İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Şövalye Adası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şövalye Adası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mayıs 2020 Perşembe

49, 50


Otuz yaşıma girdiğim doğum günümü çok hatırlamıyorum. En yoğun çalıştığım zamanlardan biriydi. Muhtemelen arkadaşlarım ile kutlamışsızdır.

Kırk yaşıma girdiğim günleri daha net hatılıyorum. Ama iyi ya da kötü anlamda, otuzlu yıllarımı tamamlayıp kırk yaşıma geldiğim için özel bir anlamı olduğunu söyleyemem. O yılı hayatımda önemli olan bazı olaylar ile hatırlıyorum daha çok. Mesela, doğum günümden kısa bir süre önce Japonya’ya gidip dönmüş olmam ile. O yıl yaptığım Japonya seyahatinin benim için özel olma nedenlerinden biri Kushimoto’yu ve oradaki Türk Şehitliğini ziyaret etmiş olmamdı.

Yılları, yaşları, olayları bize hatırlatanlar, yaşananların yoğunluğu, değeri ya da üzerimizdeki etkisi ile belirleniyor bir yandan.  Hafıza sanki duygular ile yazılıyor.

Dedim ya, esasında yirmili yıllara geçişimi de dahil etmeliyim, herhangi bir onlu yıl dönümümü çok hatırlamıyorum.  Herhangi bir yaşımı kutlamak ile ilgili özel bir isteğim olmadı. Çalışarak geçirdiğim doğum günlerim olduğu kadar özel kutlamalarla dolu doğum günlerim de oldu.  Bir doğum günümü uçakta kutladım. Atlantik aşırı bir uçuşta, ki okul yıllarımda olduğu için bir anlamda mecburen o gün uçmak durumda kalmıştım. Yolculuğu birlikte yaptığım ve çok sevdiğim okul arkadaşım Beril sayesinde, o gün hayatımdaki en keyifli günler arasına girmişti. Gökyüzünde pastalı, şampanyalı, Danimarkalı hosteslerin doğum günü şarkısı söylediği çok şirin ve neşeli bir kutlama olmuştu.  

Sonra ne olduysa, 2019 yılının sanırım Eylül ayının sonlarıydı, Fethiye’de, Şövalye Adası’nda, kuzenlerim Handan ve Erdoğan’ın işlettiği Ada Restaurant’ın Fethiye’ye bakan bölümünde, Fethiye’de her zaman sanki kocaman bir ışık topunun yükseltmek olduğu hissini veren ayın doğuşunun altında yemeğimizi yerken, birden 2020 yılının Mayıs ayında 49. Yaşımı tamamlayacağımı ve 50 yaşıma gireceğimi fark ettim.  İçime farklı bir mutluluk hissi geldi.  Bu dünyada 50 yılı, yarım asırı tamamlamış olacaktım.

Yanımda oturan Kuzenimin eşi Handan’a döndüm. “ Handan’cığım, gelecek sene doğum günümde burada bir parti yapalım mı?” 

Esasında 2019 Eylül ayındaki o güne  ve o gün hissettiklerime dair belki biraz arka plan bilgisi vermem gerekiyor.  Daha önceki yıllarda iş programımdaki yoğunluk, son üç dört yılda ise Uluslararası Lions Kulüpleri Birliği ve Türk Lions Federasyonumuz ile yaptığımız çalışmalar nedeni ile Fethiye’de çok az zaman geçirebilmiştim.  2018-2019 döneminde, yurtiçi ve yurtdışı seyahatler derken, İzmir’de, Federasyon merkezimizde olmam gereken zamanlar derken, bir yılda tam tamına 15 gün Fethiye’ye olabilmiştim. Fethiye’yi ve Fethiye’deki arkadaşlarımı, orada olmayı çok ama çok özlemiştim.  Fethiye’yi çok sevdiğimi her zaman biliyordum ama bir yeri bu kadar çok özleyebileceğimi ben de tahmin etmemiştim.  Benim için ailemi, arkadaşlarımı, dostlarımı Fethiye’ye davet etmek, onlarla yaşamı Fethiye’de paylaşmak her zaman özel bir anlam taşıyor. En sevdiğim yerde sevdiklerimle olmanın farklı bir enerjisi olduğunu düşündüm hep. 

İşte o nedenle, 50. yaşımda, Fethiye’den, Türkiye’den ve yurtdışından arkadaşlarım ile Fethiye’de iki, üç günlük bir buluşma hayal ettim.  Yemek masasında hemen takvime bakmıştık Handan ile. 22 Mayıs Cuma gününe geliyordu. Yani gelebilenlerle Cuma’dan Pazar’a, ya da belki Perşembe’den Pazar’a bir Fethiye, Şövalye Adası programı yapabilirdik.

O an, kendimi, Şövalye Adası’nın Şat Burnu’na yakın olan bir tepesindeki Ada Restaurant’ta arkadaşlarım ile hayal ettiğimi hatırlıyorum.  Beyaz örtüleri ile hazırlanmış olan masaları, ikramların bir kısmının konulduğu servis masalarını, fondaki müziği.  22 Mayıs’ta ayın ne durumda olacağına bakmak o akşam aklıma gelmemişti, ama o gece orada olmasını istediğim onlarca insanın yüzünü, o terasta dolaştıklarını bir film seyreder gibi gördüğümü de çok net hatırlıyorum.

“Handan,” dedim, “bugüne kadar hiç böyle bir şeyi istemek, bu kadar ay öncesinden planlamak hiç aklıma gelmedi, ama bu defa istiyorum gerçekten.  Ne kadar güzel olur.”

“Neden olmasın,” dedi Handan. “Yaparız Zeynep, çok güzel olur”.

*

Ve hayatımda ilk defa, dokuz ay öncesinden, Mayıs ayında Fethiye’de bir doğum günü kutlamayı hayal ettim. Hatta, Fethiye’de benden bir gün önce doğan bir arkadaşım ile birlikte kutlamayı da hayal ederek.

Uzaktan gelecek olan akadaşlarımı davet etmeye başladım.  Bir kısmını ise Şubat, Mart ayı gibi davet ederim, diyordum.  50 yaşında dokuz ay öncesinden doğum günü kutlama hazırlıklarına başlamak ve davet etmek biraz garip olacaktı galiba.   İşin özünde, son bir iki yıldır sevdiğim arkadaşlarım ile zaman geçirebilmeyi tahmin edebileceğimden çok özlemiştim ve benim için özel olan insanların, ailemin biraya gelebilecek olması ihtimali beni heyecanlandırmıştı. Kuzenlerimin Şövalye Adası’nda bir butik otelleri olması da bu buluşmayı keyifli bir şekilde organize etme imkanı verecekti. O günler için bazı odaları Eylül, Ekim ayından ayırmıştık.

2020 yılına girdiğimizde, Ocak ayında Japonya’dan bir mesaj aldım.  Esasında tesadüf bu ya, Japoncamı biraz daha düzgün hale getirmek için Ekim ayından itibaren tekrar derslerime başlamıştım.  Ocak ayında gelen mesajı okuduğumda yüzüme hakim olması zor bir gülümseme yayılmıştı. Yine çok özlediğim ve bir süredir gidemediğim Japonya’ya 2020 yılında tekrar gitmek için bir plan yapayım derken, Japonya’ya gitmek için bir davet almıştım. Sokakta yürürken okuduğum bu mesaj ile, kalbimden yükselen alev alev bir heyecanla uçarak yürüdüğümü hatırlıyorum.  Ve, yine tesadüf bu ya, bu davetin tarihi yine Mayıs ayına, doğum günümden önceki günlere denk gelecekti.  Japonya’ya yedi defa gittim. Bunların iki defası hariç diğer hepsinde tesadüfen Mayıs ayında gitmek nasip oldu.  Her seyahat birinden keyifli ve tadı damağımda kalarak.

*

Japonya’yı tarif edilmesi zor bir şekilde seviyorum.  Esasında çocuklukta ve gençlik yıllarımda birçok genç gibi benim de hayalim Amerika’yı görmek ve Amerika’da okumaktı. Cornell Üniversitesi’nin bana verdiği burs sayesinde, belki aksi takdirde bu maceraya pek de istekli olmayan ailemden izin koparmayı başarmıştım.  Amerika bana çok şey öğretti. O yılların şartları ile evden uzak olmak ve orada yaşamak çok da kolay bir süreç değildi.  Dil ya da Türk olmam ile bir ilgisi yok.  Evden uzakta yeni bir yaşam ve kendini keşfetme sürecinin doğal zorlukları belki de. Yine de beni ben yapan en büyük şanslarımdan biridir o dönem.

Yine de, bugün bana, Amerika mı, Japonya mı diye sorarsanız, ya da nereye gitmeyi tercih edersin diye, tereddütsüz olarak Japonya, derim.  Ve şimdiki aklım olsaydı,  Japonya ile tanışmaya başladığım 2007, 2008 yıllarında şu anki istekliliğim ile Japonca çalışırdım.

Ve yine de, hiçbir zaman hiçbir şey için geç değildir.

Japonya gezisi için bana iletilen ve Türkiye’den birkaç kişinin daha davetli olduğu bu programın bazı tarihleri belliydi, ancak dönüş tarihini benim belirleyebileceğim söyleniyordu.  Hazır Japonya’ya gitmişken, çok özlediğim birkaç kişi ve birkaç yeri görmek, özellikle Kyoto’ya ve Shiga Bölgesine, ve özellikle de çok sevdiğim Miho Müzesi’ni görmenin hayalleri, Şövalye Adası’nda geziden arkadaşlarımın görüntüsü gibi hızla, gözümün önünde belirmeye başlamıştı.  Ne kadar güzel bir ön-doğum günü hediyesi olacaktı bana.  Bu davetin zamanlaması ne kadar anlamlı olmuştu.

Japonya seyahatinin bitiminde benim dönüş yapmak istediğim Osaka’dan Türkiye’ye önce 19 Mayıs’ta dönmek istedim ama o gün uçuş yoktu. 20 Mayıs’ta Türkiye’ye dönmeye karar verdim. Bu, ziyaret etmek istediğim birkaç yer için bana bir gün daha verecekti.  Bu sözde aksaklık bile bir hediye gibiydi.  

21 Mayıs’ta da, yani bugün, İstanbul’dan Fethiye’ye gitmeyi planlamıştım.  Perşembe gününden Şövalye Adası’na geçebilecek ve çoğu muhtemelen Cuma sabahı gelecek olan misafirlerimi karşılayabilecektim.   Japonya’ya gitmeden önce Fethiye’de hazırlıklarımı yapar, öyle giderim, dönüşte de bir sorun olmaz diyordum.

*

Eh, sizlerin de çok iyi bildiği gibi işler öyle olmadı.

Japonya’ya gitmek bir yana, hem ilgilenmem gereken işlerimiz, hem annemi de yalnız bırakmamak adına Japonya davetini aldığım günden beri olduğum İstanbul’dan pandemi ile birlikte Fethiye’ye bile gitmek nasip olmadı.

Ben nasibe inanırım.

Rahmetli babam inşaat ihalelerine girmeden önce hatırlatırdı. “Kızım bazen işi altın diye alırsın birden toprak olur.  İşi toprak diye alırsın altın olur.  Nasip,” derdi.  Bilime, hesaplamaya, hazırlanmaya, araştırmaya inanan ve olmazları oldurmak için sonuna kadar çalışan babamın beraber çalıştıkça keşfettiğim değişlik bir kader inancı vardı. Tanrı sevgisi ve inancından da gelen. Hiç kaderci bir insan olmadan, kadere, kısmete ve yaşamın getireceklerine çok dillendirmeden teslim olmayı da içeren bir kader inancı. 

Önce ben Mayıs ayına kadar iyileşmesini umduğum vertigom nedeni ile gidebilecek miyim derken, bu defa önce Uzak Doğu, sonra Avrupa ve sonra da Türkiye, bir pandemi rüzgarıyla değişen yaşam ile yüzyüze geldi.  

İçinden geçmekte olduğumuz süreci ve bize etkilerini zaman içinde göreceğiz.

*

Bu satırları yazdığım 21 Mayıs’ın bu öğle saatlerinde, aslında İstanbul’da bir masanın başından ziyade, Şövalye Adası’nda, muhtemelen Ece Boutique Otel’in balkonlarından birinde oturuyor ve denize, Kızılada’ya ya da Çalış’a bakıyor olacağımı hayal ediyordum.  

Hayatta birçok hayalimin gerçekleştiği oldu. Ama bir o kadarının da gerçekleşmediği de.  

Onuruma düzenlenen gecelere gidemediğim oldu.  Valizlerim kapıda, mesela Güney Amerika’ya gidecekken, biletimi yakıp kendimi Malatya’ya giden bir uçakta bulduğum da oldu.  Mesela, koltuk değneği ile şantiyeye gittiğim de oldu; başka bir zaman, başka bir yerde aynı bileğim nedeni ile günlerce yatağımdan kalmadığım da.  Bazen irademin, zihnimin, bedenimin gücü karşılaştığım zorluklara rağmen aklımda olanı yapmama izin verdi; bazen ne kadar çok istesem de, kendimi perişan etsem de, hiçbir şey değişmedi. 

Birbirine çok benzeyen bu durumların arasındaki farkı anlamakla çok uğraştım.  Benzer emek, benzer gayret, benzer inanç, benzer isteklilik bazen yolu açıyor, bazen ise bekle, dur, yapamazsın, diyordu.

Ve garip olan, bazen sonrasında, durmanın ne kadar doğru olduğunu, yerine göre devam etmenin doğru olduğu kadar önemli ve gerekli olduğunu, kavrıyordum.

Babamın kaderciliğini anlamaya çalışırken, gerçekten kaderci olmak için, elimizden geleni sonuna kadar yapmanın ne olduğunu anlamak gerektiğini fark ettim.  Beyninizin, bedeninizin, iradenizin, benliğinizin size imkan tanıdığı sınırlar ile karşılaşıyorsanız eğer, yaşamın akışındaki başka bir elin, başka bir gücün varlığı ile karşılaşıyorsunuz sanırım.  Yaşamın ve hayatın anlamı da o karşılaşma ile belirginleşebiliyor, netleşebiliyor, ya da nasıl daha iyi ifade etmeli bilmiyorum, anlamını idrak etmeye başlıyoruz belki de.

Bugün 49 yaşımın son günü.  Bugün nedeni ile yaşlanmış hissetmiyorum.  Değişmekte olduğumun son birkaç yıldır farkındayım.  Son yıllarda, daha çok,  büyüdüğümü düşünüyorum. Çocukluğun ömüre yayılan ne çok aşaması varmış.  

*

Yaşamdan öğrendiğimin daha çok farkındayım.  Ve benim için gerçekten değerli olanların.

Bu 21 Mayıs’ta ve tabii ki doğum günüm olan 22 Mayıs’ta en çok ailemi, arkadaşlarımı dolu dolu kucaklamayı hayal ediyordum.  Tek tek ve tekrar tekrar.  Sevdiklerime bir teşekkür partisi olarak hayal etmiştim doğum günümü.  Esasında dokuz ay öncesinden planlamak istememizin nedeni biraz da buydu.

Yaşamıma anlam katan, kendimi keşfetmemi sağlayan, beni anlayan, güvenen, inanan ve seven bu çok sevdiğim insanlara, onları da mutlu edecek, bir teşekkür buluşması organize etmekti hayalimiz.

Nasip olmadı.

Belki şimdi bu teşekkürü evrene onlara ulaşması için sunmak gerek.  

Başta bu yaşamı yaşama şansı veren annem ve babama, ve bu yaşam yolundan birlikte geçtiğim herkese.  Yaşamıma değen herkes ile şekillendi bu 50 yıl.  Keşkeler, pişmanlıklar galiba tahmin ettiğimden az.  İyi, kötü, güzel, çirkin dediklerimizin hepsi için derin bir şükür var kalbimde. 

Teşekkür ederim. Hepinize ve herşeye.


Sevgiyle kalın.  Geçmişten, geleceğe, nefes aldığımız her güne şükürle.

3 Mayıs 2020 Pazar

Boğaz'ın Sürprizi

Korona günlerinden özlediğim şeyler olacak.

En başta, sessizlik.

Aşağı yukarı 25 yıldır Boğaz’da, Bebek ve Arnavutköy’de ve çoğunlukla da Arnavutköy’de yaşadım. 25-26 yıldır.  İstanbul’un ve belki de Dünya’nın en etkileyici yerlerinden biri olan Boğaz’ın en sevdiğim zamanları günün biraz alışılmadık gün ve saatlerinde oldu hep.

Uzun yıllardır, İstanbul’dan Fethiye’ye gitmek için sık sık uçuş yapmam gerekti.  Fethiye’ye taşındığım 2005 yılından beri, yani takriben 15 yıldır.  Havalimanına giderken benim gibi trafikte zaman geçirmek istemiyorsanız eğer, günün geç ya da erken saatlerini tercih edeceksiniz demektir.  Bu benim için uzun yıllar Pazar sabahları saat 6.00-7.00 civarındaki uçakları ile Fethiye’ye gitmek anlamına geldi.

Beni havalimanına götürecek aracın beni alacağı saat yaklaşmaya başladığında, son birkaç yıl farklı nedenlerle iki üç valiz ile seyahat etmem gerekmiş olsa da, genelde küçük ve kabin içine alınabilir bir valiz ve bir sırtçantası ile binanın içinde, giriş kapısında hazır olurdum.  Eğer kış aylarındaysa saat oldukça yaklaşana kadar içeride bekler, yine de son birkaç dakikayı dışarıda geçirmeyi severdim.  Yazın ise belki en az bir beş dakikayı binanın kapısının önünde geçirirdim.

Neden mi?

Çünkü o Pazar günleri, araçların beni almak için geldikleri sabah saat 4.00-5.00 arasında farklı bir manzara vardır.  Mevsimine göre zifiri karanlık ya da hafif aydınlık bir güne adım atarken insanın etkisine alan bir ses vardır.

Gıcırtı.

Evet,  esasında tiz denilebilecek değişik bir ritimdeki o gıcırtı.

Sahildeki tekleri denize bağlayan iplerin sahildeki betonlara çakılı halklara bağlandıkları o spiral demirlerin, tekneler denizin hareketi ile hareket ettikçe bağlı oldukları iplerin ileri geri gitmesi ile çıkardıkları gıcırtı.

İstanbul’un ve Boğaz’ın sahil yolunun olağan gürültüsünde o sesi ancak kuvvetli bir sessizlikte duymanın mümkün olduğunu ilk defa ne zaman keşfettim bilmiyorum.  Yolculuklarımın ilk yıllarında olmadığına eminim. 

Ama bir gün, aniden, gecenin, ya da sabahın demeliyim belki, çok erken bir saatinde, o ses ile kendime geldim.  Ve günün o saatlerine bakışım değişti.  Bazen belki haftada birkaç defa Fethiye’ye gidip gelmem gerekse de, İstanbul’dan ayrılışlarımın en azından birini Pazar sabahlarına denk getirmeye uzun yıllar devam ettim. Sırf sabahları belki o beş dakikalık farklı sessizliği yaşayabilmek adına.

İstanbul’da, Avrupa yakasında Boğaz’da oturuyorsanız eğer, sahil yolunun, kazıklı yolun gürültüsünü kabul etmeniz gerekir.  Özellikle Cuma akşamlarından Pazartesi günü öğle saatlerine kadar ayrı bir araç ve insan kalabalığı fazla gelmeye başlar. Balkona pek çıkamazsınız mesela. Ya da balkonda sohbet etmek, birbirinizi duyabilmek kolay olmaz.  

Son yıllarda buna İstanbul’daki binamızın altında, çoğumuzun muhalefetine rağmen açılan bir köpek cafesinin etkisi etkendi. Köpekleri seviyorsanız bile aynı anda 15-20 köpeğin sahipleri kahve içerken yükselen havlama sesleri arabaların ve insanların seslerinin üzerine eklenir.  Yaz aylarında, bir Cumartesi ya da Pazar gününde neredeyse camı ya da balkon kapısını açmak istemediğiniz olur.  

Boğaz’ın güzelliğini yaşamak gürültüsüne razı olmak anlamına gelir.

Di.

Korona günlerine kadar.

Ben bu günlere İstanbul’da yakalandım.  Bir türlü beni rahat bırakmayan Vertigo atakları nedeni ile Fethiye’ye gitmek için biraz iyileşmeyi beklerken önce Çin’den, Japonya’dan, Güney Kore’den koronavirüsü haberleri gelmeye başladı.  Derken bir anda Mart ayında, Avrupa ile birlikte Türkiye’de kendimizi ev korumasında bulduk.  Esasında Dünya korona sürecini yaşamıyor olsaydı, bugünden bir hafta sonra Japonya’ya uçuyor olacaktım.  Ocak ayında aldığım bir davet beni havalara uçurmuştu.  Haberi aldığımda o günlerde uzak doğuda kendini hissettiren virüsün Mayıs ayına kadar kontrol altına alınabileceğini düşünmüştüm. Dünyayı saran bir salgın olabileceğini aklıma getirdiğimi hatırlamıyorum.  

Neyse, Japonya’ya gitme özlemimi ben de ertelenen Tokyo Olimpiyatları ile birlikte 2021 yılına bırakayım ve konumuza döneyim.

Evet, Boğaz’ın güzelliklerini yaşamak Boğaz’ın gürültüsüne razı olmak, hatta katlanmak demekti bu günlere kadar.

Esasında vertigom deneni ile korona günlerinden çok önce başlayan ve ağırlıklı olarak evde kaldığım günler benim için farklı bir gözlem, farklı bir içe dönüş ve farklı bir öğrenme dönemini de başlattı. Bunlardan belki daha sonra bahsederim.  Benim başlangıcımdan birkaç ay sonra tüm Dünya benzer bir süreci yaşamaya başladı.

İşte,  evde geçen, 1980 ihtilali ve nüfus sayımı günlerini hatırlatan, bir korona evden çıkma kısıtlama gününde, yıllar önce bir Pazar sabahında o günlerden birinde keşfettiğim tekne iplerinin demirlerinin çıkardığı gıcırtı sesleri gibi bir ses daha keşfettim. Aniden, beklemeden ve şaşkınlıkla.

1995 yılından beri Boğaz’da yaşıyorum. Boğaz’da deniz manzaralı bir evde yaşıyorsanız eğer belki de hiç bıkmayacağınız bir görüntü vardır.  Boğazdan geçen kimileri küçük, kimileri kocaman gemilerin süzülerek geçişi.  

Çoğuna klavuz teknelerin eşlik etmediği gemiler sessizce Boğaz’da süzülür.  Tankerler, yük gemiler, bazen askeri gemiler, nadiren de olsa denizaltılar, yolcu gemileri.

Yılda bir ya da iki defa, Boğaz trafiği durdurulur ve izin verilen günlerde çoğunluğu beyaz yelkenlerini açıp rüzgarla doldurmuş yelkenliler Boğaz’ın hakimi olur.  25 yılda buna herhalde 10 defa kadar şahit olabildim.

İrili ufaklı balıkçı tekneleri, müzikleri sonuna kadar açık ve bazen rehberlerin hoparlörlerden Türkçe ya da farklı dillerde yüksek sesle, sahilden boğuk bir konuşma olarak duyulmak dışında anlaşılmayan ve Boğaz’da geçmekte oldukları ve yeri anlattığını gezi tekneleri, ve vapurlar.  Onlar da Boğaz’ın olmazsa olmazlarıdır.  Ama vapurları ayrı bir kategoriye koyarsak, hiçbir tekne, Boğaz’da süzülerek yol aldığı hissini veren gemilerin geçişinin güzelliğini hissettiremez.

Yüklerine göre denizden yükseklikleri değişen, gri, beyaz, siyah, kırmızı, renk renk ve neredeyse yüzlerce farklı şekildeki gemiler pencerinizin önünde geçiş yapar.  Dedim ya, vapurları saymazsak, benim için Boğaz’daki en etkileyici manzara her zaman gemilerin geçişidir.

İşte, sokağa çıkmak kısıtlamasınının uygulanmaya başladığı Nisan aylarından bir günde, camın önünde ayakta denize bakarken, birden irkildim. Aniden ve neden olduğunu anlamadan.

Bir ses dikkatimi çekti. 

Derinden gelen bir uğultu.  

Salonun balkon kapısı ve camlardan biri üstten hava alacak şekilde açıktı.  Yola baktım.  Herhalde bir çöp kamyonu ya da kamyon geliyor olmalıydı. Sahil yolunda bir araç bile yoktu.  Fondan teknelerin gıcırtısına, yine korona günlerinden ilk defa duymaya başladığım dalga sesleri eklenmeye başlamıştı.  Bunca yıldır, sahilin dalga seslerini evden duymadığımı fark etmiştim.  Camın kenarından sahil yolunun iki yönüne baktım.  

Gelen ya da giden yoktu.  Elektrikler mi kesik diye düşündüm. Bir binanın jeneratörü çalışıyordu belki.  Sesin nereden geldiğini anlamak için camı açtım ve kafamı birazcık dışarı uzattım. Ki, işte o zaman sesin nereden geldiğini şaşkınlıkla anladım.

O derinden gelen uğultu, yıllarda Boğaz’da sessizce süzülürken seyrettiğim gemilerden birinden geliyordu.

25 yıldır bu sahilde, Boğaz’dan geçen bir geminin sesini duymamış olduğumu tarifi zor bir şaşkınlıkla fark ettim.

Bunca yıl nasıl duymamış olabilirdim?

Aklıma birkaç şey geldi hemen.  Fethiye’de, Şövalye Adası’nda akşamları bir uğultu duyuyorsanız eğer bu Körfez’e bir geminin demirlediği anlamına gelir. Çünkü Körfez’e bir gemi geldiğinde, geminin motor sesini mutlaka duyarsınız. Belki rahatsız edici bir ses değildir ama doğanın genel sessizliğinde ne olduğunu bilmemeniz ve fark etmemeniz mümkün değildir. Gündüzleri o kadar net olmasa da geceleri gecenin seslerinden biri haline gelir.

Aklıma gelen şeylerden biri de çocukluk günlerime aitti.  Yaz tatillerinde bazen Silivri’de bir iki ay zaman geçirdiğimiz olurdu.  İstanbul’a döndüğümüzde, o zaman yaşadığımız Dolmabahçe Sarayı’nın arkasında, Vişnezade Mahallesi’ndeki evimizin geniş balkonuna çıkar, Boğaz’ı uzaktan seyreder ve şehri dinlerdim.  1970’li yıllarından sonlarından 1980’lerin ortalarına kadar. Ağustos aylarının sonlarında ya da Eylül ayında. Balkona çıkar ve şehrin uğultusunu dinlerdim. Çünkü bilirdim ki, bir süre sonra şehrin seslerini duymaya alışacağım ve artık o uğultuyu duyamaz, ayırt edemez hale geleceğim.

İşte, bugünlerde İstanbul’da yaşadığımız farklı sessizlikte buna benzer duygular yaşıyorum.  İstanbul’dan çok Fethiye’de hissediyorum kendimi.   Sessizlik beni şaşırtıyor.  Boğaz’ı keşfediyorum.  Pencere ve balkonlardan. Evin içinde.  Bakmakla görmek arasındaki o hep bahsettiğimiz farkı çocukca bir merak ile yaşayım duruyor.  Bir motorsikletin ne kadar çok ses çıkardığını sessizliğin içinde daha çok anlıyorum. Sessizliğe ne kadar büyük ihtiyaç duyduğumu daha da derinden hissediyorum.

Yine tatlı bir uğultu ile dışarı bakıyorum.

Boğaz’da, Ghena isimli kocaman gri bir gemi bugün belki en çok uğultu çıkaran olarak ve oldukça hızlı bir şekilde Boğaz’dan geçiyor.  Az önce nispeten sessizce geçen siyah gemiye göre daha yüksek bir ses ve çok daha büyük bir hızla.

*

Bu günlere İstanbul’da yakalanmışsanız eğer belki beni daha çok anlayacaksınız. Korona günlerinden özlediğim şeyler olacak.  2020 yılının Nisan ve Mayıs aylarında İstanbul’da bir sihir yaşandı diyeceğim belki, tüm acıları, tüm olumsuzları, kayıpları, maddi çalkantıları, politikacıların amansız mücadelesiniz, haksızlıkları, nadiren umutlandıran anları, özlemi unutup, sadece sessizliği o sihrini hatırlamak istiyorum.  

Karşı sahilde, farklı tonlardaki yeşillerin arasında oldukça belirginleşen erguvanların, açmaya başladıklarını, fondaki gıcırtı ve dalga sesi ile seyrettiğim anlarda saklı kalmak istiyorum.

*

Sevgiyle kalın.


3 Mayıs 2020

Arnavutköy, İstanbul

17 Eylül 2019 Salı

Savaş ya da Barış

Satın aldığım kitapları hemen okuduğum olduğu gibi bazen de birkaç yıl sonra tekrar bularak okuduğum olur. Bunun bir nedeni, farklı şehirlerde yaşıyor ve aynı zamanda birkaç ofiste birden çalışıyor olmam.  Çok sık yolculuk yaptığım için hevesle satın aldığım birkaç kitabın bir tanesini yanıma alabilirken, diğer kitapları bıraktığım yerden belki aylar sonra okumak için tekrar elime almam mümkün oluyor.  Ve zamanla bunun ne kadar keyifli bir şey olduğunu keşfediyorum.  Teslim olduğumuzda, evrenin ilahi zamanlaması ihtiyacımız olanı ya da bizi mutlu eden şeyleri tam zamanında karşımıza çıkarabiliyor.

Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı”nı sanırım iki yıl önce satın almıştım.  Şövalye Adası’ndaki evimde, yatağımın başucundaki Türkçe ve İngilizce kitapların arasına saklanmış olan bu minik kitabı, kapağındaki terracota asker fotoğrafı nedeni ile aldığımı hatırlıyorum.  Kitap kapaklarının kitap satın almamızdaki etkisini kendi kitaplarımın basın aşamalarında kapakları tasarlayan tasarımcı ile yaptığımız sohbetlerde biraz daha çok keşfetmiştim. Yine de, daha çok satmasını sağlayabileceğini paylaştıkları kapak tasarımları yerine içime sinen kapak tasarımlarını kullanmaları için onları ikna etmeye çalışmaktan yıllar içinde vazgeçememiştim. 

Evrendeki herşey gibi kitapların da, bize, bazen içlerindeki bilgiler ve hikayeler, bazen ise verdikleri ilham ile sağladıkları bir enerji var.  Kelimeler ile örülen ve içine alabildiğinde bizi ayrı bir farkındalık boyutuna yükselten bir enerji ağı.

“Savaş Sanatı”nın adını daha önceden duymuştum ama alma nedenim kitabı merak etmemden çok, dediğim gibi kitabın kapağıydı.  Görür görmez, Çin’de beni en çok etkileyen yeri, Xian’ı ve oradaki toprak askerleri, terracotta orduyu hatırlatmıştı. 

İmparator Qin Shi Huang’a ölümünden sonraki yaşamında eşlik etmeleri için hazırlanan yedibinden fazla askerden oluşan toprak askerlerin olduğunu bölümü ilk defa gördüğüm balkona çıktığımda nefesimin bir an için kesildiğini hatırlıyorum. Sonrasında askerlerin olduğu bölümün kenarından yürümüştüm. Tesadüf bu ya, bu askerleri Çin’de gördükten birkaç ay sonra askerlerden birkaç Topkapı Sarayı’na Çin ile ilgili bir sergi ile birlikte gelmişlerdi.  

Toprak askerleri ilginç kılan hususlardan biri herbirinin özgün olması, seri bir imalat şekli ile değil de, tek tek yapılmış olduklarının teyit edilmesi, ve hatta heykellerin kulakları üzerinde yapılan bir çalışma ile her birinin gerçekten yaşamış olan bir kişiye ait olduğunun iddia edilmesiydi.  Çin’in ilk İmparatorunun farklı vizyonu iki bin yıl sonraya 1974 yılında keşfedilen bu heykeller ile yansıyordu.

Aynı yıllarda benzer bir tesadüfü Kore’de, Seul’de yaşamıştım.  Kore Ulusal Müzesi’ni gezerken Türkiye’den gelen bir sergi ile karşılaşmış ve gezmiştim.  Serginin adı “Türkiye Medeniyetleri: İstanbul’daki İmparatorlar”dı ve Osmanlı Sultanlarını da kapsıyordu.

Uzakdoğu kültürlerine olan merakım Çin ve Kore’yi keşfetmemden önce Japonya ile başlamıştı.  Yaşamımın ilk otuz yılında Japonya’ya genel bir sempati beslemekten öteye gitmeyen ilgim ve merakım, sonrasında Uzakdoğu ülkelerinin dillerini, tarihlerini ve hatta güncel kültürlerini merak etmeye kadar götürmüştü.  Yaşamın neler getireceği bilinmez ama bu merakım artarak ve çapı genişleyerek devam ediyor.

Kitaba geri dönersek, Çin’de ve hatta Japonya’da birçok komutanın bu savaş taktikleri kitabını incelediğini aktarıyor. Gerçekten yaşayıp yaşamadığı tam bilinmeyen ve hayali bir kahraman olduğu da iddia edilen Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı” kitabının bana çok ilginç geldiğini söyleyemem. Tahminen 2500 yıl öncesinin savaş taktikleri kitabının orijinal metninin bu olup olmadığı da aslında net değil.  Tüm bunlarla birlikte, kitabın elimdeki Türkçe tercümesinde madde madde yazılmış, en uzunu birkaç cümleden oluşan savaş öğütleri, okurken beni içeriğinden çok bunları söyleyen ya da dinlemiş olabilecek, okumuş ve incelemiş olabilecek zamanın insanlarını düşünmeye itti.  

İnsanoğlu, Dünya’da var olma mücadelesinde, yüzyıllar içerisinde değişen ve dönüşen şekiller ve yollarla savaşıyor.  Artan nüfus ile birlikte sınırları daralan ve kaynakları hızla tükenmeye başlayan Dünya’da, insanların kardeş olarak yaşayabilecekleri bir ütopyanın hayalini kurmak isterken,  bitmeyen mücadelemiz kendini hatırlatıyor.  

Çocuksu bir hayal ile insanların şefkatli olmayı, paylaşmayı, eşitlik ve adaleti seçeceği günleri dilerken, bizi savaşmaya itebilecek temel ihtiyaçların yoksunluğu kadar, modern yaşamın modern insanının kendiyle barışamamasının yarattığı görünen ve görünmeyen yoksunlukları da derinden hissediyorum.  

Xian’daki heykellerin tasvir ettiği, muhtemelen gerçekten nefes alıp vermiş sekiz bine yakın askerin yaşamlarını hayal etmeye çalışıyorum ve sonra aklıma, Shangay’da, New York’ta ya da İstanbul’da çok katlı bir plazadaki bir ofiste ya da Fethiye’deki Salı pazarında ya da mesela Fes’teki bir tabakhanede verilen yaşam mücadelesi savaşları geliyor.  İnsanın, sağlıklı kalmak için devamlı çalışan ve mücadele veren bedeni ile birlikte, mücadele etmek için yaratılmış olduğunu düşünmeden edemiyorum.  

İngilizcede bir deyim vardır: “Choose your battles wisely- Savaşlarınızı/muharebelerinizi akıllıca seçin,” diye. Nerede, nasıl, kiminle ve neyle mücadele etmeyi seçtiğimiz kaderimizi belirliyor.  Tabii bir de, seçtiğimizi düşündüğümüz mücadeleleri yaşamak için doğmayı seçtiğimizi söyleyen bilgeler de var.  Yani bulduğumuzun tam da aradığımız olduğunu söyleyenler.

*

Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı” kitabının girişinde yazan bir söz var. Belki de en çok paylaşılan sözü. “Gerçek zafer, savaşmadan kazanılan zaferdir; gerçek önder savaşmadan kazanan önderdir.” Kitabı bu sözü okuduktan sonra okumaya başlıyorsunuz ve yaşamın gerçeği olarak kabul edilmiş savaşın temel aksiyomlarına ve matematiğine dair, bir yandan çok da bariz görünen gerçekleri içeren, bir el kitabı ile buluşuyorsunuz.

*  


Kitaplar kapılar aralıyor.  Bilinen ve bilinmeyen tarih, gerçek zafer ve gerçek önderlerin hikayelerini zamana yazmaya devam ediyor.

7 Eylül 2019 Cumartesi

Son Yemeğinizi Yiyecek Olsanız…

Bir ülkeyi, bir kültürü tanımak için diline aşina olmak kadar o kültürün yemeklerine, lezzetlerine de dokunmak gerektiğine inanıyorum.  Çocukluğumdan beri dinmeyen dünyayı ve dünyanın farklı kültürlerini tanıma açlığımı Türkiye’deyken ya da yurtdışına gittiğimde farklı yemekleri ve içecekleri tadarak, deneyerek doyurmaya çalışıyorum.  Koçlukta ya da NLP’de incelediğimiz insan yapılarından yenilikleri seven, yeniliklerden beslenen bir insan olduğumu söylemek mümkün.  Ve bu sabah, Fethiye’de, Şövalye Adası’nda farklı lezzetlerle dolu, ruhuma iyi gelen bir sabahtı.

Doğrusu Fethiye bir ilçe olmakla beraber, kendini hemen belli etmeyen farklı enerjisi ile sizi Dünya ile buluşturabiliyor.  Yıllar içinde, uluslararası alandaki bir çok çalışma ile Fethiye’deki sivil toplum kuruluşları sayesinde, mesela Fethiye’deki Lions Kulübü sayesinde tanıştım.  İskoçya’daki Findhorn Ekoköyü’nü keşfetmem, sonradan yedi sekiz defa gitme şansına kavuştuğum Japonya ile yollarımın kesişmesi hep Fethiye sayesinde oldu.  Bu hikayelerin bir kısmı daha önce yazdım.  

Yıllarca İstanbul’un göbeğinde yaşamama ve İstanbul’un aktif bir çok kültür ve sanat çalışmasına dahil olmama rağmen, Dünya’daki farklı gruplar ile tanışmam, buluşmam hep Fethiye sayesinde oldu.  Doğrusu, Fethiye’ye taşındığımda bu aklımın köşesinden bile geçmezdi.  O nedenle, kimilerine göre fazla kendi halinde olan, geleneksel yapısı gündelik yaşamda halen hissedilen, bu küçük şehir beni tahminlerimin üzerinde mutlu ediyor ve çok ama çok seviyorum.  

Yaşamda bizi mutlu eden yollar, hiç tahmin etmeyeceğimiz yerlerde, hiç tahmin edemeyeceğimiz insanlar tarafından açılabiliyor.  

Ve işte bu sabah, kuzenlerimin Şövalye Adası’ndaki otelleri Ece Boutique Otel’e gelen eski bir misafirleri olan Isobel ile tekrar karşılaşmak ve bizler için getirdiği yiyeceklerin tadına bakmak ayrı bir keyif verdi. Ben de yanımda milk oolong ve sencha çaylarından getirmiştim.  Son oniki, onüç yıldır başta Japonya olmak üzere, uzakdoğu kültürü ve tadları beni çok çekiyor.  Henüz kendim pişirebilir veya sushi yapabilir hale gelmedim ama kendi matcha çayımı yapmaya başladığım ve Fethiye’de de içebildiğim için mutluyum.  Bir fincan yeşil çay içmek beni Kyoto’da bir mabedin zen bahçesini seyrederken hissettiğim huzur hatırlamamı sağlıyor. Tad ve kokuların hafızamızda erişebildiği derinlik beni şaşırtmaya devam ediyor.

Bu sabahki lezzetler peynirler üzerineydi.  İngiliz cheddar peynirlerinin farklı tadı ile daha önce yemediğim kırmızı yaban mersini olarak da bildiğimiz turnayemişli Wensleydale peynirini tattım.  1150 yıllarından beri yapıldığını öğrendiğim peyniri İngiltere’de hiç tatmamış olduğuma da şaşırdım.  Sonrası için seçtiğimiz çay ile Tayvan milk oolongu oldu.  

Ve sonra Isobel bana hala yanıtımı ve yanıtımı belirleyecek olan şartları düşünmeye devam ettiğim bir soruyu sordu. “Zeynep, son yemeğini yiyecek olsan, ne yemek isterdin?” …


Bedenimizi ve ruhumuzu doyuran lezzetlerle dolu günler dileğiyle. 

4 Eylül 2019 Çarşamba

Gönlünüz Ne Çeker? Tenis, Ahtapotların Dünyası ya da Kimbilir Hangi Sürpriz Hikayeler

Doğduğum günlerden bugüne kadar Dünya’da öğrenecek, keşfedecek, farkına varılacak şeylerin takibi zor çoğalması karşısında bir yandan heyecanlanırken, yaşama dair öğrenme zamanımın kısıtlılığının farkına varmak bende bir hüzün hissini canlandırıyor.  Mimar Sinan gibi 99 yaşına kadar yaşayabileceğimi hayal ettiğimde bile ömrümü yarılamış durumdayım.  Yarının ne getireceğini kestiremediğimiz bu yolculukta, benden önce yaşamış ve muhtemelen benden sonra da yaşayacak milyonlarca insan gibi zaman zaman yaşamın, yaşamın anlamını ve bu Dünya’da ne yaptığımız kadar neyi yapmamızın, nasıl yaşamanın doğru olduğunu sorguluyorum.

Sorgulamak insan olmanın bir parçası.  Ben de içinde doğduğum ikizler burcunun değişken özelliklerini taşıyarak, farklı zamanlarda farklı duygular, farklı kaygılar ya da coşkular ile bu macerayı yaşıyorum. Aynılıktan ve bilinenin güvenli gücünden zevk alırken, bilinmeyene, yeniliklere ve getirdiklere heyecana koşmayı da bir o kadar seviyorum.  

Bir Temmuz öğleninde, denizin kenarında sahile vuran minik dalgalara ayağını biraz değdirip geri kaçan ve onu izleyen annesine gülücükler gönderip minik kahkahalar atan beş yaşında bir çocuk gibi, kocaman dalgaların üzerine atlamayı hayal ediyorum.  Ve gün geliyor, o kocaman dalgaların üzerinde sahile bakıp, sahile vuran minik dalgaların köpükleri ile dans eden sarı bukleli saçları ve pembe mayosu ile kendini dünyanın en mutlu insanı sayabilecek o kız çocuğunu görüyorum.

*

Yeğenimle Akatlar’daki bir Japon lokantasında yediğimiz öğle yemeğinden sonra Akmerkez’e yürüyerek gittiğimiz günlerden birinde, benim oradaki en favori yerlerimden biri olan Remzi Kitabevi’ne gittik.  Açıldığı günden beri oraya herhalde abartısız birkaç bin defa gitmiş ve birkaç bin kitap da almışımdır. 2019 yılında bir kısmını Lions Federasyonumuzun İzmir’deki merkezine bağışladığım kitaplarımın en az beşte birini oradan almışımdır.  Yıllar içinde kitapçının içindeki düzen değişikliklerini başlangıçta mutsuzlukla karşılasam da Akmerkez’deki Remzi Kitabevi benim en sevdiğim ‘aynılık’larımdan.  


Remzi Kitabevi’ne bu defa dergi almak için girmiştik.  Ben daha çok kitap insanıyım, çocukluk ve genç kızlık dönemlerimde 1970-1980’li yılların şartları nedeni ile dergiler özellikle merak dünyamı beslemiş olsa da internet dünyası nedeni ile dergi alma alışkanlığım eskisi kadar fazla değil.  O gün de, yeğenime bir dergi almak için kitabevine girmiş olsak da, kendime iki kitap almama rağmen, bir de Time dergisi almadan edemedim. Doğrusu, sayının kapağındaki “2019’un Dünya’daki En Harika 100 Yeri” başlığı da bunda etkili oldu. 

2 Eylül günü aldığım 2 Eylül sayısını ise bu sabah okudum.  Uzun zamandır bir dergiyi baştan sonra oturup okumamıştım.  Çocukluk yıllarımda Pazar sabahları apartman görevlimizin kapımıza bırakacağı Milliyet Çocuk dergisini okumak için kapmak için ağabeyimle erken kalkma karışına girdiğimizi, o heyecanı mutluluk ile hatırlıyorum. Bu sabah, uzun yıllardan sonra çok büyük keyif, merakla, esasında her ay en az bir defa satın aldığım Time Dergisini okudum.  Hani karıştırarak değil, uzun zamandır yapmadığım şekilde, kapağından başlayarak ilanları dahil sayfa sayfa okuyarak.



Mesela, 2 sayılı sayfaki fotoğrafı ve fotoğraf açıklamasını merakla okudum.  İleriki sayfalarda yer alan Amerikan hizmet sektörünün, garsonlarının yaşam zorluklarına dair bir hikayenin görseli beni üniversite yıllarımda yemek yediğim lokantalara, garsonlar ile yaptığım enteresan sohbetlere götürdü.  Genç tenisçi Coco Gauff’un hikayesini okurken bu yıl Wimbledon’da odağımın kadın değil erkek tenisçiler olduğunu fark ettim.  Federer ile Djokovic’in maçlarını takip etmiştim.  1990’ların ortalarında bileklerimdeki lif kopmaları ve sakatlıklar nedeni ile o günlerden beri elime tenis raketi almamış olsam da, bu iki tenisçinin eski maçlarını zaman zaman YouTube’dan seyretmek keyifli gelir.  Oysa şimdi bu yazıyı bitirir bitirmez ilk işlerinden biri Coco Gauff’un Venus Williams’ı yendiği maçı seyretmek olacak.  Gauff’un Şampiyona Simona Halep ile maçını seyretmek için aynı isteği duymasam da Simona Halep’i tenisçi olarak iyi tanımadığımı fark ediyorum.

Derginin içindeki farklı konular ile dünyalardan dünyalara geçerken dergi okumayı neden sevdiğimi hatırlıyorum.

Sayfa 44’e gelince beni yepyeni bir konu karşılıyor.  Ahtapot yetiştirme girişimlerine dair bir yazı zihnimde bambaşka görseller canlandırıyor.  Daha bir kaç gün önce kuzenlerinin Fethiye’de Şövalye Adası’ndaki lokantalarında yediğim deniz ürünleri tabağındaki iri ahtapot parçasının görüntüsü ile, İstanbul’daki ünlü Japon lokantalarından birinde yediğim ahtapot carpaccio tabağı gözümün önüne geliyor. Japonya’ya yaptığım farklı seyahatler ahtapot yemeyi hiç tercih etmediğimi düşünüyorum.  Sonra görüntüler değişiyor, Şövalye Adası’nda, elinde bir sopa ile Ada’nın farklı köşelerinde, sahilde balık avlayan komşulardan birinin torunu genç kız geliyor aklıma. Kalamalar, karides ve yengeçi değil ama ahtapot yemeyi gerçekten sevmediğimi İstanbul’daki dergiyi okurken fark ediyorum.  Ahtapot annelerin yavrularının yumurtadan çıkması ile biten ömürlerinin hikayesini ilk ne zaman öğrendiğimi hatırlamayı başaramıyorum.

*
Bugün İstanbul’da, dergi okumaktan keyif almayı hatırlıyorum.  İyi bir derginin farklı dünyaları güzel bir derleme ve seçki ile sunması hoş oluyor.  Jules Verne hikayeleri geliyor aklıma.  Bir dev ahtapot görüntüsü gözümde beliriverir gibi olsa da ben bir balonun üzerinde dergi yapraklarının üzerinde uçarak dünyayı geziyorum.  Dilerim bu keyfi sık sık alma şansım olur.

Güzel kelimelerin dünyasında güzel buluşmalar dileğiyle.
Çok sevgiler.

6 Haziran 2019 Perşembe

Çilekli Pastada Saklı Japonya


Japonya’ya gerçekten ilgi duymam benim yaşlarımdaki birçok çocuğun olduğu gibi meşhur Karate Kid filmlerinin ilki ile oldu. Efsanevi hoca Miyagi Sensei ile.  İkinci Dünya Savaşı, atom bombası, kamikazeler ve Hiroshima’ya dair duyduklarımı Japonya’ya ilgi duymamı sağlayan şeyler olarak hatırlamıyorum.  İnsanlık tarihinin acı dolu günleriyle tanımaya başladığım Japonya’yı sevmem, hayatta çoğu zaman olduğu gibi, hikayelerle oldu.
Bir şehri, bir kurumu, bir ülkeyi sevdiren onlara ait hikayeler ve o hikayelerin kahramanları çoğu zaman.

Kyoto’nu sevmemin nedenlerinden biri beni adeta zamanın ötesiye taşıyan mabetleri olmakla birlikte, Japonya’yı sevmediğim insanların ülkesi olsa bu şekilde acaba sevebilir miydim?  Ruhumu incitmemeye büyük özen göstermek için çabalayan, beni mutlu edebilmek için kendinden, ailesinden feragat eden ya da ailecek benimle kendi aileleri gibi ilgilenen Japon arkadaşlarım olmasa bu özel adalar ülkesini bu kadar sevebilir miydim?

Ruhumuzun anahtarı duygularımız.  Ruhumuzun bilgi antenleri duygularımız.  Ruhumuzdaki olumlu ya da olumsuz izlerin kaynağı duygularımız.  Ve yaşadığımız her ne olursa olsun ruhumuzdaki izleri ile bireysel tarihimizde yer ediyor.  

Duygularımızı nelerin uyandırdığı ise tanımlanması zor, sürprizlerle dolu bir denklem.  Ve kimi zaman tatlar ile duygular arasında köprüler var.

Japonya’ya özgü yöresel lezzetler dışında en çok hatırımda kalan, sık sık aklıma gelen lezzetlerden biri çilekli pastalardır.  İstanbul’da Divan Pastanesi’nin çilekli pastası son birkaç yıldır pastanenin değişen ve daha çok Fransız tadı taşıyan pastaları içinde bugünlerde hala ev sevdiğim. Dünyanın her yerinde çilekli pasta yemek mümkün ama benim için ne zaman çilekli pasta yesem aklıma gelen Avrupa’da yediğim bir pasta değil, Kyoto’daki bir pastanenin pastasıdır.  Ne zaman Kyoto’ya gitsem orada bir pasta yemek için mutlaka zaman ayırırım.  Eğer yalnızsam, yanımdaki defterime orada birşeyler yazmak beni başka hiçbir yere gitmek istemeyecek kadar ait hissettirir.


Kyoto neredeyse her çilekli pasta yediğimde aklıma gelir.  Tokyo’ya sondan bir önceki gidişimde Shibuya’da kaldığım otelin pastanesindeki çilekli pastanın ise tadı değil ama görüntüsü gözümün önünde.

Ve işte bu sabah, Fethiye’de, Şövalye Adası’ndaki evimde, Ada’ya geçmeden önce bir marketten aldığım biraz diri çilekleri yıkayıp 1993 yılında İtalya’ya ailecek gittiğimiz aldığımız ve bende kalan aslında bir spagetti servis tabağı olan bir çanağın içine yerleştirirken, tesadüfen beyaz ahşap büfenin üzerindeki dergi gözüme takıldı.  Ben yokken evi temizleyen Nuray Hanım’ın herhalde evin bir köşesinde bulduğu ve nedense büfenin üzerine bıraktığı bir dergi. 2004 yılından bir dergi. 

Dergilerimi saklamak gibi özel bir alışkanlığım yok ama Japonya’ya, Samuraylara geniş yer ayrılmış olan bu sayıyı belli ki özellikle saklamışım.  Enteresan olan, daha sonra altı, yedi defa gitmiş olsam da, 2004 yılında henüz Japonya’ya gitmiş değildim.  Hayatımın ayrılmaz parçası gibi hissettiğim Japonya ile bağlarımın o günlerde çok kuvvetli olmadığını düşünürdüm ama geriye dönüp bakınca ruhumun bir parçasının hep bu uzak ülkeyi merak etmiş olduğunu fark ediyorum. 

Bir yandan belki de birçok Türk gibi bu ülkeye çok yakın hissediyorum. Diğer bir yandan, olmadık zamanlarda, kültürel benzerlikler ya da yakınlıklar ile tarif edilemeyen şekilde özellikle Kyoto’da olmayı özlüyorum.  Japonya’nın sevmediğim bir köşesine henüz rastlamasam da ve Tokyo’nun yoğunluğunu bile sevsem de, benim ruhumun özlediği yer her zaman Kyoto.

Bugün, Dünya’nın Japonya’dan oldukça uzak bir köşesinde, minik bir adadaki yemek masasının üzerindeki yeni yıkanmış çilekler mutlu hissetmenin temel anahtarının sevgi olduğunu hissettiriyor.  Bizi seven insanların hissettirdiği koşulsuz ait olma hissinin, dostlar dediğimiz sonradan edindiğimiz ailelerimiz kadar, doğmadığımız ama vatan tadı veren topraklardan gelebildiğini düşünüyorum.

Damağımda henüz tam olgunlaşmamış biraz mayhoş bir çileğin tadı ile, önümdeki dergide zırhlı giysisi ile bir Samuray’ı canlandıran bir kapak fotoğrafı, Fethiye’de gün batmaya başlarken Babadağ’a doğru bakıyorum.  Körfez durgun. Gün burada biterken, Japonya’da gün gecenin içinde yavaş yavaş doğmaya hazırlanıyor.

Bu arada çilekten bahsedip Japonya’ya dair ufak bir hatırlatma yapmadan olmaz. Önümüzdeki yıl Ocak ayından Nisan ayına kadar eğer Tokyo’ya yolunuz düşerse, Grand Hyatt Tokyo, Hilton Tokyo ya da diğer beş yıldızlı otellerden birinde karşınıza çıkabilecek olan çilek tatlıları büfesinde Japon çileklerinden yapılmış Japonya’ya özgü hafif tatları ile mevsime özel olarak hazırlanan çeşit çeşit çilek tatlılarının tadına bakmadan Tokyo’dan ayrılmayın.  

Lezzet dolu günlere…

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Ses ve Sessizlik


Şövalye Adası’ndayım, Fethiye’de. Ve kulağıma Londra metrosundaki trenlerin sesleri geliyor. Denizden ılık bir rüzgâr esiyor, sanki saçlarım metronun içindeki rüzgâr ile dalgalanıyor, sıcak. Yer, zaman karışıyor. Ya da belki de birleşiyor. Ege ile Akdeniz’in birleştiği yerde küçük bir adada tuvalin karşısına oturuyorum. Dalgalar bakıyorum ve ruhumun istediği renklere gidiyor elim. Sabah akşam oluyor, akşam sabah. Zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyorum. Yavaşlamak istiyorum, yavaşlıyorum, ne kadar başarabileceğimi bilemeden.

Klimanın sesi var, buzdolabının sesi var. Geçen teknelerin farklı sesleri, cırcır böceklerinin sesi, dalgaların sesi, rüzgârın ve komşuların evlerinden gelen sesler. Mırıldandığım şarkının sesi, rüzgârda düşen yaprakların sesi, bahçe hortumundan gelen ses, otlarından arasından beklenmedik çıtırtı. Klavyenin sesi, çaydanlıkta kaynayan suyun sesi. Burada sessizlik hâkim, tüm seslerin ayrı ayrı kendini gösterebildiği.



Kalabalık ortamlar beni çok rahatsız etmez. Mesela Akmerkez’in içindeki Remzi Kitabevi’nin kafesinde kışın bir Pazar günü kalabalığın içinde kitabımı elim alıp çok rahat okuyabilirim. Sesler sanki o kalabalığın içinde farklı bir sessizliğe dönüşür, dalar giderim. Şövalye Adası benim için sessizliğin içinde kuşların böceklerin dalgaların kendilerini net olarak hatırlattıkları farklı bir sakinliği tarif eder. Belki Göcek’te teknenin yanaştığı sakin bir koyda daha derin bir sessizlik vardır, ya da Çelikhan’da Çat Barajı’nın kretinin üzerinde sadece rüzgârın sesi duyulurken. Ama bu günlerde yakaladığım en koyu sessizlik bu adada oluyor. Fethiye karşımda dağlara doğru ve ovada uzanmış ne kadar da huzurlu ve sessiz. Şehre inmeyi özlemiyorum, buradayken sanki sonsuza kadar balkonda ya da bahçede, ya da salıncakta oturabilirim. Yalnız hissettirmeyen bir yalnızlığı var bu adanın, beni hep dolu hissettiren. Ben de mi bir şey var, yoksa bu adada mı?



Tuvalin başında da yalnız hissetmem ben, ne kadar uzun süredir yalnız olursam olayım. Günler ve saatler geçer fark etmem, tuvaller kurumak üzere dizilmeye başar müsait duvarlar. Zamanın geçişini tuvallerden anlarım. Boyalarım ve boş tuvallerim bitmez. Kendimi bilirim ve oldukça paylı miktarda bulundururum her şeyden. Başladım mı durmak zor olur. Yazmaya başlayınca defterde boş sayfanın bitmesi veya bilgisayarın pilinin aniden tükenivermesi nasıl çaresiz bırakır insanı, aynen öyle. Yok, daha beteri. Yazıda gelen ilham da hassastır ama resim yapmanın bana gerektirdiği ruh haline girmem kolay olsa da çıkmam kolay olmaz. İçimden çıkması gerekenleri bitiremezsem büyük huzursuzluk yaşarım.



Ada’ya gittiğim zamanlarda anlarım oraya gitmeye ne kadar ihtiyacım olduğunu. Kalabalıklarda yakaladığım sessizliklerin emek istediğini o zaman anlarım. Gerçek sessizliğin huzuru ruhumun yaralarını sarar sanki.

12 Temmuz 2009 Pazar

Tekneler Nereye Gider?

Gecenin içinde karanlık gemiler geçer Boğaz’dan. Soluk ışıklar gözlerimizin önünden süzülür. Denizlerin bana bilinmez gelen sularından geçip bir seyirlik süzülürler Boğaz’dan. Kimileri gider gelir, onları isimlerinden tanırım. Kimileri ise kim bilir nereden nereye giderler.

Fethiye’de Şövalye Adası’nda Fethiye’ye doğru bakar benim evim. Limana giden gemiler adanın sağından ya da solundan geçerek limana doğru giderler. Hava rüzgarlı ise yelkenlerini hemen indirmeden, bazen gürültü ile, bazen sessiz limana yanaşırlar. Tekneler genelde sabahları limandan ayrılır ve akşama doğru geri dönerler. Özellikle de hafta sonları.

İstanbul Boğaz’ında daimi bir hareket hali vardır. Tekneler geçer gider, nereye varacaklarını belli etmeden. Fethiye’de ise güvenli liman her zaman gözümün önündedir. Yelkenlilerin direkleri sıra sıra dizilidir. Her teknenin akıbeti belli olmasa da geri dönecekleri izlenimini verir.

Deniz Fethiye’de farklı İstanbul’da farklı görünür. Ve farklı denizlerinde tekneleri sanki farklı dünyalarda yaşar, farklı hayatlar sürerler.

Benim küçük bir teknem var, adı Kocasinan. Bula bula bu adı mı buldun derler bazen. İsim ararken düşündüm ve başka bir ad gelmedi aklıma. Yok, daha doğrusu bu ismi vermek geldi aklıma. Sadece soyadım olduğundan değil. Hani Kocasinan deyince kocaman bir tekne bekliyor bazen insanlar ve benim ufaklık çıkıyor karşılarına ama bu da güzel bir hoşluk oluyor doğrusu. Bir de daha küçük bir kayığım var. Onun adını sorarsanız, o da Pegasus. Minnacık kayığa uçan at adı mı verilir diyenler de oluyor, yani Burak atı gibi bir şey. Ama kayığın isim annesi ben değilim. O isim kayığın eski sahibinden bana miras. Bilmiyordum ama teknelerin isimlerinin değiştirilmesine pek hoş bakılmıyor denizciler arasında. Hatta uğursuzluk getireceğini söyleyenler bile var. Ben Pegasus’u mu çok seviyorum. 10 beygirlik motoru ile tatlı tatlı uçan bir at o. Denizciliğim çok yeni ve Fethiye körfezinin sularında, Fethiye ile Şövalye Adası gidiş gelişleri ile denizle yakınlık kurmaya çalışıyorum. Yine de ufukta yenilecek çok fırın ekmek görünüyor. Ağabeyim Yaman’ı kıskanıyorum. Sözde benden gördü denizciliğe heves etti, ama kaptanlığı hızlı kavradı. Boynuz kulağı pek hızlı geçti bu defa.

Deniz ciddi iş. Şakaya gelmiyor. Daha dün Şövalye Adası önlerinde, kuzenlerimin otelinin önünde bir tekne battı. Paniğe kapılan yolcular teknenin bir tarafına doğru yığılıyorlar ve tekne alabora oluyor. Tabii şimdi bunu sakin sakin yazıyorum ama olayın bizim farkına varmamız denizden gelen ve yürekleri parçalayan çığlıklar ile oldu. Kuzenlerimin otelinin kafesinde oturmuş sohbet ediyorduk. Şövalye Adası’nın nispeten yüksek bir yerinde olan otelden deniz kenarı tam görünmez. Oldukça yüksek merdivenlerden indikten sonra deniz kenarındaki iskeleye ulaşılır. İşte o gün otelde oturmuş çaylarımızı içerken aniden kadın çığlık ve feryatları kulağımıza gelmeye başladı.

Feryatlar ve çığlıklar denizden geliyor ve yukarıya bizlere ulaşıyordu. Otelde bulunan İngiliz turistler ve tüm personel ile birlikte hemen aşağı doğru inmeye başladık. Ben bu kadar çığlık ile bizi bekleyen manzaradan gerçekten korkarak indim merdivenlerden. Beyler biz hanımlardan hızlı koşuverdiler merdivenlerden aşağı. Ben aşağı indiğimde kuzenim Erdoğan, ağabeyi kuzenim Murat, Aşçıbaşı Yasin Bey ve birkaç İngiliz turist denizdeydi. Titreyen çocuklar, kadınlar ve ufacık bir bebek sırılsıklam çığlık çığlığa ağlıyorlardı. Benim merdivenlerden inme sıram gelene kadar kurtarma operasyonu tamamlanmıştı. Biri yedi sekiz aylık dört çocuk, bir yaşlı bir teyze, üç kadın ve bir erkek toplam dokuz yolcu ile Fethiye’den Şövalye Adası’na Pazar günü pikniği için yola çıkıyor, tekne ağırlık haddinin aşması nedeni ile su almaya başlıyor. Ada’ya geçen düzenli dolmuşlar ve tekneler var ve adaya belki yirmi liraya gidip gelebilecekler ama onları ve oldukça yüklü eşyalarını taşıması mümkün olmayan bir tekneye binerek gitmeye çalışıyorlar. Ben merdivenlerden inerken denizin üzerinde yüzen ve etrafa yayılan eşyaları görerek iniyorum merdivenlerden. Hava olmadığı kadar rüzgârlı ve deniz çok dalgalı. Teknenin su almasına neden olan şeylerden biri de bu hava. Panik olan yolcular bir yana yığılınca da tekne alabora oluyor.

Batan teknenin yolcularının tamamı salimen karaya çıkarıldı, eşyalarının çoğunu denizin üzerinden ve dalarak çıkarma şansımız oldu. Ama belki on metre daha açıkta batmış olsalar, ya da otelin iskelesinin yirmi otuz metre ileri ya da gerisinde olsa hemen müdahale edilemeyecek olan kazazedeler belki kurtulamayacak. Ve o Pazar günü yaşamlarımızda unutulması zor acı bir gün olarak yazılacak. Denizde ölüm ve kalım dakikalar, saniyeler ile yazılıyor. Bu olay belki tekneyle üç beş dakikada alınabilecek bir mesafenin büyük bir ailenin son yolculuğu olabileceğini hatırlatıyor. Daha yaşını almamış küçük bebek belki bilinçli olarak hatırlamayacağı büyük bir travma yaşıyor. Ve ileri denizden neden korktuğunu bilemediği ama denizi sevmediğini söylediği günler yaşayacak mı diye düşünmeden edemiyorum. Ve çok şanslı olduğunu. Gerçekten aynı anda herkesi kurtaracak kadar insanın bir arada bulunabileceği ve kazazedelerin karaya bu kadar çabuk ulaştırılabileceği başka bir yeri adada bulmak imkânsız gibi. Evlerin çoğu kısa dönemli olarak kullanılan Şövalye Adası’nın birçok yerinde bu çığlıkların duyulmaması mümkün. Ya da duyanların ulaşabilmesinin belki de herkesi üzecek kadar uzun zaman alacağı.

Mezun olduğum Cornell Üniversitesi’nin bir mezuniyet şartı vardı: Yüzme biliyor olmak. Ben yüzme sınavına girmiş ve belgemi almıştım. Yüzme bilmeyenlerin ise kursa devam ederek yüzmeyi öğrenmeleri gerekiyordu. Yani isterseniz tüm derslerinizi yıldızlı notlarla bitirmiş olun eğer yüzme bilmiyorsanız üniversite diplomanızı alamıyordunuz. Nedenini unutmuşum ama sanırım okulun kurucularından birinin çocuklarının veya bir yakının yüzme bilmemesi nedeni ile boğulmasından dolayıydı. Doğrusu Fethiye’de batan tekne bana yüzme bilmenin ve yüzmeyi iyi bilmenin gerekliliğini tekrar hatırlattı. Hatta kıyı bölgelerinde sadece yüzmenin değil kurtarma tekniklerinin de öğretilmesi gerektiğini düşündüm. Batan teknede çocuklardan biri yaşlı teyzenin boynuna sarılmış. Teyze yüzmeyi biliyor ama yedi sekiz yaşlarındaki çocuklardan bir tanesi can havli ile boynuna sarılmış, teyze açılmış kocaman gözleri ile suyun üzerinde kalmaya çalışıyor. Küçük bebeği suyun üzerinde tutmaya çalışan teknenin tek erkek yolcusunun aklından o saniyelerde kim bilir neler geçiyordu. Yolcular ve kurtarabildiğimiz eşyaların tamamı başka bir tekneye yüklenip onlar karaya çıkarıldıktan sonra tekrar çığlıkları duyduğumuz zaman oturduğumuz yere geri döndük. Üzerimizde tarifi zor bir yorgunluk fakat aynı zamanda bir rahatlama vardı. Kuzenim Erdoğan bana döndü “Bir can kaybı olmuş olsaydı, şu anda neler yaşanıyor olacaktı” deyiverdi. “Gerçekten verilmiş sadakaları varmış, Allah korudu,” diyebildim. O kadar küçük şans ve tesadüflerin yardımı ile olay atlatılmıştı ki…

Lütfen yüzme bilmiyorsanız veya iyi bilmiyorsanız, mutlaka öğrenin. Çocuklarınız, akrabalarınızın, tanıdıklarınızın öğrenmesini teşvik edin. Bir gün sadece kendinizin veya sevdiklerinizin değil, gerçekten ölüm ile yaşam arasındaki saniyelerde mücadele veren birilerinin yardımına koşma şansınız olabilir. Ölüm ve yaşam arasındaki o ince çizgide, yaşama doğru atılan kulaçlardan biri sizinki olabilir.

Sevgi, sağlık ve şans hep sizinle olsun. Allah sizi ve sevdiklerinizi korusun.