftasonları dahil tatil yapmadan geçen bir zamandan sonra Amerika’da arkadaşlarımı görme ihtiyacım baskın gelmişti.  


Geriye dönüş bakınca bir yılda iki defa Amerika’ya gitmek, gidebilmek o günlerde ve o yaşlarda ne büyük lüksmüş ama ruhum o günlerde dört yılı aşkın süre kaldığım Amerika’dan henüz tam kopabilmiş değildi..  Tabii bu yolculukların sürelerinin, uzun yolla büyük uyumsuzlukla, birkaç günle sayılı olduğunu hatırlatmam gerek.


Yaşamın ilerleyen yıllarında Dünya’nın Türkiye’ye göre Batı’sından çok Doğu’sunun beni çekeceğini ve o üç, dört günlük uzun yolculukları bu defa Japonya’ya gitmek için muhtelif defalar yapacağımı ise hiç tahmin etmiyordum.  


O günlerde Japonya ile bağım Rahmetli Teyzem Dr. Sevinç Aydın’ın Eniştem Dr. Fahri Aydın'la Japonya’ya yaptıkları gezinin anıları ve bana oradan getirdikleri hediyelerin beni yıllarca mutlu edişiyle sınırlıydı. Bir de üniversitede Türk kökenli Amerikalı bir arkadaşım, Türkçe ve Japonca’yı aynı zamanda ders alarak öğreniyordu ve iki dili de aynı zamanda öğrenmeye başladığı için bazen Türkçe konuşayım derken, konuşmalarımızda o zamanlarda anlamadığım Japonca kelimeleri araya karıştırıveriyordu.  Türkçe ile Japonca’nın cümle yapılarının benzediğini ilk defa o zaman öğrenmiştim.


Şimdiki aklım olsaydı, mühendislik okuduğum o yıllarda, ikinci yabancı dilim olan Almanca’mı unutmamak ve geliştirmek için aldığım Almanca edebiyatı seçmeli dersleri yerine, yeni bir dil öğrenirdim.  Almancamı, İsviçre, Almanya ve Avusturya’ya yaptığım seyahatler dışında neredeyse hiç ama hiç kullanmadığım düşünülürse, ortaokul, lise ve üniversite yıllarında o dile harcadığım zamana biraz yanıyorum.  Yabancı diller belirli bir seviyeye gelip o seviyede dil artık tamamen parçanız olacak kadar kullanılmadıkça, yedi sekiz yıl yoğun emek  vermiş olsanız bile, unutulabiliyor. 


Üsküdar Amerikan Lisesi’nde benim okuduğum 1981-1988 yıllarında, Almanca ikinci dil için tek seçeneğimizdi.  Öğrenmeye seçerek başlamadım, ve nedenini anlamasam da İngilizce’yi çok sevmeme rağmen Almanca’yı hiç sevemedim.  Hayatımda belki boşa harcadığımı düşündüğüm tek zaman Almanca öğrenmeye harcadığım zamandır.  Ortaokul ve lise yıllarında Almanca’ya ayırdığım zaman boşa gitmesin diye üniversitede o dile ayırdığım zaman aslında asıl kayıp oldu.


Sonrasında İspanyolca, Fransızca ve Japonca öğrenmeye başladım. Bu üç dilde de henüz arzu ettiğim seviyeye gelmeye oldukça uzun bir yolum var ve ömrüm de yetmeyebilir; ama onları öğrenmeye çalışmak, mesela Japonca kanjileri, o yüzlerce karışık yazı karakterini öğrenmek ve hatırlamak için mücadele vermek hoşuma gidiyor. 


Öğrenme hızımın yavaşladığını ve hatırlamanın zorlaştığını fark ediyorum.  Kimilerine göre daha çocuk, kimilerine göre elli yaşını aşmış bir ‘teyze’ hatta ‘anne’ olarak, kapasitelerimin değişimine de şahit oluyorum.  Yine de, mesela Twitter’da, Japon Paten Federasyonunun bir tweetini kısmen de anladığım da, bir Japon dizisinde kimi konuşmaları alt yazı ile kontrol etmeden çözebildiğimde, bu dili öğrenmek için en azından on yılı aşkın süredir verdiğim başarısız denilebilecek mücadeleye rağmen, sınavda en yüksek notu almış öğrenci gibi mutlu oluyorum.  Sanırım bu hissin çoğalması için her gün ders çalışmaya devam ediyorum. Bir de dil öğrenmek, kelimeleri anlamaktan ötesini getiriyor.  O dille birlikte daha önce bilmediğimiz hissedişleri, düşünüşleri umulmadık şekilde keşfediyoruz.  Her yeni dil ile birlikte sanki yaşama katmanlara ekleniyor ve yaşam genişliyor.  Kendi sınırlı dil öğrenme deneyimlerim, başarılı çevirmenlere saygımı daha da arttırıyor.


*

Rollo May, diyorduk.  “Yaratma Cesareti”.   Kimileri için yaşamak demek, yaşamda özgün bir iz bırakmak demek.  Samimi şekilde özgün ve başka bir ihtimal mümkün değilmişcesine.  


Kendimiz olma cesaretini gösterebilmek, özgünlüğümüzle yaşayabilmek ve içimizden doğan o bize ait olanla yaşamak ve yaratmak.  Farklı olmayı kabul edebilmek.  Kabul edilmemeyi kabul edebilmek.  Başka türlü olmanın mümkün olamaması.


Yaratıcılık ve cesaret yanyana geldiğinde, bu iki kelime yanyana akan iki yolu davet ediyor, birleşmeden bir bütün olan bir yol. May’in de dediği gibi, kendimizi inançla ve güvenle içimizden kuvvetle doğan duygu ve düşüncelere adamak ve aynı zamanda, ve aynı kuvvetle, yanılıyor olabileceğimize dair şüpheyi de taze tutmak.  Bu içten gelen tutulması zor inançla yürümeye devam ederken, her adımı sorgulayan biz olmak.


Yaratıcılık bir yandan da yaşamın kalbimize, ruhumuza dokunmasına izin verme cesaretinden de doğuyor.  Cesaret, yaratıcılık açısından da baktığımızda, korkunun yokluğundan çok, bizi dönüştürebilecek karşılaşmalara kendimizi açmaya olan ihtiyacımızı fark etmemizden doğuyor.  Zaten korkunun yokluğunda cesaretten ve bizi dönüştüren dokunuşlardan bahsetmek de mümkün değil. Gölün üzerindeki buzdaki çatlaklar üzerinde adımlarımızı atarken, karşıya güvenle geçmekten öte, buzun altında bekleyen ıslak dünya ile buluşmayı hedeflemek gibi, ya da o dünyayı yakından hissetmek. Biraz temkinli, biraz düşmeye hazırlıklı, biraz meraklı, biraz endişeli, biraz karşı yakaya daha önce ulaşmış olabileceklerin izlerini sorgulayan, biraz her adımda geri dönme ihtimaline açık.


Yaratıcılığın cesareti çok katlı, çok katmanlı.  Bu cesaretlerden biri de, isteyerek, düşünerek, çabalayarak ortaya çıkarmaktan öte, hepimiz yaşamda beklenmedik anlarda karşılaştığı gibi, özgün olanın, daha önce bilinmemiş olanın ya da daha önce aramamıza rağmen bulamamış olduğumuzun, adeta başka bir boyuttan karşımıza tüm gerçekliği ve bu gerçeklikten gelen kuvvet ile çıkabilmesi.  Bilinçaltımızın gücüne saygı duymayı ve daha önce bahsettiğimiz şüpheden yoksun olmasa da, güvenebilmeyi öğrenmek.  Bilinçaltımızın sesinin duyulabileceği anlara izin verebilmek.


*

Bir kelime, bir insan, bir gündoğumu, bir dalga, bir korku, bir yemeğin tadı, bir sarhoşluk, bir kucaklaşma, bir sıcaklık, bir sıradanlık, bir gülümseme, bir soru, şefkat ya da nefret, bir pişmanlık, bir özlenen, bir umut edilen, hepsi bizim izin verdiğimiz kadar dokunuyor varlığımıza.  Ve o varlıktan, yine biz seçtiğimiz ve izin verdiğimiz kadar, sadece bizden doğabilecek olan, akıyor sonsuzluğa.

19 Şubat 2020 Çarşamba

Yazı

Son yıllarda güzel bir kitap okuma şansını bulduğumda, ve eğer o kitap bir de Türkçe ise, yazarını kıskandığımı itiraf etmeliyim. 

Son birkaç yıldır, özellikle görev yaptığım bir sivil toplum çalışmalarındaki görevim, yaptığım federasyon başkanlığı görevi nedeni ile yazıya zaman ayıramadım.  Seçimler, başkan yardımcılıkları, ana görev yılı derken, dört beş yıl arzu ettiğim süreklilikte ve düzende yazı yazamadım ve bunun beni olumsuz etkilediğini biliyorum.

Şikayet etmek ya da yakınmak ruhumun ifade etme arzusunu gidermeyeceğine göre yapmam gerekiyor. Yani yazmam.

Geçen birkaç yıla geriye dönüş baktım.  Blogumda 2017 yılında yayınlanmış sadece 5 yazı var. 2018 yılında hiç yokken, görevimin önemli bir bölümünün bittiği Nisan 2019 ayından bugüne 36 yazı yayınlamışım.  Yazıp yayınlamadıklarım da var.

Yazı yazmak benim için nefes almak gibi bir ihtiyaç. Kendim için yazdığım günlüklerimi bu kategoride saymıyorum.  Okunması arzusu ile, okunması niyeti ile yazmak ayrı bir şey ve buna da derinden ihtiyaç duyuyorum.  Bununla birlikte blogumda yazı paylaşmadığım dönemde kendim için de çok az defa yazdığımı fark ediyorum.

Yazı yazmak kimilerimiz için kendimizi, iç dünyamızı tanımanın, fark etmenin benzeri olmayan bir yolu.  İlk defa günlük yazmaya orta bir ya da orta ikinci sınıfta, yani hazırlık yılını saymazsak bugünün sınıf tanımları ile altıncı ya da yedinci sınıfta başlamıştım.  O günden beri günlük yazmaya, her gün olmasa da, devam ediyorum. 

Tek bir yerde ya da düzenli bir şekilde olmasa da bu deftelerimin neredeyse tamamı duruyor.  Arada geçmiş yıllardaki Zeynep’i okumak hoşuma gidiyor, değişimimi fark etmemi sağlıyor.  Bunu çok sık yapmıyorum. Belki daha sık yapmalıyım.  

Bazen anlattıklarımı, olayları hiç hatırlamadığım oluyor. Yabancı bir yaşamı izlediğim hissini kapıldığım oluyor. Bazen bir defter kapağı, kağıdın üzerindeki yazının rengi beni ışınlar gibi o satırları yazdığım masanın başına götürebiliyor.  Önümde defter açık. Elimde kalem.

Şimdi de zaman zaman olur, bazen o kadar uzun süre yazarım ki elim ağrır, bileğim ağrır, parmaklarım uyuşur ama yine de durmak istemem.  Tabii son yıllarda yazılarımı genelde bilgisayarda yazıyorum. Günlüklerimi ise kalem ile deftere yazmayı seviyorum ve neredeyse her zaman da öyle yapıyorum.  Sonradan yaratıcılık ile ilgili aldığım eğitim ve çalışmalarda keşfedeceğim gibi kalemim kağıt üzerinde akışı ile yazmanın ayrı bir gücü var.  Benim gibi bilgisayarı ve bilgisayar klavyelerini rahat ve hızlı kullanan biriyseniz elle yazı yazmak oldukça yorucu aslında. Ama bambaşka bir boyutu var. Sanki daha gerçek, sanki daha kalıcı ve sanki kendimiz ile olan konuşma için daha yüz yüze.

İki gün önce yine bir kitabevine uğradım.  Şimdi okumamı bekleyen altı kitabım var. Bir tanesi okumaya başladığım ama bir seyahat sırasında az tanımama rağmen çok sevdiğim bir insana hediye ettiğim aldıktan sonra harika olduğu keşfettiğim İngilizce bir kitap. Uzun süredir bulamıyordum; görünce hemen aldım.  Okumak yazı yazma arzumu kesinlikle tetikliyor.  Kimi hocalar okuyarak yazma arzunuzu geriye atmayın der ama bu benim için gerçek değil.  Okumak beni heveslendiriyor, hatırlatıyor. Herşeyden önce okumak beni mutlu ediyor ve o mutluluğun verdiği enerji yapmak istediklerimin yolunu açıyor.

Bugünden sonra daha düzenli olarak yazı yazmayı hedefliyorum. Köşe yazısı yazdığım günlerde, dergi yazıları hazırladığım zamanlarda, kimilerine haftada bir, kimilerine ayda bir, kimilerine onbeş günde bir yazı hazırlamam gerekirdi. O yazıları yazmaya başladığımda belirli bir bitirme süresinin yazı yazma gücümü arttırdığını fark etmiştim. Bir de yazı yazmanın yazı yazabilmeyi kolaylaştırdığını. Yazdıkça açılıyoruz.

Eğer içinizde yazma arzunuz var ise, lütfen ertelemeyin.  

Bugüne kadar yazabildiğim yüzlerce yazı, yayınlanan sekiz kitabım, günahı sevabı ile yazı yazmaya zaman ayırdığım, öncesinde ya da sonrasında bazen endişeler, kaygılar, iç sorgulamalar ile kıvransam da, sonuçta yazmayı seçtiğim için ortaya çıktı.  Ve en başta benim yaşamımı açtılar. Yazmamış olsam belki farklı noktalarda takılıp kalacaktım. Kendim olma, kendimi bulma yolculuğum belki uzun ama beni bana bir adım daha yaklaştırdılar.  Sayılarını ya da etkilerini tam olarak bilemesem de kalbimden geldikleri şekilde açıklıkla paylaştıklarımın başkalarının da yaşamına iyi geldiğine şahit oldum.

O nedenle yazıyla keşif güzeldir diyorum.  Ne yazacağımızı bildiğimizi düşündüğümüzde ya da yazmaya başladığımızda hiçbir fikrimizin olmadığını sandığımızda bizi her zaman şaşırtır. İçimizdeki yaratıcı cevher ancak satırların akmaya başlamasının ardından gerçek benliğini göstermeye başlar.

Yaşamınız yeni kitaplar, yeni fikirler, yeni duygular ile renklensin, aydınlansın.

Sevgiyle.

19 Eylül 2019 Perşembe

Saklı Sesimiz Hep Yakınımızda

Duymamız gerekenlerin ihtiyacımız olduğunda karşımıza doğru zamanda çıkacağına inanırım.  Bu bazen bir sohbette, bazen bir blogda, bazen bir kitapta olabilir.   İhtiyacımız olan yanıtların her zaman var olduğuna inanmakla birlikte, bu yanıtları duymaya her zaman hazır olmayabileceğimizi de biliyorum.  Yaşam iç sesimizi duymaya hazır ve açık olduğumuzda aydınlanırken, kendimiz yerine başkalarının tercih ve doğruları ile hareket etmeyi seçtiğimizde karışabiliyor.  

Benim için iç sesimi duymanın en iyi yollarından biri yazı yazmak.  Küçük gruplar ile yaptırmayı sevdiğim yaratıcılık çalışmalarının en önemli parçalarından biri sabahları kağıt kalem ile birkaç sayfa yazı yazmaktır..  Düşüncelerimizi, duygularımızı, kaygılarımızı, sevinçlerimizi filtrelemeden ve yargılamadan kağıda dökmek gerçek bir terapi.  Ve bunun ötesinde, zihnin ve yüreğin tortularını yazı ile akıtabildiğimizde, ruhumuzun sesini duymak mümkün oluyor.

Bir nevi arınma olan yazıların dışında, yaşamın izini düştüğümüz yazılara da ihtiyacımız oluyor. Benim kendim için yazmaya ihtiyacım oluyor.  Çocuklukta başlayan günlük tutmaya duyduğum sevgi, ileriki yıllarda gazete, dergilerde yazı yazmaya, sonrasında kitap ve blog yazıları yazmaya dönüştü.  Yaşamda iz bırakan anların izlerini kalıcı bırakma gayreti.  Ama, hepsinden öte, öncelikle kendimin duyması gerekenlerin okuduklarım kadar yazdıklarımda da belireceğine zaman için oluşan inanç ve ihtiyaç.

Yazı yazmanın iç sesimi duymama yardım ettiğini keşfettim. Bu yollardan, araçlardan biri.  Çok farklı yollar var. Ve yaşamın sürprizlerine karşı güvende hissetmemizi sağlayan iç ses rehberliğini nasıl duyabildiğimizi keşfetmek yaşamın önemli keşiflerinden ve anahtarlarından biri.

Benim berraklaşmak için en çok kullandığım yollardan biri sessizlik meditasyonları.  Mantralar ya da imgelemeler ile yapılan meditasyonlardan farklı olarak, sessizlik meditasyonları başlangıçta görmek istemediğimiz duygu ve düşüncelerimiz ile yüzleşme cesareti gerektirebiliyor.  Düşüncelerimiz, gündelik olaylar ardı ardına aklımıza gelebiliyor.  Ancak, bu karışık düşüncelerin belirmesine ve yok olmasına izin verebildiğimizde, ki gerçekten izin verdiğimizde gerçekten yok oluyorlar,  bir biliş hali beliriyor.  Her zaman aradığımız yanıtlar olmasa da, ihtiyacımız olan bilgiler aklımızın iç perdesine düşebiliyor.

Sessizlik meditasyonlarının birinci adım olarak ağır gelebileceğini söyleyen hocalar var ama ben aynı fikirde değilim.  Eğer niyetiniz iç sesiniz ile buluşmak ise, yani kendinizi yanıt arıyormuş gibi oyalamak niyetinde değilseniz, sessizlik meditasyonları basitliği kadar kuvvetli bir araç.

Bu meditasyonların üç günlük, haftalık ya da on günlük kamplar halinde yapılan versiyonları da var ama benim favori metodum günlük yirmi dakikalık meditasyonlardır.   Deneyen ve kullananlarınız mutlaka vardır.  Eğer denemediyseniz belki bu kendiniz için yapabileceğiniz en iyi şeylerden biri olabilir. Ve eğer, tercihen sabahları, kendinize yirmi dakika ayırmaya karar verirseniz, çok değil, bir ay sonra kendiniz kadar iç kuvvetiniz ile de tanışma şansı bulacaksınız.

Metod çok basit, bununla birlikte dikkat edilmesi gereken birkaç husus var.  Gerçekten rahatsız edilmeyeceğiniz, birilerinin habersizce girerek sizi rahatsız etmeyeceği, ürkütmeyeceği bir yer bulun.  Meditasyonu gözü kapalı olarak yapacaksınız ve derinleşeceksiniz. Rahatsız edilmeyeceğinizi bilmek süreci hakkıyla yaşamanıza imkan verecek. Yirmi dakika bu kendinizi dinleme süreci için ideal bir süre. O nedenle size önerim telefonunuzun alarmınızı ya da saatinizi yirmi dakikaya kurmanız.  Daha kısası az ama daha uzunu da gerekli olmayabilir.  Daha önemli olan, bu süreci her gün yapmanız.  Sürdürmeniz.  Ve sabırlı olmanız.   

Bir ay boyunca,  tercihen sabahları, kendinize sessiz bir yer bulun, saatinizi kurun, ve yirmi dakika boyunca sakin nefesler alıp vererek, oturur pozisyonda düşüncelerinizi seyredin.  Gelen düşüncelere bakın, film seyreder gibi seyredin, gelen ilhamlar var ise, onları dinleyin, görün, hissedin.  Ve sonunda saatiniz çaldığında, yanınızda bulunduracağınız bir deftere gördüklerinizi, aklınıza gelenleri, hissettiklerinizi yazın.  Bunlar başta bir efor gibi görünse de, bir aylık gibi bir zamanın içinde gündelik yaşamın koşturmacasında bile iç sesinizi duyabildiğinizi fark edeceksiniz.  Ve lütfen yine de, kendinize o yirmi dakikayı ayırmaya devam edin.  O sihirli zaman diliminin kendinize verebileceğiniz en güzel hediye olduğunu siz de keşfedeceksiniz.



Sevgiyle.

8 Şubat 2016 Pazartesi

Yaratıcılık Dünyası

Yaratıcılık çalışmalarının benim için önemini birçok arkadaşım ve bu konuda beraber çalışmalar yaptığımız dostlar biliyorlar.

Benim bireysel gelişim yolumda harika bir rehberim oldu ve bu nedenle keyifle ve büyük katkısına gönülden inanarak yaptırıyorum.

2016 yılında üç aylık bu çalışmalarımıza Fethiye ve İstanbul'da yeni gruplarımız ile başlayacağız. Bu çalışmalara ait duyuruları buradan ve Wordpress blogumdan ve Facebook sayfamdan duyuracağım. 

Bununla birlikte yaratıcılık süreçleri konusunda bireysel bir yolculuğun hikayesini okumayı arzu edenler, bu konuda farklı bir bilgi almak adına, bu çalışmayı daha önce beraber yaptığımız Değerli Dostum Sayın Selcan Yıldırıcı'nın çalışmamız hakkında yazdığı "Beyaz Sabah Sayfaları" adlı kitabını okuyabilirler. 

Sayın Selcan Yıldırıcı'nın bir kitabı daha var. İlk kitabı "1 2 3 Sıçra" da kişisel gelişim yolculuğunu anlatıyor ve kendisinin "Bir İki Üç SIÇRA" adı ile bir Facebook sayfası da var. Orada ilham veren sözlerin dünyası ile bizleri buluşturuyor.

Yaratıcılık, sağlık, sevgi, neşe ve bereket dolu günler bizimle olsun.
Saygı ve sevgilerimle.

3 Şubat 2015 Salı

Bizi bize, bizi bizden



İçimizde hayat bulmayı bekleyen cevherlerimizi kendimizin görmesi zordur. Kendi yeteneklerimizi, gücümüzü kabul etmek kolay olmaz. İnsanın ihtişamı insanı ürkütür.

Ve bunları kendimizden saklamaya uğraşırken, bir de bize bizi keşfettirmek isteyenleri susturmak için, çoğu zaman farkında bile olmadan verdiğimiz savaşlar var. Sözde başka bedenlere karşı kendimize karşı verdiğimiz savaşlar.

Işığının içinde tüm renklerin tüm tonlarını bulmak isteyen saklı gökkuşakları gibiyiz aslında. Parçalanmaktan, dağılmaktan, yok olmaktan korkuyoruz belki. O muhteşem zenginliğimizi bilsek de elimizdekine tutunmak güvenli gelebiliyor.

Ruhumuzun sesi, bazen kulaklarımızda, yüreğimizde, bazen aklımızda, bazense başka dudaklardan, bıkmadan usanmadan konuşmaya devam ediyor. Yapmak için doğduklarımızı duymak bazen kolay, bazen zor geliyor.

7 Ocak 2015 Çarşamba

Yaratıcılığı Özgür Bırakmak


Yaratıcılığımızın önündeki belki gerçekten de var olan engellerden yakınmaya devam edebiliriz.
Ya da, elimizden geleni kadarını, yer açabildiğimiz kadarını yaparız.
Hani mesela ölmeden önce okumayı istediğimiz kitapların, uzun ve asla sonuna gelinemeyecekmiş hissini veren listesine bakarken, zamanımızın belki yetmeyebileceğini düşünü,p okumayı peşinen bırakmalı mı?
Hani "Tam hakkıyla olmayacaksa olmasın" diye sözlerimiz vardır. "Neden?" diye sorarım genelde bunu duyduğumda.
Yapılan, yapılabildiğini kadar yapılan, başlamamaktan, denememişlikten her zaman daha iyi gelir bana.

16 Mayıs 2014 Cuma

2014 Yılı Yaz Dönemi Yaratıcılık Çalışmalarımız başlıyor



2014 yılı Yaz Dönemi Yaratıcılık Çalışmaları başlıyor.

Yaratıcılık sadece sanat değildir. Yaratıcılık çözüm bulma, çözüm üretme, yaşamı okuma yolumuzdur.

Arzu ettiğimiz bir yaşam, isteklerin hayat bulma yolunu açabilmek için düşüncelerimizin, duygularımızın, yaratıcılık gücümüzün önünü açmak en değerli anahtarlardan biri.

Kendinizi keşfetmeye, bulmaya devam etme yolunuzda yaratıcılık çalışmaları sizin için doğru adım olarak geliyor gelin bize katılın.

Fethiye'de düzenlenecek olan gruplardan birine katılmak ve detaylar için 
Zeynep.Kocasinan@gmail.com eposta adresinden bilgi alabilirsiniz.

26 Kasım 2012 Pazartesi

2012 Bitirken "Ruhun Dört Yolu"


2012 yılının sonuna geldiğimiz bu günlerde Fethiye ve İstanbul'daki farklı eğitimler devam ediyor.

Reiki Uyumlamaları, Dönüşüm Oyunları, Yaratıcılık Çalışmaları devam ederken,
"Ruhun Dört Yolu" Çalışmasının Aralık ayından itibaren tekrar başlayacağını şimdiden duyurmak isteriz.  Program ile ilgili detaylar hakkında bilgi almak isterseniz e-posta adresinizi iletebilirsiniz.

Yaşamın sağlık, sevgi, bereket ve mutluluk dolu günler getirmesi dileğiyle.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Şnitzel, Patates Püresi, Salata ve Limonlu Kek

Uzun zamandır yemek yapmıyorum. Misafir ağırlamıyorum demiyorum; gerçekten severim dostlarımı evime davet etmeyi, beraber zaman geçirmeyi. Sadece yemekleri, yiyecekleri ben hazırlamıyorum. İçecekler, çerezler, alışveriş – tamam bunlara itirazım yok. Ama yemek yapamıyorum, uzunca bir zamandır. Zamanım yok diyeceğim, ama sanırım esasında bu o kadar doğru değil. Hiç yemek yapmadım da diyemem, daha ortaokul yıllarında başladım börekler, pastalar, pizzalar hazırlamaya. Sonra bir baktım yemek yapmayı bırakmışım. Bir baktım o kekler kurabiyeler hazırlayan kızın içinden hiç ama hiç yemek yapmak gelmiyor.

Sevgi ve özen ile olmadık zamanlarda yemekler yapıp önüme koyan arkadaşlarımı görünce yemek yapmanın ayrı bir sevgi işi olduğunu anlıyorum. … Aşçılığın da herkesin yapabileceği bir meslek olmadığını daha iyi anlıyorum.

Geçenlerde İstanbul’da bir arkadaşıma uğramaya karar verdim, “geliyorum,” diye aradım. Yarım saat sonra evine vardığımda beni hemen öğle yemeğine buyur etti. Şnitzel, fesleğenli patates püresi ve salata hazırlamış; tatlı olarak da ben gittiğimde fırında pişmekte olan limonlu kek vardı. Çay ile onu da keyifle yedim, her şeyi kararında olan mükemmel bir limonlu kek.

Ya çok şanslıyım ve gerçekten sevdiğim yiyeceklerini yapanlar dostlarım ve ailem var, ya da benim ruhumun bir yerlerinde bir eksiklik var. Ya da fazlalık. Yemek yapmak yaratıcılıktır derler; resim yapar oldum da mı benim kimyam bozuldu diyorum. Yoksa şiir mi yaptı bunu, yoksa yazı mı?

Henüz 30’lu yaşların keyifli son günlerini sürerken bu yaşamda öğrendiğim bir şey varsa o da yaptığım şeyi sevmenin fark yarattığı. Severek yapmıyorsam sıradan olmanın ötesine geçemiyor. Ve sevmeyi öğrenmek mümkün. Sevmeye niyet edilebiliyor, niyetler gerçek oluyor.
Yemek yapmayı sevip sevmemek mümkün. Bir seçim var ortada. Çok sevdiğim bir arkadaşım var, o evlendikten sonra yemek yapmaya başlayanlardan. “Evliliğimin ilk yıllarında yemek yaparken söylenip durdum, bilmiyorum, alışkın değilim, hiç yapmamışım. Sonra bir baktım ki böyle yaşam geçmez, sevgimi katarak yapacağım dedim ve her şey değişti.” Evinin daimi bir misafiri olarak pek lezzetli yemekler yaptığını söylemeliyim. Sofrasına keyif ve sevgi katıyor; mutlu oturuyor mutlu kalkıyorsunuz o sofradan.

Belki bugünlerde yemek yapmayı seçmiyorum ama yaptığım şeyleri sevgiyle ve hakkıyla yapmaya özen gösteriyorum. Yapmış olmak için değil, yapmak istediğim için yapıyorum. Elimden gelen bazen yüreğimi tatmin etmiyor, ama yaparak öğreniyorum.
Kişisel gelişim çalışmalarında yaptığım her çalışma, her vaka bana kendi yaşamım ile ilgili şeyleri düşündürüyor. Başkalarına yardım etmek, destek olmak istiyorsam kendi üzerimde çalışmaya devam etmem gerekiyor. Soğan kabuğu gibi der birçok üstat kişisel gelişimin safları için. Kat kat atarız üzerimizdeki yükleri, sırayla. Öze ulaşmak için atılması gereken o kadar çok maske, o kadar çok perde var ki bizi saran.

...

Ve bazen biri çıkar karşınıza. Mutlu, yüzünde derinlerden gelen bir huzur ve tebessüm taşıyan biri çıkar karşınıza. Sadece sevgi ile bakan, sevgi ile konuşan, sevgi ile yapan her neyi yapıyorsa çok basit ve çok karmaşık. Belki orada saklı son nokta. Her şeyi sevgi ile ve sevgiden yapabildiğimiz. Her şeyi sevgi ile ve sevgiden yapmayı seçtiğimiz.

22 Ekim 2007 Pazartesi

Yaratıcılığınızı Keşfedin

Hiç piyano çalmak istediğiniz ama sonra denemekten vazgeçtiğiniz oldu mu? Ya da babanız hakkında bir kitap yazmak istediğiniz ama bu konuda hiç yeteneğiniz olmadığını düşündüğünüz? Ya da resim yapmayı sevdiğiniz halde, bu konuda ilerlemek için yaşınız geçtiğini düşündüğünüz?

Belki de artık yaratıcı yanınızla buluşma zamanı gelmiştir. Ne dersiniz? Bazılarınız yaratıcı yönü ile barışık olarak bilir; ancak birçoğumuz o yönümüze artık “merhaba” demeli ve kaynaşmalıyız.

Biz insanoğulları yapımızın özü itibariyle yaratıcı varlıklarız. Kaynağı’na Allah, Tanrı ya da Evren diyebilirsiniz ama adı ne olursa olsun bize verilen büyük bir yaratma potansiyeli taşımaktayız. Evren enerji ile dolu ve yaratıcılıkta bir enerji aktarımı esas olarak. Biz, evren ve evrendeki her şey enerji. Albert Einstein’ın çalışmaları göstermiştir ki bizim katı madde olarak gördüğümüz her şey enerjidir. Bir çekirdek etrafında dönen parçacıklardan, bu yapıdaki atomlardan oluşmuştur tüm maddeler. Öyleyse, yaratmak için gereken hammadde etrafımızda mevcut. Yapmamız gereken tek şey, bu enerjinin bizden, bizim kanalımız ile, kalbimiz ve hayal gücümüzün yönlendirmesi ile akmasına izin vermek.

Ben üniversite’de endüstri mühendisliği eğitimi aldım. Babam ve ağabeyim inşaat mühendisidir. Eğer ben üniversite öğrencisiyken, ileride bir ressam olacağımı, hatta kendi resim atölyemi açacağımı söyleseniz, herhalde inanmazdım. Ancak mezuniyetimin üzerinden 10 yıl geçmeden her ikisi de gerçekleşti. O yüzden lütfen sanata yeteneğiniz olmadığını ve yaratıcı olmadığınızı söylemeyin bana. İçinizde saklı olan cevherlerin gerçekten farkında mısınız?

Anahtar başlamakta. Yeni başlangıçlar yapmaya, denemeye açık olun. Ne yapmaktan hoşlanırsınız? Yazı yazmayı mı seviyorsunuz, resim yapmayı mı? Yoksa çamur ya da tahta ile mi uğraşmak istersiniz? Ya da dikiş dikmek veya yemek yapmaktan mı hoşlanırsınız? Kitap okumayı ve film seyretmeyi listeye dâhil etmiyorum. Beş duyumuzu kullanarak aktif olarak bir şeyleri “yapmayı” içeren aktiviteleri ele alalım. Altıncı hissimiz de bizi destekliyorsa bir uğraş için, bu da güzel bir onay olur tabi ki. Yeteneklerinizi ve arzularınızı keşfedebilmek için deneyimlemeye açık olmanız gerekiyor.

“İçinizdeki Yaratıcıyı Keşfedin” kitabının yazarı Julia Cameron, her sabah “sabah sayfaları” adını verdiği bir günlük yazmamızı öneriyor. Yatağımızın yanında bir defter ve kalem tutmamızı ve sabahları uyanır uyanmaz el yazısı ile en az üç sayfa yazmamızı istiyor. Yazdıklarımızın dilbilgisi kurallarına uyması gerekmediği gibi, anlamlı ya da tutarlı olması da gerekmiyor. Cameron diyor ki: “Yazacak hiçbir şey bulamazsanız o zaman ‘Söyleyecek hiçbir şeyim yok’ veya ‘Yazacak bir şey bulamıyorum’ yazarak üç sayfayı doldurun.” Bu sabah yazıları sayesinde içimizdeki negatif düşünceleri, duyguları, önceki günlerin ve gecenin tortularını sistemimizden dışarı çıkarabilir ve yeni güne taze başlayabiliriz. Anlamsız ve gereksiz düşüncelerden kurtulduğumuzda, daha derinlerde gizli olan yaratıcılığımızı, yaratıcı düşüncelerimizi gün yüzüne çıkarma şansına kavuşabiliriz.

Sabah sayfalarını yazmaya başladığınızda, sadece gereksiz düşüncelerden arınmak için değil, kendinizi tanımak için mükemmel bir araç bulduğunuzu fark edeceksiniz. Ben sabah sayfalarımı yazarken karşıma çıkanlara hep çok şaşırdım: Gitmek istediğimin farkında bile olmadığım yerler ortaya çıktı, özlediğimi unuttuğum arkadaşlarımı hatırladım, sevdiğimi zannettiğim bazı şeylerde esasında hiçte hoşlanmadığımı keşfettim.

Düşünce süzgecinden geçirmeden akışa bırakarak yazılan bu sayfalar sayesinde var olan ama adlandırılmayan birçok düşünce ve duygu dışarı çıkıyor. Bu insana muazzam bir rahatlama hissi verdiği gibi, derinde zihni meşgul eden yüklerden de kurtulmuş oluyoruz. Yaratıcılığımızın ortaya çıkabilmesi için kendimizi, duygu ve düşüncelerimizi iyi tanıyor olmamız gerekiyor. Kendimizi tanımadan nasıl kendimize dair yaratabiliriz, üretebiliriz ki?

Cameron’un hatırlattığı diğer konu da “içimizdeki eleştirmene” kulak vermeyi bir süre bırakmak ve kendimizi küçük görmekten vazgeçmek. En azından içimizdeki sanatçı yürümeyi öğrenene kadar. Genelde bizler yeni bir şey öğrenmeye başladığımızda hemen kendimizi en ağır şekilde eleştirmek ve için için hevesimizi kırmak ile meşgul oluyoruz. Diyor ki: “İlk resminizi yaptınız. Ve içinizdeki eleştirmen başlıyor: ‘Bu ne ki, ressamlar neler çiziyor…’ İçinizdeki eleştirmeni susturun ve sizin yaratıcığınızın akmasına mani olan bir engel haline gelmesin izin vermeyin.”

Julia Cameron’un öğrencilerine sorduğu enteresan bir soru var: “Eğer yaşayacak beş yaşamınız olsaydı, her birinde ne yapıyor, hangi işleri ya da mesleği yapıyor olmak isterdiniz?” Bu soruların cevabı ile bu yaşamınızda sizi mutlu edecek iş ya da aktiviteleri bulabilirsiniz. Cevap verirken kalbinizi dinleyin. Ve sonra listenize yazdığınız beş cevap ile hayali yaşamınızda arzuladığınız tadı bugününüze taşıyacak beş adım atın. Mesela diyor Cameron: “Kovboy olarak bir yaşam geçirmek istediyseniz, bir at binme dersine yazılabilirsiniz, ya da atlara dair bir kitap satın alabilir ve okuyabilirsiniz.”
‘Aynı tadı verir mi?’ diyebilirsiniz, ama inanın faydası oluyor. İstekleriniz gerçekleştirmenin tadını almaya başlıyorsunuz. Basit; ama bir o kadar gerçek ve faydalı. Ruhumuzun arzularını dinlemiş ve kısmen de olsa yerine getirmiş oluyoruz böylelikle. Ruhumuz ile bir olmaya başladığımız için, enerjimiz artıyor. Yaşama heyecanımız ve arzumuz artıyor.

Sanatın herhangi bir kolu ile uğraşmaya başlamak için mutlaka bir kursa gitmeniz gerektiğini, ders almanız gerektiğini ya da hazırlanmak için uzun zaman ayırmanız gerektiğini düşünmeyin lütfen. Albert Einstein’ın dediği gibi: “Hayal gücü, bilgiden üstündür.” Önce harekete geçin – yazın, çizin, çalın, söyleyin, sevdiğiniz ve içinizden gelen şeyleri yapın. Ve sonra, hoşunuza giden aktiviteleri keşfettikçe, bir yandan da onlar hakkında bilgilenin. Ancak her zaman ve öncelikle: Yapın, Yapın, Yapın. Yapabildiğiniz kadar. Keyif almaktır, ruhumuzu beslemektir esas olan. Yaşam bize tadını çıkarmamız için de verildi. Yaratıcılığımızı kullanmak inanın yaşamınızda mutluluğunuzu artıracak.

Sophocles der ki: “Bakın, bulacaksınız. Aranmayan, fark edilemez.”

Yaratıcılık yolunuz açık ve yeni keşiflerle dolu olsun.

Z.


Ayın onaylaması:
“Yaratıcılığımı fark ediyorum ve onaylıyorum.”
Louise L. Hay, Düşünce Gücüyle Tedavi adlı kitabın yazarı.


Ayın Sözü:
“Ben yeteneğe fazla saygım yoktur. Yetenek genetiktir. Esas olan yetenek ile ne yaptığınızdır.”
Martin Ritt


Okuma Tavsiyesi:
“İçinizdeki Yaratıcıyı Keşfedin”; Julia Cameron.