İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
keşif etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
keşif etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Temmuz 2020 Çarşamba

Şampiyonların Yolu

Benim çok defa karşıma çıktı ve her defasında da beni etkilemeye devam ediyor.  Bir orkidenin hızla büyüyen dalınca tomurcuklar oluşmaya başladığını fark edersiniz bir gün. Ve öyle bir an gelir ki, o tomurcuk ya hızla büyümeye ve sonrasında da beyaz, pembe ya da morun farklı bir tonunda açmaya başlar. Ya da, o sırada her ne olmuşsa, o tomurcuk, açamadan, bir anda dalından kopar ve yere dökülür.

Bugünlerde Dünya’dan farklı sporcuların hayat hikayelerini okuyorum, inceliyorum ve neredeyse her birinin çocukluktan Dünya şampiyonluklarına, Olimpiyat şampiyonluklarına uzanan hayatlarını okurken, izlerken, bir yandan gözümün önüne hep orkide tomurcukları geliyor.  

Bu her biri farklı özellikleri ile güçlü ve başarılı gençlerin yaşamlarında neler doğru yapıldı ki, bu çocuklar hem spor hayatının onların yaptığı şekli ile zorlu yoluna çok uzun yıllar devam etmeyi seçtiler ve aynı zaman da başardılar.  Hangi yetenekler ise o açamadan dökülen tomurcuklar gibi özlerindeki cevheri tam olarak yaşamadılar.

Kimi sporcuların, mesela 19 yaşında Dünya şampiyonu olup öncesinde 15 yıl kadar o sporu yaptıklarını görüyoruz. 4, ya da 5 yaşlarında bir spora başlayıp devam ediyorlar. 

Ve, bir yandan şunu da düşünmeden edemiyor insan.  Kimi sporcular ile ilgili çocukluklarında farklı aşamalarda çekilen videoları, tesadüfen yapılan ve yıllar sonra çok anlamlı hale gelen röportajları dinlerken, o çocukların, hocalarının, onlarla röportaj yapanların söylediklerini duyunca, şunları düşünmeden edemiyorum.  

Öncelikle bu çocuklardaki cevheri keşfetmeyi nasıl başardılar?  Ve o uzun yıllar boyunca hem teşvik etmeyi, hem korumayı, hem yüreklendirmeyi, hem geliştirmeyi nasıl başardılar?  Yaşamın heyecanı ve merakları ile dolu çocukların ve gençlerin bu emek isteyen yola devam etmelerini nasıl sağladılar?

Başarılı bir sporcu yetiştirmenin ne kadar büyük emek olduğunu bazı Olimpiyat sporcularının hayatları ile ilgili bir araştırma çalışması yaptığım son sekiz aydır daha çok fark ediyorum.

Olimpiyatların temel prensipleri mükemmeliyet, arkadaşlık ve saygı, rekabet ve kazanma arzusunun da ötesinde bir güç yaratıyor sanki.  Rakiplerine üstünlük sağlamak için çalışırken efsane olmuş sporcuların kendilerini geliştirmek, kendilerini aşmak ve zihnin ve bedenin sınırlarını zorlamak için bir mücadeleye girdiklerini görüyoruz.

Tokyo 2020 Yaz Olimpiyatlarının 2021 yılına ertelenmesi büyük emekle hazırlanan sporcuları tabii ki benden daha çok hayal kırıklığına uğratmış olmalı.  2021 yılında yapılıp yapılmayacağı kesinleşmeyen Yaz Olimpiyatlarını 2022 yılında Pekin’de yapılması planlanan Kış Olimpiyatları takip edecek mi onu da tam bilemiyoruz.

Hepimiz bu beklenmedik zamanlarda yaşamdaki yolumuzu bulmaya çalışırken, şampiyonların yolunda onların fiziksel, zihinsel, duygusal dünyalarında neler oluyor, bunlar muhtemelen önümündeki yıllarda öğreneceğiz.

Pandemi ile yaşadığımız bu zorlu dönemin hepimizin içindeki cevherleri ve henüz keşfetmediğimiz kuvvetlerimizi keşfetmemize vesile olmasını diliyorum.

Sevgiyle.

3 Mayıs 2020 Pazar

Boğaz'ın Sürprizi

Korona günlerinden özlediğim şeyler olacak.

En başta, sessizlik.

Aşağı yukarı 25 yıldır Boğaz’da, Bebek ve Arnavutköy’de ve çoğunlukla da Arnavutköy’de yaşadım. 25-26 yıldır.  İstanbul’un ve belki de Dünya’nın en etkileyici yerlerinden biri olan Boğaz’ın en sevdiğim zamanları günün biraz alışılmadık gün ve saatlerinde oldu hep.

Uzun yıllardır, İstanbul’dan Fethiye’ye gitmek için sık sık uçuş yapmam gerekti.  Fethiye’ye taşındığım 2005 yılından beri, yani takriben 15 yıldır.  Havalimanına giderken benim gibi trafikte zaman geçirmek istemiyorsanız eğer, günün geç ya da erken saatlerini tercih edeceksiniz demektir.  Bu benim için uzun yıllar Pazar sabahları saat 6.00-7.00 civarındaki uçakları ile Fethiye’ye gitmek anlamına geldi.

Beni havalimanına götürecek aracın beni alacağı saat yaklaşmaya başladığında, son birkaç yıl farklı nedenlerle iki üç valiz ile seyahat etmem gerekmiş olsa da, genelde küçük ve kabin içine alınabilir bir valiz ve bir sırtçantası ile binanın içinde, giriş kapısında hazır olurdum.  Eğer kış aylarındaysa saat oldukça yaklaşana kadar içeride bekler, yine de son birkaç dakikayı dışarıda geçirmeyi severdim.  Yazın ise belki en az bir beş dakikayı binanın kapısının önünde geçirirdim.

Neden mi?

Çünkü o Pazar günleri, araçların beni almak için geldikleri sabah saat 4.00-5.00 arasında farklı bir manzara vardır.  Mevsimine göre zifiri karanlık ya da hafif aydınlık bir güne adım atarken insanın etkisine alan bir ses vardır.

Gıcırtı.

Evet,  esasında tiz denilebilecek değişik bir ritimdeki o gıcırtı.

Sahildeki tekleri denize bağlayan iplerin sahildeki betonlara çakılı halklara bağlandıkları o spiral demirlerin, tekneler denizin hareketi ile hareket ettikçe bağlı oldukları iplerin ileri geri gitmesi ile çıkardıkları gıcırtı.

İstanbul’un ve Boğaz’ın sahil yolunun olağan gürültüsünde o sesi ancak kuvvetli bir sessizlikte duymanın mümkün olduğunu ilk defa ne zaman keşfettim bilmiyorum.  Yolculuklarımın ilk yıllarında olmadığına eminim. 

Ama bir gün, aniden, gecenin, ya da sabahın demeliyim belki, çok erken bir saatinde, o ses ile kendime geldim.  Ve günün o saatlerine bakışım değişti.  Bazen belki haftada birkaç defa Fethiye’ye gidip gelmem gerekse de, İstanbul’dan ayrılışlarımın en azından birini Pazar sabahlarına denk getirmeye uzun yıllar devam ettim. Sırf sabahları belki o beş dakikalık farklı sessizliği yaşayabilmek adına.

İstanbul’da, Avrupa yakasında Boğaz’da oturuyorsanız eğer, sahil yolunun, kazıklı yolun gürültüsünü kabul etmeniz gerekir.  Özellikle Cuma akşamlarından Pazartesi günü öğle saatlerine kadar ayrı bir araç ve insan kalabalığı fazla gelmeye başlar. Balkona pek çıkamazsınız mesela. Ya da balkonda sohbet etmek, birbirinizi duyabilmek kolay olmaz.  

Son yıllarda buna İstanbul’daki binamızın altında, çoğumuzun muhalefetine rağmen açılan bir köpek cafesinin etkisi etkendi. Köpekleri seviyorsanız bile aynı anda 15-20 köpeğin sahipleri kahve içerken yükselen havlama sesleri arabaların ve insanların seslerinin üzerine eklenir.  Yaz aylarında, bir Cumartesi ya da Pazar gününde neredeyse camı ya da balkon kapısını açmak istemediğiniz olur.  

Boğaz’ın güzelliğini yaşamak gürültüsüne razı olmak anlamına gelir.

Di.

Korona günlerine kadar.

Ben bu günlere İstanbul’da yakalandım.  Bir türlü beni rahat bırakmayan Vertigo atakları nedeni ile Fethiye’ye gitmek için biraz iyileşmeyi beklerken önce Çin’den, Japonya’dan, Güney Kore’den koronavirüsü haberleri gelmeye başladı.  Derken bir anda Mart ayında, Avrupa ile birlikte Türkiye’de kendimizi ev korumasında bulduk.  Esasında Dünya korona sürecini yaşamıyor olsaydı, bugünden bir hafta sonra Japonya’ya uçuyor olacaktım.  Ocak ayında aldığım bir davet beni havalara uçurmuştu.  Haberi aldığımda o günlerde uzak doğuda kendini hissettiren virüsün Mayıs ayına kadar kontrol altına alınabileceğini düşünmüştüm. Dünyayı saran bir salgın olabileceğini aklıma getirdiğimi hatırlamıyorum.  

Neyse, Japonya’ya gitme özlemimi ben de ertelenen Tokyo Olimpiyatları ile birlikte 2021 yılına bırakayım ve konumuza döneyim.

Evet, Boğaz’ın güzelliklerini yaşamak Boğaz’ın gürültüsüne razı olmak, hatta katlanmak demekti bu günlere kadar.

Esasında vertigom deneni ile korona günlerinden çok önce başlayan ve ağırlıklı olarak evde kaldığım günler benim için farklı bir gözlem, farklı bir içe dönüş ve farklı bir öğrenme dönemini de başlattı. Bunlardan belki daha sonra bahsederim.  Benim başlangıcımdan birkaç ay sonra tüm Dünya benzer bir süreci yaşamaya başladı.

İşte,  evde geçen, 1980 ihtilali ve nüfus sayımı günlerini hatırlatan, bir korona evden çıkma kısıtlama gününde, yıllar önce bir Pazar sabahında o günlerden birinde keşfettiğim tekne iplerinin demirlerinin çıkardığı gıcırtı sesleri gibi bir ses daha keşfettim. Aniden, beklemeden ve şaşkınlıkla.

1995 yılından beri Boğaz’da yaşıyorum. Boğaz’da deniz manzaralı bir evde yaşıyorsanız eğer belki de hiç bıkmayacağınız bir görüntü vardır.  Boğazdan geçen kimileri küçük, kimileri kocaman gemilerin süzülerek geçişi.  

Çoğuna klavuz teknelerin eşlik etmediği gemiler sessizce Boğaz’da süzülür.  Tankerler, yük gemiler, bazen askeri gemiler, nadiren de olsa denizaltılar, yolcu gemileri.

Yılda bir ya da iki defa, Boğaz trafiği durdurulur ve izin verilen günlerde çoğunluğu beyaz yelkenlerini açıp rüzgarla doldurmuş yelkenliler Boğaz’ın hakimi olur.  25 yılda buna herhalde 10 defa kadar şahit olabildim.

İrili ufaklı balıkçı tekneleri, müzikleri sonuna kadar açık ve bazen rehberlerin hoparlörlerden Türkçe ya da farklı dillerde yüksek sesle, sahilden boğuk bir konuşma olarak duyulmak dışında anlaşılmayan ve Boğaz’da geçmekte oldukları ve yeri anlattığını gezi tekneleri, ve vapurlar.  Onlar da Boğaz’ın olmazsa olmazlarıdır.  Ama vapurları ayrı bir kategoriye koyarsak, hiçbir tekne, Boğaz’da süzülerek yol aldığı hissini veren gemilerin geçişinin güzelliğini hissettiremez.

Yüklerine göre denizden yükseklikleri değişen, gri, beyaz, siyah, kırmızı, renk renk ve neredeyse yüzlerce farklı şekildeki gemiler pencerinizin önünde geçiş yapar.  Dedim ya, vapurları saymazsak, benim için Boğaz’daki en etkileyici manzara her zaman gemilerin geçişidir.

İşte, sokağa çıkmak kısıtlamasınının uygulanmaya başladığı Nisan aylarından bir günde, camın önünde ayakta denize bakarken, birden irkildim. Aniden ve neden olduğunu anlamadan.

Bir ses dikkatimi çekti. 

Derinden gelen bir uğultu.  

Salonun balkon kapısı ve camlardan biri üstten hava alacak şekilde açıktı.  Yola baktım.  Herhalde bir çöp kamyonu ya da kamyon geliyor olmalıydı. Sahil yolunda bir araç bile yoktu.  Fondan teknelerin gıcırtısına, yine korona günlerinden ilk defa duymaya başladığım dalga sesleri eklenmeye başlamıştı.  Bunca yıldır, sahilin dalga seslerini evden duymadığımı fark etmiştim.  Camın kenarından sahil yolunun iki yönüne baktım.  

Gelen ya da giden yoktu.  Elektrikler mi kesik diye düşündüm. Bir binanın jeneratörü çalışıyordu belki.  Sesin nereden geldiğini anlamak için camı açtım ve kafamı birazcık dışarı uzattım. Ki, işte o zaman sesin nereden geldiğini şaşkınlıkla anladım.

O derinden gelen uğultu, yıllarda Boğaz’da sessizce süzülürken seyrettiğim gemilerden birinden geliyordu.

25 yıldır bu sahilde, Boğaz’dan geçen bir geminin sesini duymamış olduğumu tarifi zor bir şaşkınlıkla fark ettim.

Bunca yıl nasıl duymamış olabilirdim?

Aklıma birkaç şey geldi hemen.  Fethiye’de, Şövalye Adası’nda akşamları bir uğultu duyuyorsanız eğer bu Körfez’e bir geminin demirlediği anlamına gelir. Çünkü Körfez’e bir gemi geldiğinde, geminin motor sesini mutlaka duyarsınız. Belki rahatsız edici bir ses değildir ama doğanın genel sessizliğinde ne olduğunu bilmemeniz ve fark etmemeniz mümkün değildir. Gündüzleri o kadar net olmasa da geceleri gecenin seslerinden biri haline gelir.

Aklıma gelen şeylerden biri de çocukluk günlerime aitti.  Yaz tatillerinde bazen Silivri’de bir iki ay zaman geçirdiğimiz olurdu.  İstanbul’a döndüğümüzde, o zaman yaşadığımız Dolmabahçe Sarayı’nın arkasında, Vişnezade Mahallesi’ndeki evimizin geniş balkonuna çıkar, Boğaz’ı uzaktan seyreder ve şehri dinlerdim.  1970’li yıllarından sonlarından 1980’lerin ortalarına kadar. Ağustos aylarının sonlarında ya da Eylül ayında. Balkona çıkar ve şehrin uğultusunu dinlerdim. Çünkü bilirdim ki, bir süre sonra şehrin seslerini duymaya alışacağım ve artık o uğultuyu duyamaz, ayırt edemez hale geleceğim.

İşte, bugünlerde İstanbul’da yaşadığımız farklı sessizlikte buna benzer duygular yaşıyorum.  İstanbul’dan çok Fethiye’de hissediyorum kendimi.   Sessizlik beni şaşırtıyor.  Boğaz’ı keşfediyorum.  Pencere ve balkonlardan. Evin içinde.  Bakmakla görmek arasındaki o hep bahsettiğimiz farkı çocukca bir merak ile yaşayım duruyor.  Bir motorsikletin ne kadar çok ses çıkardığını sessizliğin içinde daha çok anlıyorum. Sessizliğe ne kadar büyük ihtiyaç duyduğumu daha da derinden hissediyorum.

Yine tatlı bir uğultu ile dışarı bakıyorum.

Boğaz’da, Ghena isimli kocaman gri bir gemi bugün belki en çok uğultu çıkaran olarak ve oldukça hızlı bir şekilde Boğaz’dan geçiyor.  Az önce nispeten sessizce geçen siyah gemiye göre daha yüksek bir ses ve çok daha büyük bir hızla.

*

Bu günlere İstanbul’da yakalanmışsanız eğer belki beni daha çok anlayacaksınız. Korona günlerinden özlediğim şeyler olacak.  2020 yılının Nisan ve Mayıs aylarında İstanbul’da bir sihir yaşandı diyeceğim belki, tüm acıları, tüm olumsuzları, kayıpları, maddi çalkantıları, politikacıların amansız mücadelesiniz, haksızlıkları, nadiren umutlandıran anları, özlemi unutup, sadece sessizliği o sihrini hatırlamak istiyorum.  

Karşı sahilde, farklı tonlardaki yeşillerin arasında oldukça belirginleşen erguvanların, açmaya başladıklarını, fondaki gıcırtı ve dalga sesi ile seyrettiğim anlarda saklı kalmak istiyorum.

*

Sevgiyle kalın.


3 Mayıs 2020

Arnavutköy, İstanbul

19 Şubat 2020 Çarşamba

Yazı

Son yıllarda güzel bir kitap okuma şansını bulduğumda, ve eğer o kitap bir de Türkçe ise, yazarını kıskandığımı itiraf etmeliyim. 

Son birkaç yıldır, özellikle görev yaptığım bir sivil toplum çalışmalarındaki görevim, yaptığım federasyon başkanlığı görevi nedeni ile yazıya zaman ayıramadım.  Seçimler, başkan yardımcılıkları, ana görev yılı derken, dört beş yıl arzu ettiğim süreklilikte ve düzende yazı yazamadım ve bunun beni olumsuz etkilediğini biliyorum.

Şikayet etmek ya da yakınmak ruhumun ifade etme arzusunu gidermeyeceğine göre yapmam gerekiyor. Yani yazmam.

Geçen birkaç yıla geriye dönüş baktım.  Blogumda 2017 yılında yayınlanmış sadece 5 yazı var. 2018 yılında hiç yokken, görevimin önemli bir bölümünün bittiği Nisan 2019 ayından bugüne 36 yazı yayınlamışım.  Yazıp yayınlamadıklarım da var.

Yazı yazmak benim için nefes almak gibi bir ihtiyaç. Kendim için yazdığım günlüklerimi bu kategoride saymıyorum.  Okunması arzusu ile, okunması niyeti ile yazmak ayrı bir şey ve buna da derinden ihtiyaç duyuyorum.  Bununla birlikte blogumda yazı paylaşmadığım dönemde kendim için de çok az defa yazdığımı fark ediyorum.

Yazı yazmak kimilerimiz için kendimizi, iç dünyamızı tanımanın, fark etmenin benzeri olmayan bir yolu.  İlk defa günlük yazmaya orta bir ya da orta ikinci sınıfta, yani hazırlık yılını saymazsak bugünün sınıf tanımları ile altıncı ya da yedinci sınıfta başlamıştım.  O günden beri günlük yazmaya, her gün olmasa da, devam ediyorum. 

Tek bir yerde ya da düzenli bir şekilde olmasa da bu deftelerimin neredeyse tamamı duruyor.  Arada geçmiş yıllardaki Zeynep’i okumak hoşuma gidiyor, değişimimi fark etmemi sağlıyor.  Bunu çok sık yapmıyorum. Belki daha sık yapmalıyım.  

Bazen anlattıklarımı, olayları hiç hatırlamadığım oluyor. Yabancı bir yaşamı izlediğim hissini kapıldığım oluyor. Bazen bir defter kapağı, kağıdın üzerindeki yazının rengi beni ışınlar gibi o satırları yazdığım masanın başına götürebiliyor.  Önümde defter açık. Elimde kalem.

Şimdi de zaman zaman olur, bazen o kadar uzun süre yazarım ki elim ağrır, bileğim ağrır, parmaklarım uyuşur ama yine de durmak istemem.  Tabii son yıllarda yazılarımı genelde bilgisayarda yazıyorum. Günlüklerimi ise kalem ile deftere yazmayı seviyorum ve neredeyse her zaman da öyle yapıyorum.  Sonradan yaratıcılık ile ilgili aldığım eğitim ve çalışmalarda keşfedeceğim gibi kalemim kağıt üzerinde akışı ile yazmanın ayrı bir gücü var.  Benim gibi bilgisayarı ve bilgisayar klavyelerini rahat ve hızlı kullanan biriyseniz elle yazı yazmak oldukça yorucu aslında. Ama bambaşka bir boyutu var. Sanki daha gerçek, sanki daha kalıcı ve sanki kendimiz ile olan konuşma için daha yüz yüze.

İki gün önce yine bir kitabevine uğradım.  Şimdi okumamı bekleyen altı kitabım var. Bir tanesi okumaya başladığım ama bir seyahat sırasında az tanımama rağmen çok sevdiğim bir insana hediye ettiğim aldıktan sonra harika olduğu keşfettiğim İngilizce bir kitap. Uzun süredir bulamıyordum; görünce hemen aldım.  Okumak yazı yazma arzumu kesinlikle tetikliyor.  Kimi hocalar okuyarak yazma arzunuzu geriye atmayın der ama bu benim için gerçek değil.  Okumak beni heveslendiriyor, hatırlatıyor. Herşeyden önce okumak beni mutlu ediyor ve o mutluluğun verdiği enerji yapmak istediklerimin yolunu açıyor.

Bugünden sonra daha düzenli olarak yazı yazmayı hedefliyorum. Köşe yazısı yazdığım günlerde, dergi yazıları hazırladığım zamanlarda, kimilerine haftada bir, kimilerine ayda bir, kimilerine onbeş günde bir yazı hazırlamam gerekirdi. O yazıları yazmaya başladığımda belirli bir bitirme süresinin yazı yazma gücümü arttırdığını fark etmiştim. Bir de yazı yazmanın yazı yazabilmeyi kolaylaştırdığını. Yazdıkça açılıyoruz.

Eğer içinizde yazma arzunuz var ise, lütfen ertelemeyin.  

Bugüne kadar yazabildiğim yüzlerce yazı, yayınlanan sekiz kitabım, günahı sevabı ile yazı yazmaya zaman ayırdığım, öncesinde ya da sonrasında bazen endişeler, kaygılar, iç sorgulamalar ile kıvransam da, sonuçta yazmayı seçtiğim için ortaya çıktı.  Ve en başta benim yaşamımı açtılar. Yazmamış olsam belki farklı noktalarda takılıp kalacaktım. Kendim olma, kendimi bulma yolculuğum belki uzun ama beni bana bir adım daha yaklaştırdılar.  Sayılarını ya da etkilerini tam olarak bilemesem de kalbimden geldikleri şekilde açıklıkla paylaştıklarımın başkalarının da yaşamına iyi geldiğine şahit oldum.

O nedenle yazıyla keşif güzeldir diyorum.  Ne yazacağımızı bildiğimizi düşündüğümüzde ya da yazmaya başladığımızda hiçbir fikrimizin olmadığını sandığımızda bizi her zaman şaşırtır. İçimizdeki yaratıcı cevher ancak satırların akmaya başlamasının ardından gerçek benliğini göstermeye başlar.

Yaşamınız yeni kitaplar, yeni fikirler, yeni duygular ile renklensin, aydınlansın.

Sevgiyle.

15 Ocak 2020 Çarşamba

Bir Sinan Vardı

Ne zaman yazı yazmanın belki de anlamsız olduğunu, ya da benim yazacaklarımın birileri için anlamı olmayacağını düşünmeye başlasam, aklıma yaşamım boyunca okuduğum sözlerin bende yarattığı etkiler gelir. Bu arada, artık elli yaşıma yaklaşmaya başladığım bugünlerde, yaşamım boyunca gibi kelimeleri kullanabilme hakkını kendimde görmeye de başladım sanırım.  Okuduğu kitaplardan, seyrettiği filmlerden, sanki tam da hissettiğimiz duygular için yazıldığını düşündüren şiirlerden ya da şarkılardan etkilenmeden büyümek imkansızdır belki de.
Rahmetli babam ömrünün son yıllarında, sabahları bir gece önce seyrettiği fimleri anlatmaya başlamıştı.  O ölünceye kadar onki yıl birlikte çalıştık.  Ben evleninceye kadar ve sonrasında da uzun bir süre, işe ben bazen daha erken gittiğim için beraber gidemesek de, işten çoğunlukla birlikte dönerdik, ya da onu eve bırakır kendi evime geçerdim.  

Belki gece artık daha da az uyuduğu için geceleri seyrettiği gerçekten ilginç, çoğu yabancı filmleri, babamın tanımadığım bir yönü ile, karakter ve durum analizleri ile, bende o sohbette film seyrediyormuş tadı bırakarak anlatırdı.  Genellikle evlerimiz ile ofisimiz arasındaki çok da uzun olmayan araba yolculuklarında, beraber gidiyorsak sabahları, ya da akşam dönüş yolculuğunda o gün hangi insanların dünyası ile tanışacağımı düşünürdüm.  Babamın çok farklı bir zekası ve gözlem yeteneği olduğunu hep söylerlerdi ama insanların duygu dünyalarını o derinden irdeleyişini sesli olarak duymak ben de hala insanları daha yakından tanıma ve anlama isteğini uyandırır. 

İş saatlerimiz çok yoğun geçerdi, o nedenle babamla bu sohbetler evde ya da işteki zamanlarımıza değil yolculuklarımıza aitti.  Kimi zaman yanımızda bir şoför olmadan yaptığımız şehirler arası yolculuklar, şimdi fark ediyorum ki, beni tahminlerimin ötesinde zenginleştiren ve ölümünden sonra derinden özlediğim zamanlar.

Çok farklı olaylar, çok farklı zamanlar babamı düşünmeme neden olur.  Kaybedeli onaltı yıla yakın oluyor ve karşılaştığım birçok zorlukta babama teşekkür ederim.  Babam olmaktan öte çok farklı bir iş arkadaşı, enteresan bir öğretmen, anlaması zor bir rol model ve zayıflıkları ve kudretli olduğu kadar naif kuvvetiyle kendiyle tamamen barışık olmanın ve kendini devamlı sorgulamayı seçebilmenin yaşayan örneğiydi.  Sözleri ile değil yaptıkları ile örnek olmanın örneğiydi benim için.  Ben yerine biz kelimesini seven, doğru olanı keşfedebilmeyi ve yapabilmeyi yaşam hedefi seçen, sadece kendi ile yarışan, gördüğü yanlışlara tarafsız kalabilmeyi kendi yararına da olsa başaramayan bir adamdı Sinan Kocasinan.  

Onun için, “başka bir gezegenden” tabirini çok duydum doğrusu.  Hani aile içinde bile demişizdir sanırım.  Yaşamda yıl aldıkça bunun ne anlama geldiğini daha iyi anlıyorum.

Rahmetli babam mükemmel bir adam mıydı bilmiyorum. Onu o kelimenin terazisi ile hiç değerlendirmedim.  Öyle bir hedefi olduğunu da zannetmiyorum.  Onun yaşamı, bir sorgulama, bir mücadele, bir keşfetme mücadelesiydi. Yaşam, hayatının farklı zamanlarında ağır sorumluluklar, zorlu imtihanlar, bir insanın altından kalkması pek mümkün görünmeyen mücadeleler ile karşı karşıya bıraksa da, kalbini katılaştırmadan, şefkat ve nezaketini yitirmeden yaşamayı başarabilen nadir bir insandı babam. 

Babamın bir özelliği daha vardı.  Sonu olmadığı hissini veren her konudaki geniş ve derin bilgisi.  Çocukken babamın bu bilebilme özelliğini bize yılların vereceğini düşünürdüm. Ama elli yaşıma yaklaştığım bugünlerde zamanın yeterli olmadığını keşfetmiş durumdayım.  Bu biraz da Sinan Kocasinan olmakmış.

Babamı çok özlediğim doğru.  Babasını sevmiş ve kaybetmiş her evlat babasını derin bir özlem ile anar ve arar. 

Ben babam kadar Sinan Kocasinan’ı da özlüyorum.  Hayatımdan böyle bir öğretmen geçtiği için çok şanslıyım ve bir o kadar da şanssız.  Böyle maceralar ile dolu bir hocanız var ise, yüreğinizde aynı keşfetme arzusunu yaratabilecek insanlara derin bir özlem duymamanız mümkün değil.

12 Eylül 2019 Perşembe

Siz Şimdi Neredesiniz?

Bireysel gelişim yolculuğuna çıkan her birimiz an’a odaklanmak, şimdide kalmak üzerine bilgiler ve öğretiler ile mutlaka karşılaşmıştır.  Eckhart Tolle ile özellikle batı dünyasında daha geniş grupların farkındalığına giren an’ın gücü, ya da Tolle’nin adlandırması ile “şimdinin gücü” bir kere bile olsa o gizemli zamanın tadına varabilenleri, bitmeyen bir arayışa itiyor. 

Zamanın durduğu ya da çok, çok, çok yavaşladığı hissini veren, renklerin garip şekilde parlaklaştığı, sanki evrenin tüm dillerini anlayabildiğimiz hissini veren muazzam bir ait olma hissi olarak tarif edebileceğim şimdide kalabilmek halini ne zaman ve nasıl yakalayabildiğimizi bulmak yaşamın şifresini bulmak gibi bir şey olmalı.

Her an şimdide kalabildiğime dair bir iddiada bulunmayacağım.  Sadece tadını keşfetme şansına kavuşabildiğim sihirli bir deneyim olduğunu itiraf edebilirim.  Tarifi zor bir bütünlük hissi.  Tüm yerküreyle ve yerküredeki canlı, cansız tüm varlıklarla bir gibi hissetme hali.  Yalnızlık olarak bildiğimiz hissin zıddını tarif etmek mümkün mü bilmiyorum, ama işte öyle bir şey.  Bir nevi korkunun yokluğu hali.  Korku denilen his hiç var olmamış gibi.

Hayatımda ruhuma en iyi gelen kitaplarından biri “Feel the Fear and Do It Anyway”dir. Bu kitabın adını, korkuyu hisset ama yine de yap, diye tercüme edebilirim. Susan Jeffers’ın bu kitabı İngilizce bilen dostlara en çok önerdiğim ve hediye ettiğim kitaplardan biri.  Kitaplarımın bir kısmını merkezi İzmir’de olan Lions Federasyonu Kütüphanemize bağışladım ama sanırım bende hala birkaç farklı baskısı var. Ve bildiğim kadarı ile bu kitap halen Türkçe’ye çevrilmedi.  

İşte şimdinin gücü, o sihirli anlarda ruhumuzun sesini net ve berrak olarak duymamıza izin verdiği için zihnimizi kurcalayan yanıtları bulmamızı sağlıyor.  Sorularımızın yanıtlarını bulabileceğimizi hissetmek korku bulutlarını dağıtıyor.

Bu anlardan birini Fethiye’de yaşamıştım.  Bir Aralık ayında, güneşli bir kış gününde.  Fethiye’de, Şövalye Adası’ndaki evimin bahçesinde bilgisayarımı açmış yazı yazıyordum.  Evi kontrol etmek için öğleye doğru geldiğim Ada’da, hava sıcak ve güneşli olduğu için bahçe takımının masalarından birini çıkarmış, kendime yanımda getirdiğim süt ve kahve ile bir kahve hazırlamıştım.  Ada’da devamlı olarak yaz kış yaşayan Mehmet Amca’nın ve Ada’nın bana uzak bir köşesinde devam eden bina inşaatının çalışanları ve kaptanlar dışında kimsenin olmadığı o kış gününde, hoş bir sessizlik yazı yazmak için her zaman arayıp da bulamadığımız o zengin boşluğunu yaratıyordu.

Neler yazıyordum hatırlamıyorum, ne kadar zamandır bahçede oturuyordum onu da hatırlamıyorum, ama yazarken ara ara yaptığım gibi başımı bilgisayarımın ekranından biraz yukarıya kaldırdığımda önümde uçuveren bir kelebeğe gözlerim takılmıştı.  Önümde yavaş yavaş uçan kelebeğin adeta kanatlarını çırptığını görür gibi olduğumu başta fark etmemiştim. Kelebeğe sanki bir projektör tutulmuş gibiydi.  

Aklım bahçedeki ağacın dalları arasından güneşin süzüldüğünü düşünmüş olmalıydım ki bu aydınlık başlangıçta dikkatimi çok da çekmedi.  Oturduğum yerden başımı sola doğru çevirdiğimde evin arka bahçesinin karşısındaki arsadaki zeytin ağaçlarının renkleri farklı bir canlılıkta göründü.  Bir kısmı yabani olan o zeytin ağaçlarının renklerinin biraz daha solgun olması gerektiği aklımdan geçti ama sanki düşüncelerim de, sinema ekranında çok ağır olarak kayarak geçen film alt yazıları gibi akıyorlardı.  Adeta hece hece yazılarak geçen kelimeleri ağır ağır okuyormuşum gibi hissediyordum.   Oradan gözlerim denize doğru uzandı, uzaktan geçen küçük bir teknenin motorunun sesi kendince ritmiyle önce yakınlaştı, sonra uzaklaştı. Zeytin ağaçlarına baktığım yönde az önce gördüğümle aynı olup olmadığından emin olamadığım bir kelebek az ötemde sanki daire çizer gibi yavaşça uçuyordu.  Kulağıma kelebeğin valsinin, 2004 yılında doğum günümde İstiklal Caddesi'ne arkadaşlarım ile gittiğimde caddede neredeyse her yerde çaldığı için tanıştığım kelebeğin valsi şimdi Ada’da çalıyordu.

“Zeynep Hanım, yazmaya devam ediyorsunuz, kolay gelsin,” diyen bir komşunun sesi ile kendime geldim.  Önce ne olduğunu anlayamadım ama beş on saniye sonra, aynı bey ile, bilgisayarımı alıp bahçeye çıktığımda merhabalaştığımızı hatırladım. Hiç bir zaman nerede olduğumu unutmamış olsam da etrafıma bakındım.  Elimi bilgisayarımın yanında duran kahve kupasına götürdüm.  Soğuktu.  Güneşin ışıkları eğikleşmişti.   Bilgisayarımı açtığımda saate bakmamıştım ama tekne ile Ada’ya geldiğim saati biliyordum.  Kaptan ile beni öğlen 12’ye çeyrek kala Çalış Plajındaki Şat Burnu’ndan alması için sözlemiştik.  2 ya da 3 saat  gibi bir zaman geçmiş olmalıydı.  

Oturduğum yerden hemen kalkamadım,  sanki gözlerimin baktığım manzaraya adapte olmasına ihtiyaç duydum.  Ekrana baktım, en son yazdığım cümleleri okumak istedim, çok da odaklanamadım.  Topu topu iki paragraf yazmıştım.  Oturduğum iskemlenin minderinin yumuşaklığını hissettim.  Çok ama çok hafif hissediyordum.  Adeta bedenim yokmuş gibi.

Zamanın durduğu ya da çok ama çok yavaşladığı hissini veren farklı anları, farklı yerlerde, farklı şekillerde yaşadım.  Bir anda günlerdir sorduğum soruların yanıtlarını bir perdenin arkasından belirivermişler gibi görebildiğim,  sanki biri kulağıma fısıldamış ya da resmini göstermiş gibi bilebildiğim anları Kyoto’da, Yokohama’da, Londra’da, Inverness’de, Malatya’da yaşadım.

Yeryüzündeki kimi yerlerin, kimi şehirlerin, kimi toprak parçalarının bizi başka bir boyuta götürebilen enerjileri olduğuna artık inanıyorum.  Bu yerlerin her birimiz için farklı olabileceğine de. İnsanın, her yerde, her zaman düşüncelerinin ve ruhunun erişilmesi zor boyutlarına dokunmasının da mümkün olduğunu ve özel bir ihtiyacı ya da gerekliliği olmadığını da biliyorum. Ama yine de, yine de, zamanın durduğu ama duran zaman içinde başka bir farkındalığın hareket etmeye başladığı o sihirli anları yaşamak için, bu duyguyu tanımamız için Tanrı’nın bizlere hediye ettiği yerler olduğuna da inanıyorum.  Yaşamın karşımıza tesadüf ile çıkardığı ama atalarımızın yaşamlarının izini sürerek daha kolay bulabildiğimiz, geçmişimizin bize izlerini aslında hediye ettiği yerler.

Dilerim yaşam ile bütünleştiğiniz, ruhunuzun sesini daha iyi duyabildiğiniz yerler ile kesişsin yollarınız, ve eğer onları keşfetmiş olan şanslılardansanız bizler için de aktarın hissettiklerinizi, yaşadıklarınızı keşiflerinizi.   Çünkü bu keşifleri kuvvetli kılan kendi deneyimlerimiz kadar birleştirebildiğimiz tecrübelerimiz.

Sevgiyle.

7 Eylül 2019 Cumartesi

Son Yemeğinizi Yiyecek Olsanız…

Bir ülkeyi, bir kültürü tanımak için diline aşina olmak kadar o kültürün yemeklerine, lezzetlerine de dokunmak gerektiğine inanıyorum.  Çocukluğumdan beri dinmeyen dünyayı ve dünyanın farklı kültürlerini tanıma açlığımı Türkiye’deyken ya da yurtdışına gittiğimde farklı yemekleri ve içecekleri tadarak, deneyerek doyurmaya çalışıyorum.  Koçlukta ya da NLP’de incelediğimiz insan yapılarından yenilikleri seven, yeniliklerden beslenen bir insan olduğumu söylemek mümkün.  Ve bu sabah, Fethiye’de, Şövalye Adası’nda farklı lezzetlerle dolu, ruhuma iyi gelen bir sabahtı.

Doğrusu Fethiye bir ilçe olmakla beraber, kendini hemen belli etmeyen farklı enerjisi ile sizi Dünya ile buluşturabiliyor.  Yıllar içinde, uluslararası alandaki bir çok çalışma ile Fethiye’deki sivil toplum kuruluşları sayesinde, mesela Fethiye’deki Lions Kulübü sayesinde tanıştım.  İskoçya’daki Findhorn Ekoköyü’nü keşfetmem, sonradan yedi sekiz defa gitme şansına kavuştuğum Japonya ile yollarımın kesişmesi hep Fethiye sayesinde oldu.  Bu hikayelerin bir kısmı daha önce yazdım.  

Yıllarca İstanbul’un göbeğinde yaşamama ve İstanbul’un aktif bir çok kültür ve sanat çalışmasına dahil olmama rağmen, Dünya’daki farklı gruplar ile tanışmam, buluşmam hep Fethiye sayesinde oldu.  Doğrusu, Fethiye’ye taşındığımda bu aklımın köşesinden bile geçmezdi.  O nedenle, kimilerine göre fazla kendi halinde olan, geleneksel yapısı gündelik yaşamda halen hissedilen, bu küçük şehir beni tahminlerimin üzerinde mutlu ediyor ve çok ama çok seviyorum.  

Yaşamda bizi mutlu eden yollar, hiç tahmin etmeyeceğimiz yerlerde, hiç tahmin edemeyeceğimiz insanlar tarafından açılabiliyor.  

Ve işte bu sabah, kuzenlerimin Şövalye Adası’ndaki otelleri Ece Boutique Otel’e gelen eski bir misafirleri olan Isobel ile tekrar karşılaşmak ve bizler için getirdiği yiyeceklerin tadına bakmak ayrı bir keyif verdi. Ben de yanımda milk oolong ve sencha çaylarından getirmiştim.  Son oniki, onüç yıldır başta Japonya olmak üzere, uzakdoğu kültürü ve tadları beni çok çekiyor.  Henüz kendim pişirebilir veya sushi yapabilir hale gelmedim ama kendi matcha çayımı yapmaya başladığım ve Fethiye’de de içebildiğim için mutluyum.  Bir fincan yeşil çay içmek beni Kyoto’da bir mabedin zen bahçesini seyrederken hissettiğim huzur hatırlamamı sağlıyor. Tad ve kokuların hafızamızda erişebildiği derinlik beni şaşırtmaya devam ediyor.

Bu sabahki lezzetler peynirler üzerineydi.  İngiliz cheddar peynirlerinin farklı tadı ile daha önce yemediğim kırmızı yaban mersini olarak da bildiğimiz turnayemişli Wensleydale peynirini tattım.  1150 yıllarından beri yapıldığını öğrendiğim peyniri İngiltere’de hiç tatmamış olduğuma da şaşırdım.  Sonrası için seçtiğimiz çay ile Tayvan milk oolongu oldu.  

Ve sonra Isobel bana hala yanıtımı ve yanıtımı belirleyecek olan şartları düşünmeye devam ettiğim bir soruyu sordu. “Zeynep, son yemeğini yiyecek olsan, ne yemek isterdin?” …


Bedenimizi ve ruhumuzu doyuran lezzetlerle dolu günler dileğiyle. 

31 Mayıs 2019 Cuma

Yeniden Söylerken, Yeniden Dinlerken




Çok uzun zamandır okunması için yazmadım.  Neredeyse bir yılı akşın bir süredir.  

Yaşamımın farklı zamanlarında farklı konuların yoğunluğuna dalarak yazmadığım oldu.  Ama sonrasında neredeyse her zaman, yazmadığımda ruhumun sesini duymanın zorlaştığını fark ettim.

Kendim için yazmaya en azından onbeş, onaltı yıldır ara vermiyorum. Hele Julia Cameron’u keşfettikten sonra, kendim için yazmanın nefes almak kadar önemli olduğunu biliyorum.  Özellikle sabah uyandığımda, uyanır uyanmaz yazmanın önemini.  

Ama yeterli olmadığını da görüyorum.

Bazen sadece kendim için yazmak yeterli değil. Bazen, kimin tarafından okunacağını önemsemeden, okunabilmesine izin verecek şekilde yazmaya da ihtiyaç var.  

Okunmayı istemeden yazmanın mümkün olduğuna eskiden inanmazdım. Çünkü yazmak, biraz da içimize sığmayan düşüncelerin bilinmesini istemek. Bununla birlikte, dünyada var olmasına izin vermemiz gereken yazılar da var.  O yazılar, sayısını hiç bilemesek de ulaşması gereken insanlar için var olmak istiyor.  Tam ihtiyacım olduğunda bir kitabın, bir blogun, bir köşe yazısının içinde kafamın içindeki sorulara yanıt veren cümleleri bulmak buna daha çok inanmamı sağlıyor.

*
Yazmak için neye ihtiyacımız var?


Zaman zaman ofislerimdeki kocaman çalışma masalarım gibi yazı masalarımın evlerimde de olduğunu hayal ettiğim oldu ama hiç de film karelerindeki gibi ihtişamlı yazı masalarım olmadı evlerimin salonlarında. Yemek masalarımın üzerinde yazdım yüzlerce sayfayı.  Yayınlanan ve yayınlanmayan.  Bloglarımda paylaştığım çok okunan yazılarımı, kitaplarımı ya da bir yerlerde basılı bir nüshası hala saklı olan ve sadece bir kaç kişinin okuduğu kitap müsveddelerimi.  İyi ki yazmışsınız, dedikleri yazılarımı ya da benim bile beğenmediklerimi.  
Nedense yazılarımı bugüne kadar daha çok evlerimde yazdım. Belki yıllarca iş hayatımın koşturmacası düzgün öğle arası bile vermeme izin vermediği için, belki de yazmak bir anlamda hobim olarak kendimi boş zamanlarımda mutlu etme uğraşım olduğu için.

Şimdi, içimde tekrar büyüyen bir yazı yazma isteği ile Fethiye’deki evimin salonunda, batmakta olan günün ışıkları ile başımı kaldırıp Fethiye Körfezi'ne bakıyorum.  Aradığımı gerçekten bulduğumu düşündüğüm bu şehirde, ruhumun bana söyleyeceklerini tekrar dinlemeye başlamak için, Fethiye’nin bana neleri göstermeyi beklediğini ben de heyecanla merak ediyorum.

29 Mayıs 2019 Çarşamba

Mayıs ayında Leonardo Da Vinci ile Kendimi Keşfetmeyi Hatırlamak


Bu ay elime National Geographic Dergisi’nin İngilizce Leonardo Da Vinci özel sayısı geçti.  Hemen sonrasında Derginin Türkiye Mayıs Ayı sayısı.   Türkçe sayının kapağında da Mona Lisa vardı.  Ve, kapakta şu soru okuyacak olanları karşılıyordu: “Ölümünün 500. Yılında Da Vinci’nin Dehası Bilime ve Sanata Nasıl Yön Veriyor?”

Ben, Da Vinci ile ne zaman tanıştım, ne zaman hayatıma girdi çok net hatırlamıyorum.  1985 yılının Ağustos ayında Louvre Müzesini gezerken, ortaokulu bitirmiş Dünya’yı keşfetmeye çok istekli bir genç olarak, Mona Lisa’nın önünde biriken kalabalık ile Leonardo Da Vinci’yi keşfetmek isteyenler arasında katıldığımı hatırlıyorum.  


Onun çok yönlü zekasını ve tarifi zor dehasını ise mühendis olduktan çok daha sonra keşfettim.  Yaptıklarını, öğrenebilme ve keşfedebilme yeteneğini bir insanın ömrüne ve yapabileceklerine sığdırmanın nasıl mümkün olduğunu belki hiç anlayamayacak olsam da, yaşamı insan olmanın muazzam ihtimaller dünyasına dair inanılmaz bir ilham kaynağı.

1471 yılının 29 Mayıs’ında, yani bugünden tam 548 yıl önce, Floransa’da, 19 yaşında bir çırakken, Duomo di Santa Maria del Fiore’nin, Floransa Katedrali’nin kubbesinin tepesi için hazırlanan özel küreyi yerleştiriyor.  29 Mayıs tarihi Leonarda Da Vinci’nin yaşamı ile anlam bulan Rönesans açısından belki başka bir anlam daha taşıyor.  İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından 1453’de fethinden önce özellikle İtalya’ya kaçan bilginler, orta çağın, bilim, sanat ve aydınlığa dönüşmesinde büyük rol oynuyorlar.  1452 yılında doğan Leonarda Da Vinci, İstanbul Türkler tarafından alındığında bir yaşında.

Tarihte ve yaşamda olanlar gerçekten kader dediğimiz hikayede tüm detayları ile yazılı mı bilinmez ama kimi insanların yaşamları ile tüm insanlık tarihini adeta değiştirdikleri ve özgün bir farklılık ile yazdıklarını inkar etmek imkansız.   

Michael Gelb’in “Leonarda Da Vinci Gibi Düşünmek” kitabından birçok defa bahsetmişimdir.  Okunup bitirilecek bir kitap olmaktan çok, kendimizi ve yeteneklerimizin yeni sınırlarını keşfetmeye dair bir el kitabı.  Merakın ve keşfetmeye istekli ve açık olmanın muazzam gücünü fark etmeye dair.  Ve şimdi, bu yıl, yıllar sonra tekrar 2019 yılının bu Mayıs ayında, bir 29 Mayıs akşamında, 2 Mayıs’ta 1519 tarihinde ölen Leonarda Da Vinci’yi yeniden keşfetmek için ayrı bir istek duyuyorum.  Ve onunla birlikte kendimde keşfedebileceklerimi bulmak için.

Tesadüf bu ya, Temmuz ayında İtalya’ya tekrar gitme şansım olacak. Milano’da, bu yıl Genel Yönetmenliğini, Ege ve Batı Akdeniz Bölgemizde Federasyon Başkanlığı yaptığım Lions’un Dünya toplantısına katılacağım. Bu dahinin doğduğu topraklarda olacağım için heyecanlanıyorum.  Doğrusu artık fazlası ile tanıdık gelen Avrupa’ya bir seyahat, çok uzun zamandan beri, beni ilk defa bu kadar heyecanlandırıyor. Yolum muhtemelen özlediğim Floransa’ya düşmeyecek ama Milano’daki “Leonardo Da Vinci Bilim ve Sanat Müzesi”ni ziyaret etmeyi gerçekten heyecanla bekliyorum.  

Aklımı, ruhumu ve kalbimi bu buluşmaya hazırlarken, bakalım bilime ve sanata dair neleri öğreniyor ve keşfediyor olacağım…


4 Mayıs 2016 Çarşamba

Karate Denilen Harika Yol


Uzun zamandır Fethiye'den uzaktım. Dün Kandil vesilesi ile Fethiye'deki Karate Hocam, Dünya ve Avrupa Şampiyonu 7. Dan Shihan Ömer Habeş'i ziyaret etme şansım oldu.

Karate denilen bu harika yol ile beni tanıştırdığı, buluşturduğu için kendisine yürekten teşekkürlerimi sunuyorum.

Saygı temeli ile üzerine kurulan bu yol, beklenmedik şekilde, kendimiz kadar yaşamı da keşfetmemizi nasıl da sağlıyor.

Karate'nin hep yaşamımda olması dileğiyle.


12 Mart 2015 Perşembe

İçimizdeki Cevher


İçimizde, hepimizin içinde keşfedilmeyi ve ortaya çıkarak yaşam bulmayı bekleyen ne çok yetenek ve zenginlik var.

Kimilerimiz bizdeki bu cevheri bularak hayat bulması için çalışan insanlar ile karşılaşma şansına sahip oluyoruz.

Bazense bizi doyuracak bir yaşamın arayışı içinde bizde saklı hazineyi kendimizin keşfetmesi ve ortaya çıkarması gerekiyor.

Bazen zorluklar bizi daha kuvvetli yaparken, bazen de önümüzü açanlar hızlı yol almamızı sağlıyorlar.

Yolumuz ne olursa olsun, emin olmamız gereken bir şey var. Nasıl olursa olsun, ne olursa olsun, ne kadar kolay veya zor olursa olsun, yaşamak için doğduğumuz yaşamı yaşamaya yaklaştığımızda doyum, mutluluk ve keyif oluyor. Çok zor bir yaşam bile, bir anından bile şikayet etmediğimiz bir yaşam oluyor.

Karşımıza çıkan her 'engel', her 'zorluk', üstesinden gelebileceğimiz için. Aşmamız, çözmemiz, keşfetmemiz ve üstesinden gelmemiz için. Belki engel ve zorluğa bakışımızı değiştirmek için.

Kendi gücümüzü keyif ve mutluluk ile keşfedeceğimiz bir yaşamın tadını hep alalım.

3 Şubat 2015 Salı

Bizi bize, bizi bizden



İçimizde hayat bulmayı bekleyen cevherlerimizi kendimizin görmesi zordur. Kendi yeteneklerimizi, gücümüzü kabul etmek kolay olmaz. İnsanın ihtişamı insanı ürkütür.

Ve bunları kendimizden saklamaya uğraşırken, bir de bize bizi keşfettirmek isteyenleri susturmak için, çoğu zaman farkında bile olmadan verdiğimiz savaşlar var. Sözde başka bedenlere karşı kendimize karşı verdiğimiz savaşlar.

Işığının içinde tüm renklerin tüm tonlarını bulmak isteyen saklı gökkuşakları gibiyiz aslında. Parçalanmaktan, dağılmaktan, yok olmaktan korkuyoruz belki. O muhteşem zenginliğimizi bilsek de elimizdekine tutunmak güvenli gelebiliyor.

Ruhumuzun sesi, bazen kulaklarımızda, yüreğimizde, bazen aklımızda, bazense başka dudaklardan, bıkmadan usanmadan konuşmaya devam ediyor. Yapmak için doğduklarımızı duymak bazen kolay, bazen zor geliyor.

29 Haziran 2014 Pazar

Özgürce...

Başlayacak olan yeni haftada,

Biten ve geride kalması gereken herşeyi geride bıraktığımız,
Taze başlangıçlara, yürekle ve enerji ile yapmamız gerekenleri yapmaya hazır olduğumuz,
Bizi besleyecek sınırsız enerji kaynağına bağlandığımız ve hayatımızdaki insanları özgür bırakabildiğimiz,

Keşif dolu, merak dolu, sevgi dolu günler diliyorum.



16 Mayıs 2014 Cuma

2014 Yılı Yaz Dönemi Yaratıcılık Çalışmalarımız başlıyor



2014 yılı Yaz Dönemi Yaratıcılık Çalışmaları başlıyor.

Yaratıcılık sadece sanat değildir. Yaratıcılık çözüm bulma, çözüm üretme, yaşamı okuma yolumuzdur.

Arzu ettiğimiz bir yaşam, isteklerin hayat bulma yolunu açabilmek için düşüncelerimizin, duygularımızın, yaratıcılık gücümüzün önünü açmak en değerli anahtarlardan biri.

Kendinizi keşfetmeye, bulmaya devam etme yolunuzda yaratıcılık çalışmaları sizin için doğru adım olarak geliyor gelin bize katılın.

Fethiye'de düzenlenecek olan gruplardan birine katılmak ve detaylar için 
Zeynep.Kocasinan@gmail.com eposta adresinden bilgi alabilirsiniz.

10 Ocak 2014 Cuma

Aydınlık ve Karanlık


Debbie Ford'un "The Dark Side of the Lights Chasers - Işığı Arayanların Karanlık Yanı" kendi ile yüzleştiği, kendimizle yüzleşme, kendimizi tüm varlığımızla kabul etmek yolumuzu açan kitaplardan biridir.

Ruhun tüm renkleri, ruhumuzun tüm renkleri, bu renklerin tüm tonları ile bizi buluşturan bu kitap bir umut kitabıdır esasında.
.
Bu keşifte önerdiği egzersizlerden biri bir hafta boyunca başkaları hakkında yargılarımızın, onları zihnimizde nasıl yargıladığımızın farkında olmamızdır. Başkalarında hangi özellikler bizi rahatsız ediyor, neler batıyor?

Bu yol, başkaları bana neleri aynalıyordan öte, insan ruhundaki tüm duyguları fark etme ve kabullenme yoludur. Bütünü görme yoludur. İçinden istediklerimi seçebilmek için, bazen ne kadar beni korkutsa da, bütünü görmem gerektiğini hatırlatan.

9 Ocak 2014 Perşembe

Sorular


Yeni günde, kendimi keşif için arada sorduğum ve bana tekrar gelen sorular şunlar:

Endişelendiğimi nasıl fark ediyorum?

Endişelendiğimi ne zaman fark ediyorum?

Endişeyi vücudumun neresinde fark ediyorum?

Eğer endişenin şekli, rengi, sesi, tadı, kokusu olsaydı nasıl olurdu?

...
Bırakabilmek fark edebilmekten geçiyor.
Teşekkürler Michael Gelb.