İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Miho Museum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Miho Museum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mayıs 2020 Perşembe

49, 50


Otuz yaşıma girdiğim doğum günümü çok hatırlamıyorum. En yoğun çalıştığım zamanlardan biriydi. Muhtemelen arkadaşlarım ile kutlamışsızdır.

Kırk yaşıma girdiğim günleri daha net hatılıyorum. Ama iyi ya da kötü anlamda, otuzlu yıllarımı tamamlayıp kırk yaşıma geldiğim için özel bir anlamı olduğunu söyleyemem. O yılı hayatımda önemli olan bazı olaylar ile hatırlıyorum daha çok. Mesela, doğum günümden kısa bir süre önce Japonya’ya gidip dönmüş olmam ile. O yıl yaptığım Japonya seyahatinin benim için özel olma nedenlerinden biri Kushimoto’yu ve oradaki Türk Şehitliğini ziyaret etmiş olmamdı.

Yılları, yaşları, olayları bize hatırlatanlar, yaşananların yoğunluğu, değeri ya da üzerimizdeki etkisi ile belirleniyor bir yandan.  Hafıza sanki duygular ile yazılıyor.

Dedim ya, esasında yirmili yıllara geçişimi de dahil etmeliyim, herhangi bir onlu yıl dönümümü çok hatırlamıyorum.  Herhangi bir yaşımı kutlamak ile ilgili özel bir isteğim olmadı. Çalışarak geçirdiğim doğum günlerim olduğu kadar özel kutlamalarla dolu doğum günlerim de oldu.  Bir doğum günümü uçakta kutladım. Atlantik aşırı bir uçuşta, ki okul yıllarımda olduğu için bir anlamda mecburen o gün uçmak durumda kalmıştım. Yolculuğu birlikte yaptığım ve çok sevdiğim okul arkadaşım Beril sayesinde, o gün hayatımdaki en keyifli günler arasına girmişti. Gökyüzünde pastalı, şampanyalı, Danimarkalı hosteslerin doğum günü şarkısı söylediği çok şirin ve neşeli bir kutlama olmuştu.  

Sonra ne olduysa, 2019 yılının sanırım Eylül ayının sonlarıydı, Fethiye’de, Şövalye Adası’nda, kuzenlerim Handan ve Erdoğan’ın işlettiği Ada Restaurant’ın Fethiye’ye bakan bölümünde, Fethiye’de her zaman sanki kocaman bir ışık topunun yükseltmek olduğu hissini veren ayın doğuşunun altında yemeğimizi yerken, birden 2020 yılının Mayıs ayında 49. Yaşımı tamamlayacağımı ve 50 yaşıma gireceğimi fark ettim.  İçime farklı bir mutluluk hissi geldi.  Bu dünyada 50 yılı, yarım asırı tamamlamış olacaktım.

Yanımda oturan Kuzenimin eşi Handan’a döndüm. “ Handan’cığım, gelecek sene doğum günümde burada bir parti yapalım mı?” 

Esasında 2019 Eylül ayındaki o güne  ve o gün hissettiklerime dair belki biraz arka plan bilgisi vermem gerekiyor.  Daha önceki yıllarda iş programımdaki yoğunluk, son üç dört yılda ise Uluslararası Lions Kulüpleri Birliği ve Türk Lions Federasyonumuz ile yaptığımız çalışmalar nedeni ile Fethiye’de çok az zaman geçirebilmiştim.  2018-2019 döneminde, yurtiçi ve yurtdışı seyahatler derken, İzmir’de, Federasyon merkezimizde olmam gereken zamanlar derken, bir yılda tam tamına 15 gün Fethiye’ye olabilmiştim. Fethiye’yi ve Fethiye’deki arkadaşlarımı, orada olmayı çok ama çok özlemiştim.  Fethiye’yi çok sevdiğimi her zaman biliyordum ama bir yeri bu kadar çok özleyebileceğimi ben de tahmin etmemiştim.  Benim için ailemi, arkadaşlarımı, dostlarımı Fethiye’ye davet etmek, onlarla yaşamı Fethiye’de paylaşmak her zaman özel bir anlam taşıyor. En sevdiğim yerde sevdiklerimle olmanın farklı bir enerjisi olduğunu düşündüm hep. 

İşte o nedenle, 50. yaşımda, Fethiye’den, Türkiye’den ve yurtdışından arkadaşlarım ile Fethiye’de iki, üç günlük bir buluşma hayal ettim.  Yemek masasında hemen takvime bakmıştık Handan ile. 22 Mayıs Cuma gününe geliyordu. Yani gelebilenlerle Cuma’dan Pazar’a, ya da belki Perşembe’den Pazar’a bir Fethiye, Şövalye Adası programı yapabilirdik.

O an, kendimi, Şövalye Adası’nın Şat Burnu’na yakın olan bir tepesindeki Ada Restaurant’ta arkadaşlarım ile hayal ettiğimi hatırlıyorum.  Beyaz örtüleri ile hazırlanmış olan masaları, ikramların bir kısmının konulduğu servis masalarını, fondaki müziği.  22 Mayıs’ta ayın ne durumda olacağına bakmak o akşam aklıma gelmemişti, ama o gece orada olmasını istediğim onlarca insanın yüzünü, o terasta dolaştıklarını bir film seyreder gibi gördüğümü de çok net hatırlıyorum.

“Handan,” dedim, “bugüne kadar hiç böyle bir şeyi istemek, bu kadar ay öncesinden planlamak hiç aklıma gelmedi, ama bu defa istiyorum gerçekten.  Ne kadar güzel olur.”

“Neden olmasın,” dedi Handan. “Yaparız Zeynep, çok güzel olur”.

*

Ve hayatımda ilk defa, dokuz ay öncesinden, Mayıs ayında Fethiye’de bir doğum günü kutlamayı hayal ettim. Hatta, Fethiye’de benden bir gün önce doğan bir arkadaşım ile birlikte kutlamayı da hayal ederek.

Uzaktan gelecek olan akadaşlarımı davet etmeye başladım.  Bir kısmını ise Şubat, Mart ayı gibi davet ederim, diyordum.  50 yaşında dokuz ay öncesinden doğum günü kutlama hazırlıklarına başlamak ve davet etmek biraz garip olacaktı galiba.   İşin özünde, son bir iki yıldır sevdiğim arkadaşlarım ile zaman geçirebilmeyi tahmin edebileceğimden çok özlemiştim ve benim için özel olan insanların, ailemin biraya gelebilecek olması ihtimali beni heyecanlandırmıştı. Kuzenlerimin Şövalye Adası’nda bir butik otelleri olması da bu buluşmayı keyifli bir şekilde organize etme imkanı verecekti. O günler için bazı odaları Eylül, Ekim ayından ayırmıştık.

2020 yılına girdiğimizde, Ocak ayında Japonya’dan bir mesaj aldım.  Esasında tesadüf bu ya, Japoncamı biraz daha düzgün hale getirmek için Ekim ayından itibaren tekrar derslerime başlamıştım.  Ocak ayında gelen mesajı okuduğumda yüzüme hakim olması zor bir gülümseme yayılmıştı. Yine çok özlediğim ve bir süredir gidemediğim Japonya’ya 2020 yılında tekrar gitmek için bir plan yapayım derken, Japonya’ya gitmek için bir davet almıştım. Sokakta yürürken okuduğum bu mesaj ile, kalbimden yükselen alev alev bir heyecanla uçarak yürüdüğümü hatırlıyorum.  Ve, yine tesadüf bu ya, bu davetin tarihi yine Mayıs ayına, doğum günümden önceki günlere denk gelecekti.  Japonya’ya yedi defa gittim. Bunların iki defası hariç diğer hepsinde tesadüfen Mayıs ayında gitmek nasip oldu.  Her seyahat birinden keyifli ve tadı damağımda kalarak.

*

Japonya’yı tarif edilmesi zor bir şekilde seviyorum.  Esasında çocuklukta ve gençlik yıllarımda birçok genç gibi benim de hayalim Amerika’yı görmek ve Amerika’da okumaktı. Cornell Üniversitesi’nin bana verdiği burs sayesinde, belki aksi takdirde bu maceraya pek de istekli olmayan ailemden izin koparmayı başarmıştım.  Amerika bana çok şey öğretti. O yılların şartları ile evden uzak olmak ve orada yaşamak çok da kolay bir süreç değildi.  Dil ya da Türk olmam ile bir ilgisi yok.  Evden uzakta yeni bir yaşam ve kendini keşfetme sürecinin doğal zorlukları belki de. Yine de beni ben yapan en büyük şanslarımdan biridir o dönem.

Yine de, bugün bana, Amerika mı, Japonya mı diye sorarsanız, ya da nereye gitmeyi tercih edersin diye, tereddütsüz olarak Japonya, derim.  Ve şimdiki aklım olsaydı,  Japonya ile tanışmaya başladığım 2007, 2008 yıllarında şu anki istekliliğim ile Japonca çalışırdım.

Ve yine de, hiçbir zaman hiçbir şey için geç değildir.

Japonya gezisi için bana iletilen ve Türkiye’den birkaç kişinin daha davetli olduğu bu programın bazı tarihleri belliydi, ancak dönüş tarihini benim belirleyebileceğim söyleniyordu.  Hazır Japonya’ya gitmişken, çok özlediğim birkaç kişi ve birkaç yeri görmek, özellikle Kyoto’ya ve Shiga Bölgesine, ve özellikle de çok sevdiğim Miho Müzesi’ni görmenin hayalleri, Şövalye Adası’nda geziden arkadaşlarımın görüntüsü gibi hızla, gözümün önünde belirmeye başlamıştı.  Ne kadar güzel bir ön-doğum günü hediyesi olacaktı bana.  Bu davetin zamanlaması ne kadar anlamlı olmuştu.

Japonya seyahatinin bitiminde benim dönüş yapmak istediğim Osaka’dan Türkiye’ye önce 19 Mayıs’ta dönmek istedim ama o gün uçuş yoktu. 20 Mayıs’ta Türkiye’ye dönmeye karar verdim. Bu, ziyaret etmek istediğim birkaç yer için bana bir gün daha verecekti.  Bu sözde aksaklık bile bir hediye gibiydi.  

21 Mayıs’ta da, yani bugün, İstanbul’dan Fethiye’ye gitmeyi planlamıştım.  Perşembe gününden Şövalye Adası’na geçebilecek ve çoğu muhtemelen Cuma sabahı gelecek olan misafirlerimi karşılayabilecektim.   Japonya’ya gitmeden önce Fethiye’de hazırlıklarımı yapar, öyle giderim, dönüşte de bir sorun olmaz diyordum.

*

Eh, sizlerin de çok iyi bildiği gibi işler öyle olmadı.

Japonya’ya gitmek bir yana, hem ilgilenmem gereken işlerimiz, hem annemi de yalnız bırakmamak adına Japonya davetini aldığım günden beri olduğum İstanbul’dan pandemi ile birlikte Fethiye’ye bile gitmek nasip olmadı.

Ben nasibe inanırım.

Rahmetli babam inşaat ihalelerine girmeden önce hatırlatırdı. “Kızım bazen işi altın diye alırsın birden toprak olur.  İşi toprak diye alırsın altın olur.  Nasip,” derdi.  Bilime, hesaplamaya, hazırlanmaya, araştırmaya inanan ve olmazları oldurmak için sonuna kadar çalışan babamın beraber çalıştıkça keşfettiğim değişlik bir kader inancı vardı. Tanrı sevgisi ve inancından da gelen. Hiç kaderci bir insan olmadan, kadere, kısmete ve yaşamın getireceklerine çok dillendirmeden teslim olmayı da içeren bir kader inancı. 

Önce ben Mayıs ayına kadar iyileşmesini umduğum vertigom nedeni ile gidebilecek miyim derken, bu defa önce Uzak Doğu, sonra Avrupa ve sonra da Türkiye, bir pandemi rüzgarıyla değişen yaşam ile yüzyüze geldi.  

İçinden geçmekte olduğumuz süreci ve bize etkilerini zaman içinde göreceğiz.

*

Bu satırları yazdığım 21 Mayıs’ın bu öğle saatlerinde, aslında İstanbul’da bir masanın başından ziyade, Şövalye Adası’nda, muhtemelen Ece Boutique Otel’in balkonlarından birinde oturuyor ve denize, Kızılada’ya ya da Çalış’a bakıyor olacağımı hayal ediyordum.  

Hayatta birçok hayalimin gerçekleştiği oldu. Ama bir o kadarının da gerçekleşmediği de.  

Onuruma düzenlenen gecelere gidemediğim oldu.  Valizlerim kapıda, mesela Güney Amerika’ya gidecekken, biletimi yakıp kendimi Malatya’ya giden bir uçakta bulduğum da oldu.  Mesela, koltuk değneği ile şantiyeye gittiğim de oldu; başka bir zaman, başka bir yerde aynı bileğim nedeni ile günlerce yatağımdan kalmadığım da.  Bazen irademin, zihnimin, bedenimin gücü karşılaştığım zorluklara rağmen aklımda olanı yapmama izin verdi; bazen ne kadar çok istesem de, kendimi perişan etsem de, hiçbir şey değişmedi. 

Birbirine çok benzeyen bu durumların arasındaki farkı anlamakla çok uğraştım.  Benzer emek, benzer gayret, benzer inanç, benzer isteklilik bazen yolu açıyor, bazen ise bekle, dur, yapamazsın, diyordu.

Ve garip olan, bazen sonrasında, durmanın ne kadar doğru olduğunu, yerine göre devam etmenin doğru olduğu kadar önemli ve gerekli olduğunu, kavrıyordum.

Babamın kaderciliğini anlamaya çalışırken, gerçekten kaderci olmak için, elimizden geleni sonuna kadar yapmanın ne olduğunu anlamak gerektiğini fark ettim.  Beyninizin, bedeninizin, iradenizin, benliğinizin size imkan tanıdığı sınırlar ile karşılaşıyorsanız eğer, yaşamın akışındaki başka bir elin, başka bir gücün varlığı ile karşılaşıyorsunuz sanırım.  Yaşamın ve hayatın anlamı da o karşılaşma ile belirginleşebiliyor, netleşebiliyor, ya da nasıl daha iyi ifade etmeli bilmiyorum, anlamını idrak etmeye başlıyoruz belki de.

Bugün 49 yaşımın son günü.  Bugün nedeni ile yaşlanmış hissetmiyorum.  Değişmekte olduğumun son birkaç yıldır farkındayım.  Son yıllarda, daha çok,  büyüdüğümü düşünüyorum. Çocukluğun ömüre yayılan ne çok aşaması varmış.  

*

Yaşamdan öğrendiğimin daha çok farkındayım.  Ve benim için gerçekten değerli olanların.

Bu 21 Mayıs’ta ve tabii ki doğum günüm olan 22 Mayıs’ta en çok ailemi, arkadaşlarımı dolu dolu kucaklamayı hayal ediyordum.  Tek tek ve tekrar tekrar.  Sevdiklerime bir teşekkür partisi olarak hayal etmiştim doğum günümü.  Esasında dokuz ay öncesinden planlamak istememizin nedeni biraz da buydu.

Yaşamıma anlam katan, kendimi keşfetmemi sağlayan, beni anlayan, güvenen, inanan ve seven bu çok sevdiğim insanlara, onları da mutlu edecek, bir teşekkür buluşması organize etmekti hayalimiz.

Nasip olmadı.

Belki şimdi bu teşekkürü evrene onlara ulaşması için sunmak gerek.  

Başta bu yaşamı yaşama şansı veren annem ve babama, ve bu yaşam yolundan birlikte geçtiğim herkese.  Yaşamıma değen herkes ile şekillendi bu 50 yıl.  Keşkeler, pişmanlıklar galiba tahmin ettiğimden az.  İyi, kötü, güzel, çirkin dediklerimizin hepsi için derin bir şükür var kalbimde. 

Teşekkür ederim. Hepinize ve herşeye.


Sevgiyle kalın.  Geçmişten, geleceğe, nefes aldığımız her güne şükürle.

5 Ağustos 2010 Perşembe

Shumei Dergisi


Shumei Vakfı'nın İngilizce yayınlanan Uluslararası Dergisi Shumei Magazine'nin Temmuz/Ağustos 2010 sayısında, 2010 yılının Mayıs ayındaki Japonya gezimde tekrar ziyaret etme şansı bulduğum Miho Müzesi izlenimlerime dair yazdığım yazım yayınlandı.

Online Dergi için:
http://www.shumei.org/mag-online/online.html

ya da

http://www.shumei.org/mag-online/shu-288.pdf

Keyifle okumanız dileğiyle.

27 Aralık 2008 Cumartesi

Yaşamayı Seçtiğimiz Renkler




Ekim ayı’nda Londra’daydım. Bir fırsatını yakalayıp Tate Modern ’e gittim. Rothko ’nun da bir sergisi vardı. 1940’larda 1950’lerde modern resim için belki de büyük çıkışlardan biriydi belki Rothko’nun zaman içinde değişen çalışmaları. Kendisi bu adlandırmaları pek kabul etmiyor olsa da.

Rothko’nun eserlerini sevmem diyemem. Soyut ve modern çalışmalar beni cezbeder. Ancak o Ekim günü Tate Modern’de sergilenen renkler sanki ruhumu üzdü. Kim bilir bu çalışmaları yaparken Rothko’nun ruhu neredeydi. Gönlüm başka resimleri diliyordu.

Konu resimlerin soyut olması değildi. Ben de İstanbul’daki büyük HSBC patlamasının olduğu günden beri soyut resimler yapıyorum. Neden ve nasıllarına girmeyeceğim. Gönlümden artık bunu yapmak geliyor. Bir ressamın yüreğinden gelen renkler ile çalışmasının de demek olduğunu biliyorum. Eğer kendiniz ile yüzleşme cesaretiniz varsa başka yol da yoktur hani. Ancak o renkleri istememize neden olan ruh halleri nelerdir? İşte buraya baktığımızda farklı cevaplar ortaya çıkıyor.

Tamamlayıcı tıp’ta renklerin ayrı bir yeri var. Birçok hoca, ki benim hocalarımdan bir tanesi de, farklı renkler veren el fenerleri ile çalışıyor. Bedenin farklı yerlerine ihtiyacına göre belirli bir rengin frekansını veriyorlar. Belki birçoğunuz ‘çakra’ kelimesini duydunuz. Enerji çalışmalarında çok kullanılan bu kelime bedenimizin etrafını sardığı varsayılan enerji alanın giriş bölgeleridir. Genel olarak 7 ana enerji girişi, 7 çakramız olduğu varsayılır. (Çarka yerine ‘şakra’ kelimesinin kullanıldığına da rastlayabilirsiniz.) Genel olarak her çarka, aynı frekansı temsil eden bir renk ile ilişkilendirilir. Örneğin, boğaz bölgemizdeki çarkanın mavi rengin frekansı ile uyumlu olduğu düşünülür, ve bu bölgedeki problemleri gidermek için mavi renk ile çalışır. Ancak, benim renk çalışması olarak bahsetmek istediğim şey bundan biraz farklı. Belki bunu ruhumuzun renklerine ve renklere ihtiyacına bakmak olarak tarif edebiliriz.

Rothko sergisini gezerken kendimi koyu ve pek de berrak olmayan renklerin içinde buldum. Oldukça büyük ebatlı çalışmalar ile dolu odaları dolaşırken, sergiye geleli belki de 5 dakika dahi olmamıştı, şiddetle oradan çıkmak istediğimi fark ettim. İçimdeki hisleri bastırmaya çalışarak gezdim, tarifi zor bir huzursuzluk ile. Ruhum ogün bu karanlığı istemiyordu. Belki de karanlıklar hiçbir zaman da benim favori alanım olmayacaktı.



Geçtiğimiz Mayıs ayı’nda bambaşka bir müzedeydim. Japonya’nın güneyinde Shiga bölgesinde Shigaraki dağlarındaki Miho Müzesi ’nde. Londra’nın ortasındaki endüstriyel tasarımı ile Tate Modern ve muhteşem bir doğa içerisinde bir dağın adeta oyularak içine oturtulmuş bir müze olarak Miho Müzesi sanki ayrı dünyaları temsil ediyorlar. Ve ben esasında bu iki dünyayı da seviyordum.


Ben Londra’yı çok severim. Gerçekten evimde hissettiren, kendimi ait hissettiğim bir şehirdir. Japonya’da ise tamamen farklı bir doğa ve kültür içinde aynı şeyleri hissettiğime zaman zaman ben de şaşırıyorum. Peki, her iki dünyada aynı keyif ile var olabilmek nasıl mümkün?

Ruhumuzun sesini dinleyerek.

Esas olan ruhumuzun o gün için, o günler için arzuladığını duyabilmek ve bu ses ile gitmek. Ve ruhumuz gerçekten kimi günler bazı renkleri ve bazı görüntüleri arzular. Beslenebilmek için, doyabilmek için. Belki o yeşil kazağı giymek için ısrarlar aramanız sadece size yakıştığını düşündüğünüz için değil. Belki o mavi atkı yıllar içinde eskimiz ve yıpranmış olsa da hala boynunuzu farklı bir şefkat ile sarıyor. Sahi, o mavi atkıyı boynunuz neden istiyor?

*

Bedenimiz bir enerji ve bu enerji kendini korumak, beslemek ve tamamlamak için enerjiye ihtiyaç duyuyor. Bu enerjinin büyük bir kısmını yiyeceklerden alıyoruz. Birçok üstada göre yediğimiz yiyeceklerin rengi bile içindeki bildiğimiz besin değerlerinin üzerinde bir şeyler veriyor ve söylüyor.

Renklerin size neler söylediğini daha iyi duyabilmek için biraz dinlemeye ne dersiniz? Hangi renkleri giymekten hoşlanıyorsunuz? Odanızda, evinizde hangi renkler hâkim? Hangileri sizi mutlu ediyor?

Ana tarifleri renklerin bazı genel anlamları var. Örneğin yeşil rengin, özelikle zümrüt yeşilinin iyileşmeyi desteklediğine inanılıyor. Mavi rengin sağlıklı ifade ve iletişimi desteklediğine, kırmızının bizi yaşama bağladığına ve “yapma-başarma” gücümüzü artırdığına. Tabi kırmızın iştah açtığını çok duymuşuzdur. Kim bilir gerçekten yaşama iştahımıza da artırıyordur belki de.

Yaşamaktan keyif aldığınız sevgi dolu günler sizinle olsun.

Sevgiyle,
Z.

______________________________________________
Günün Onaylaması: “Bedenim için iyi olan yiyeceklerden keyif alıyorum. Vücudumun her hücresini seviyorum.” Louise L. Hay

Üstatlardan: “Resmin kendi yaşamı vardır. Ben onun çıkmasına izin vermeye çalışırım.” Jackson Pollock

Zeynep’in Okuma Tavsiyesi: “Tibet’in Gençlik Pınarı” Yazar: Peter Kelder

______________________________________________
www.serbestyazarlar.com adresinden yazılardan.