İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Akmerkez etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Akmerkez etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Eylül 2019 Çarşamba

Gönlünüz Ne Çeker? Tenis, Ahtapotların Dünyası ya da Kimbilir Hangi Sürpriz Hikayeler

Doğduğum günlerden bugüne kadar Dünya’da öğrenecek, keşfedecek, farkına varılacak şeylerin takibi zor çoğalması karşısında bir yandan heyecanlanırken, yaşama dair öğrenme zamanımın kısıtlılığının farkına varmak bende bir hüzün hissini canlandırıyor.  Mimar Sinan gibi 99 yaşına kadar yaşayabileceğimi hayal ettiğimde bile ömrümü yarılamış durumdayım.  Yarının ne getireceğini kestiremediğimiz bu yolculukta, benden önce yaşamış ve muhtemelen benden sonra da yaşayacak milyonlarca insan gibi zaman zaman yaşamın, yaşamın anlamını ve bu Dünya’da ne yaptığımız kadar neyi yapmamızın, nasıl yaşamanın doğru olduğunu sorguluyorum.

Sorgulamak insan olmanın bir parçası.  Ben de içinde doğduğum ikizler burcunun değişken özelliklerini taşıyarak, farklı zamanlarda farklı duygular, farklı kaygılar ya da coşkular ile bu macerayı yaşıyorum. Aynılıktan ve bilinenin güvenli gücünden zevk alırken, bilinmeyene, yeniliklere ve getirdiklere heyecana koşmayı da bir o kadar seviyorum.  

Bir Temmuz öğleninde, denizin kenarında sahile vuran minik dalgalara ayağını biraz değdirip geri kaçan ve onu izleyen annesine gülücükler gönderip minik kahkahalar atan beş yaşında bir çocuk gibi, kocaman dalgaların üzerine atlamayı hayal ediyorum.  Ve gün geliyor, o kocaman dalgaların üzerinde sahile bakıp, sahile vuran minik dalgaların köpükleri ile dans eden sarı bukleli saçları ve pembe mayosu ile kendini dünyanın en mutlu insanı sayabilecek o kız çocuğunu görüyorum.

*

Yeğenimle Akatlar’daki bir Japon lokantasında yediğimiz öğle yemeğinden sonra Akmerkez’e yürüyerek gittiğimiz günlerden birinde, benim oradaki en favori yerlerimden biri olan Remzi Kitabevi’ne gittik.  Açıldığı günden beri oraya herhalde abartısız birkaç bin defa gitmiş ve birkaç bin kitap da almışımdır. 2019 yılında bir kısmını Lions Federasyonumuzun İzmir’deki merkezine bağışladığım kitaplarımın en az beşte birini oradan almışımdır.  Yıllar içinde kitapçının içindeki düzen değişikliklerini başlangıçta mutsuzlukla karşılasam da Akmerkez’deki Remzi Kitabevi benim en sevdiğim ‘aynılık’larımdan.  


Remzi Kitabevi’ne bu defa dergi almak için girmiştik.  Ben daha çok kitap insanıyım, çocukluk ve genç kızlık dönemlerimde 1970-1980’li yılların şartları nedeni ile dergiler özellikle merak dünyamı beslemiş olsa da internet dünyası nedeni ile dergi alma alışkanlığım eskisi kadar fazla değil.  O gün de, yeğenime bir dergi almak için kitabevine girmiş olsak da, kendime iki kitap almama rağmen, bir de Time dergisi almadan edemedim. Doğrusu, sayının kapağındaki “2019’un Dünya’daki En Harika 100 Yeri” başlığı da bunda etkili oldu. 

2 Eylül günü aldığım 2 Eylül sayısını ise bu sabah okudum.  Uzun zamandır bir dergiyi baştan sonra oturup okumamıştım.  Çocukluk yıllarımda Pazar sabahları apartman görevlimizin kapımıza bırakacağı Milliyet Çocuk dergisini okumak için kapmak için ağabeyimle erken kalkma karışına girdiğimizi, o heyecanı mutluluk ile hatırlıyorum. Bu sabah, uzun yıllardan sonra çok büyük keyif, merakla, esasında her ay en az bir defa satın aldığım Time Dergisini okudum.  Hani karıştırarak değil, uzun zamandır yapmadığım şekilde, kapağından başlayarak ilanları dahil sayfa sayfa okuyarak.



Mesela, 2 sayılı sayfaki fotoğrafı ve fotoğraf açıklamasını merakla okudum.  İleriki sayfalarda yer alan Amerikan hizmet sektörünün, garsonlarının yaşam zorluklarına dair bir hikayenin görseli beni üniversite yıllarımda yemek yediğim lokantalara, garsonlar ile yaptığım enteresan sohbetlere götürdü.  Genç tenisçi Coco Gauff’un hikayesini okurken bu yıl Wimbledon’da odağımın kadın değil erkek tenisçiler olduğunu fark ettim.  Federer ile Djokovic’in maçlarını takip etmiştim.  1990’ların ortalarında bileklerimdeki lif kopmaları ve sakatlıklar nedeni ile o günlerden beri elime tenis raketi almamış olsam da, bu iki tenisçinin eski maçlarını zaman zaman YouTube’dan seyretmek keyifli gelir.  Oysa şimdi bu yazıyı bitirir bitirmez ilk işlerinden biri Coco Gauff’un Venus Williams’ı yendiği maçı seyretmek olacak.  Gauff’un Şampiyona Simona Halep ile maçını seyretmek için aynı isteği duymasam da Simona Halep’i tenisçi olarak iyi tanımadığımı fark ediyorum.

Derginin içindeki farklı konular ile dünyalardan dünyalara geçerken dergi okumayı neden sevdiğimi hatırlıyorum.

Sayfa 44’e gelince beni yepyeni bir konu karşılıyor.  Ahtapot yetiştirme girişimlerine dair bir yazı zihnimde bambaşka görseller canlandırıyor.  Daha bir kaç gün önce kuzenlerinin Fethiye’de Şövalye Adası’ndaki lokantalarında yediğim deniz ürünleri tabağındaki iri ahtapot parçasının görüntüsü ile, İstanbul’daki ünlü Japon lokantalarından birinde yediğim ahtapot carpaccio tabağı gözümün önüne geliyor. Japonya’ya yaptığım farklı seyahatler ahtapot yemeyi hiç tercih etmediğimi düşünüyorum.  Sonra görüntüler değişiyor, Şövalye Adası’nda, elinde bir sopa ile Ada’nın farklı köşelerinde, sahilde balık avlayan komşulardan birinin torunu genç kız geliyor aklıma. Kalamalar, karides ve yengeçi değil ama ahtapot yemeyi gerçekten sevmediğimi İstanbul’daki dergiyi okurken fark ediyorum.  Ahtapot annelerin yavrularının yumurtadan çıkması ile biten ömürlerinin hikayesini ilk ne zaman öğrendiğimi hatırlamayı başaramıyorum.

*
Bugün İstanbul’da, dergi okumaktan keyif almayı hatırlıyorum.  İyi bir derginin farklı dünyaları güzel bir derleme ve seçki ile sunması hoş oluyor.  Jules Verne hikayeleri geliyor aklıma.  Bir dev ahtapot görüntüsü gözümde beliriverir gibi olsa da ben bir balonun üzerinde dergi yapraklarının üzerinde uçarak dünyayı geziyorum.  Dilerim bu keyfi sık sık alma şansım olur.

Güzel kelimelerin dünyasında güzel buluşmalar dileğiyle.
Çok sevgiler.

26 Aralık 2010 Pazar

SABIR


Yaşamda en çok sevdiğim şey olduğunu düşündüğüm yazı yazmaktan soğuduğum zamanlar oldu, unuttuğum zamanlar oldu. Eskiden. 2006 yılında beri ise Türkçe ve bazen de İngilizce olmak üzere dergilerde, gazetelerde yazılar yazıyorum. Milliyet Blog sitesinde ve kendi blogspot sitemde düzenli olarak yaşadıklarımı, bana faydası olduğuna inandığım teknikleri ve bilgileri paylaşıyorum. Bunları bugüne kadar beş tane Türkçe ve iki tane İngilizce kitapta derledim. Yazmak benim için önemli. Okunmayı tabii ki istiyorum. Ama fark ettiğim o ki ben yazdıkça yaşamımın bir sonraki sayfasını görebilir hale geliyorum. Yazdıkça sayfalar çevriliyor. Yani öncelikle kendim için yazdığımın farkındayım. Aralık ayının onunda elimdeki birçok dokümanı yitirdim. İstanbul’daki bilgisayarım arızalandığı için yanıma aldığım yedeklemeleri yaptığım hard diskimi kaybettim. Saatlerce aradım, sonrasında Lions kulüplerinin bir toplantısı için İzmir’e ve birkaç gün sonra da Konya’ya bir kulüp gezisi için gittim.

Gittim gitmesine de, önce İzmir’de 11 Aralık Cumartesi sabahı havalimanından çıkarken kar yağışı, Pazar günü ofiste yoğun bir çalışma günü, ertesi sabah Konya’ya başlayan yolculuk aşağı yukarı dört gün içinde uzun yıllardır olmadığı kadar ağır hastalanmama neden oldu. 39 derecelere çıkan ateş ile Konya’dan gezimizin tamamlandığı son günde sabah ilk uçak ile İstanbul’a döndüm. Fethiye’ye gitmeyi isteyen bir yanım vardı ama uzun zamandır hissetmediğim halsizliğim ile kendime bakabileceğimden emin değildim. İstanbul’da gerekirse bana bakabilecek annem vardı. İstanbul’a vardıktan sonra bir iki gün kendimde değildim. Annemi çok üzmemek için çok kısa süreli olarak, ayağa kalkacak hali yakalayabildiğimde üst kata çıkıyor, benim için yaptığı çorbayı içiyor. Tekrar yatıyordum. Tamamlayıcı tıp çalışmaları ile uzun yıllardır önce hobi sonraki yıllarda profesyonel olarak ilgileniyor ve danışmanlık yapıyordum. İlaç kullanmak önerdiğim bir şey değildi. Ancak Konya’ya uçacağım sabah hiçte iyi olmadığımın çok net farkındaydım. Esasında son bir iki haftadır oldukça yorgun olduğumu hissediyor, programımı biraz yavaşlatmakla beraber beni bekleyen farklı işler ile uğraşıyordum. Sanırım iradem ile yapmaya çalıştığım yavaşlama ruhum için pek de yeterli olmamıştı.

Ateşim birkaç gün inmedi. Bir yandan ateşin etkisiyle hiçbir şeyi düşünemeden yatıyor, bir yandan bu hastalık halinin bana söyledikleri karşısında üzülüyordum. Bu kadar yüksek ateş bana içimdeki kızgınlıkları gösteriyordu. Oysa eskiye göre, eski Zeynep’e göre çok daha hoşgörülü ve sevgi dolu değil miydim?
Yaşamın bir soğan gibi katman katman olduğuna dair benzetmeleri birçok hoca yapar. Gerçekten de soğanın merkezine doğru yapılan yolculukta her katman çok farklı olmakla beraber benzerlikler de içerir. Her katmanda çok farklı ama bir önceki katman ile benzerlik taşıyan özellikler vardır. Kendi ruhumu keşfederken bazen aynı görünen ama bambaşka deneyimleri yaşamak maceranın özelliklerinden biri olsa gerek.
Enerji çalışmaları ile birçok kişinin ağrılarının, sıkıntılarının geçmesine yardım edebilirken, bazen bitmeyecek, hatta sonsuz gibi gelen bir enerji ile çalışır ve koşarken, zihnimin yeni sınırlarına tosladığını ve aşmam gereken bir duvar ile karşılaştığımı kalkamayacak halde bir yatakta yatarken çok daha net olarak fark ediyordum. Aralık ayı karşımdaki duvarı gösterdiğinde öncelikle şaşırmış olmakla beraber yaşam maceramın beni biraz çaresiz hissettirmesi bir yandan hoşuma gitmişti. Yapbozun yeni parçaları vardı. Oyun hiçte sıkıcı olmayacaktı.

Akmerkez özellikle İstanbul’da Arnavutköy’e ailecek taşındığımız son 15-16 yıldır çok zaman geçirdiğim bir yer. İstanbul’un yeni modern ve dev çarşılarına göre çok az şeyin bulunduğu ufak bir çarşı. İçi yeni AVM’lere göre, artık AVM kelimesi o kadar çok kullanıyor ki alışveriş merkezleri için ben de kullanmaya başlasam diyorum, eski kalınca yenilediler ama neredeyse bir yılı aşkın süre şantiye gibiydi Akmerkezin içi. Gelen giden oldukça azaldı. 2010 yılının bu son günlerinde bembeyaz yenilenmiş hali ile, dış cephesi hale örtüler ile kaplı garip bir halde olsa da, insanları daha çok çekiyor. Akmerkez enteresan bir yerdir, bir mahalle gibi. Her gittiğinizde gördüğünüz insanlar vardır. Düşünmeden edemem, ben her gittiğimde oradaysa benden çok zaman geçiriyor olmaları gerekir. Gitmek için hep aynı gün ve saatleri seçtiğimizi düşünmek benim tesadüf yaklaşımı bile aşar sanırım. Akmerkez’de sıkça gittiğim iki yer S Cafe ve Starbucks’tır. Eskiden HomeStore’un kafesine de çok giderdim ama sonra siyah bir dekorasyon ile yenilendi ve şimdi tekrar başkalaşsa da ruhum mekândan soğudu sanki.

Başlığı “Sabır” diye koyarken esasında okurken bana sabretmenizi ima etmek istememiştim. Hastalanmaya başladığım günden bu yana geçen iki hafta benim için çok az yaptığım, kitap okumakta bile zorlandığım günler oldu. Son birkaç yıldır pek televizyon seyretmiyorum. Bir yıl kadar önce Digiturk sistemimde bir arıza olmuştu, üç dört ay kadar yaptırmamış ve evde hiç televizyon seyretmemiştim. Televizyonu anneme, akrabalarımıza veya arkadaşlarıma gittiğim zaman onlar seyrediyorsa o zaman seyrediyordum. O dört ay boyunca sonradan çıkan kitaplarım üzerinde çalışmak için zaman bulduğumu şimdi daha net fark ediyorum. Ancak zorlanmıştım. Gerçekten birkaç günde bir televizyon seyretmek isteği bir tiryakinin arayışı gibi kanımda yükseliyordu, sonra dayanabilsem geçiyordu. Elimdeki işe, yazıya, kitaba odaklanıyor ve çok da mutlu oluyordum. Bu yıl birkaç ay önce Digiturk’üm yine arızalandı. Kutuda bir arıza olduğu anlaşılıyordu. Bir süre televizyonu yine açmadım. Sonra sistemi kontrol etmek için açtığımda bir fark ettim ki televizyonun kendi anteni aTV, KanalD ve tabii ki TRT gibi kanalları gösteriyor. Arada bu kanalları seyretmeye başladım. Görüntü süper net değildi, ama zaten televizyonla daimi bir bağım yoktu zaten. Bu son hastalığım sırasında annem sağolsun biraz gözlerimi açmaya başladığımda evde sıkılmamam için Digiturk servisi aramış, birkaç saat içinde geldiler ve tahmin ettiğim gibi Digiturk kutumu değiştirerek beni televizyon dünyası ile buluşturdular.

Sonraki bir hafta hard diskimin ve içindeki binlerce doküman ile birlikte yeni bitirdiğim bir kitabımı da benden koparınca kitap ve yazıdan sanki kaçar bir halde buldum kendimi. Kimi günler geceden sabaha kadar film ve dizi izlerken buldum kendimi. Eskiden severek seyrettiğim NCIS gibi dizileri izlerken, yerli dizileri izlerken. Haber programlarımı, magazin programlarını izlerken. Televizyonun karşısında oturacak halim olmadığı için kanepede uzanarak seyrettiğim programlar yaşamımda pek başka bir şeye yer bırakmıyordu. Unutmuştum, televizyonun insanı hipnotize eden, paralize eden bir yönü vardı. Televizyon açık ise başka bir şey yapma isteği ile harekete geçmek pek de kolay olmuyordu. Beş altı yıldır yayında olduğunu öğrendiğim televizyon evlilik programları ile ise Aralık ayının başında gündüzleri annemi görmek ve dinlenmek için uğradığımda tanışmıştır. Beş altı yıldır yayınlanıyorlarmış, ben ise yeni tanışıyordum. Ancak özellikle Konya’dan döndükten sonra o kadar halsizdim ki zihnimin her türlü gerçeklikten kopmak ve derinlemesine dinlenmek istediğinin farkındaydım.

Beş yıldır neredeyse haftada birkaç yazı hazırlıyorum. Neredeyse her gün birşeyler yazıyorum. Kimileri gündelik yazılar, kimileri bir kitap için, kimileri bir sosyal sorumluluk projesi için. Özellikle son beş yıldır yazmayı ne kadar çok sevdiğimi net olarak keşfettikçe kendimi yazıdan ayırmadım, ayıramadım. Beş yıldan beri beni şaşırtan şekilde son on günde sanki bir daha hiç yazı yazmak istemeyecekmişim gibi bir ruh hali sarmıştı içimi. Beni üzen ve korkutan bir his. İçinden çıkamadığım bir his. Topu topu on gün diyeceksiniz belki ama yazı yazmak nefes almak gibi bir şey oldu benim için son beş yıldır. Nefes almadan yaşanır mı?

Ve ne olduysa dün kötü büyü bozuldu. Öncelikle kalktım Akmerkez’e gittim – şu anda Akmerkez’de olduğuma göre geldim mi demeliyim? – Teknosa’ya uğradım ve bir bilgisayar aldım. Bilgisayarım kurulumunda çıkan garip aksaklıklar ile akşam saat dokuz civarında eve getirebildim bilgisayarı. Masaya koydum, açtım. Kullanmadım ama açtım. Gece saat gece yarısını geçmişti ki televizyonda Konya Sille’yi gösteren bir gezi programına katıldı gözüm ve her ne olduysa yerimden kalktım ve yazmaya başladım. Gece yattığımda saat sabah üçe yaklaşıyordu. Sabah dokuz civarında uyandım, yine bilgisayarımı açtım, gece yazdığım yazıyı düzelttim ve blog sitelerimde yayınladım. Yeni bilgisayarıma tam hakim olmadığım için çektiğim fotoğraflardan yüksek çözünürlükte olanları sitenin bir tanesine ekleyebildim, diğer ebadını küçültmemi gerektiriyordu, yapamadım ve sadece yazıyı yükledim. Zeynep geri döndü, demek geldi içimden ve dudaklarımdan döküldü. “Zeynep geri geldi.”
Zaman zaman oturduğum yerde etrafımdaki görüntülerin netleştiği, sanki ışıkların yandığı, renklerin parlaklaştığı olur. Zaman zaman özellikle enerji çalışmaları ile uğraşmaya başladığımdan beri ruhumun, enerjimin bedenimi yalnız bırakarak başka dünyalara hareket ettiğini hissettiğim olur. Zihnim istediği halde bedenim isteklerime oldukça az cevap verir bu zamanlarda. Nereye gittiğimi ve nereden döndüğümü bilmediğim yolculuklardır bunlar. Bazen ipuçları olsa da çoğunlukla bilinmezleri ile beni şaşırtan yolculuklar.

Bu 26 Aralık günü, parmaklarımın altında yeni Toshiba bilgisayarım, Akmerkez Starbucks’ta otururken geri geldiğimi hissediyorum. Neredeydim bilmiyorum, ama Akmerkez’in iç mekânlarının beyaz yer kaplamalarının, beyaz yuvarlak sütunlarının, beyaz duvar kaplamalarının parmaklığını fark ediyorum, hissediyorum. Bugün dün bilgisayarımı almak için geldiğim iki defadan çok. Kendimi iyi hissetmeye başladığımda dışarı çıkmak için geldiğim altı gün önceden çok. Renkleri tekrar görmeye başlıyorum.

“Bu da geçer, sen mutlu olmaya bak,” diyen hocamın sözleri zihnimde dolanırken yüzümdeki gülümseme Mirzakarim Norbekov önerdiği için değil. Ben gülmeyi zaten seviyorum. Geri dönmeye başladığım için seviniyorum. Söylemek istediğim sözcükleri bulabilmek için zihnimden boşalmak isteyenleri yazmaya sabretmem gerekiyor. Sabır öğrenmekte zorlandığım ama bir o kadar ihtiyacım olan önemli bir ders olarak yanımda gezinmeye devam ediyor.

Bir bakarsınız sabreden derviş muradına ermiş…

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Ses ve Sessizlik


Şövalye Adası’ndayım, Fethiye’de. Ve kulağıma Londra metrosundaki trenlerin sesleri geliyor. Denizden ılık bir rüzgâr esiyor, sanki saçlarım metronun içindeki rüzgâr ile dalgalanıyor, sıcak. Yer, zaman karışıyor. Ya da belki de birleşiyor. Ege ile Akdeniz’in birleştiği yerde küçük bir adada tuvalin karşısına oturuyorum. Dalgalar bakıyorum ve ruhumun istediği renklere gidiyor elim. Sabah akşam oluyor, akşam sabah. Zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyorum. Yavaşlamak istiyorum, yavaşlıyorum, ne kadar başarabileceğimi bilemeden.

Klimanın sesi var, buzdolabının sesi var. Geçen teknelerin farklı sesleri, cırcır böceklerinin sesi, dalgaların sesi, rüzgârın ve komşuların evlerinden gelen sesler. Mırıldandığım şarkının sesi, rüzgârda düşen yaprakların sesi, bahçe hortumundan gelen ses, otlarından arasından beklenmedik çıtırtı. Klavyenin sesi, çaydanlıkta kaynayan suyun sesi. Burada sessizlik hâkim, tüm seslerin ayrı ayrı kendini gösterebildiği.



Kalabalık ortamlar beni çok rahatsız etmez. Mesela Akmerkez’in içindeki Remzi Kitabevi’nin kafesinde kışın bir Pazar günü kalabalığın içinde kitabımı elim alıp çok rahat okuyabilirim. Sesler sanki o kalabalığın içinde farklı bir sessizliğe dönüşür, dalar giderim. Şövalye Adası benim için sessizliğin içinde kuşların böceklerin dalgaların kendilerini net olarak hatırlattıkları farklı bir sakinliği tarif eder. Belki Göcek’te teknenin yanaştığı sakin bir koyda daha derin bir sessizlik vardır, ya da Çelikhan’da Çat Barajı’nın kretinin üzerinde sadece rüzgârın sesi duyulurken. Ama bu günlerde yakaladığım en koyu sessizlik bu adada oluyor. Fethiye karşımda dağlara doğru ve ovada uzanmış ne kadar da huzurlu ve sessiz. Şehre inmeyi özlemiyorum, buradayken sanki sonsuza kadar balkonda ya da bahçede, ya da salıncakta oturabilirim. Yalnız hissettirmeyen bir yalnızlığı var bu adanın, beni hep dolu hissettiren. Ben de mi bir şey var, yoksa bu adada mı?



Tuvalin başında da yalnız hissetmem ben, ne kadar uzun süredir yalnız olursam olayım. Günler ve saatler geçer fark etmem, tuvaller kurumak üzere dizilmeye başar müsait duvarlar. Zamanın geçişini tuvallerden anlarım. Boyalarım ve boş tuvallerim bitmez. Kendimi bilirim ve oldukça paylı miktarda bulundururum her şeyden. Başladım mı durmak zor olur. Yazmaya başlayınca defterde boş sayfanın bitmesi veya bilgisayarın pilinin aniden tükenivermesi nasıl çaresiz bırakır insanı, aynen öyle. Yok, daha beteri. Yazıda gelen ilham da hassastır ama resim yapmanın bana gerektirdiği ruh haline girmem kolay olsa da çıkmam kolay olmaz. İçimden çıkması gerekenleri bitiremezsem büyük huzursuzluk yaşarım.



Ada’ya gittiğim zamanlarda anlarım oraya gitmeye ne kadar ihtiyacım olduğunu. Kalabalıklarda yakaladığım sessizliklerin emek istediğini o zaman anlarım. Gerçek sessizliğin huzuru ruhumun yaralarını sarar sanki.

4 Haziran 2009 Perşembe

Kitaplar Soru Sorar


Kitapların hayatımda her zaman önemli bir yeri oldu. Hiçbir zaman bir kitabımı atamadım. Yıllar önce ödünç verdiğim ve geri gelmeyen kitaplarımı bile aklıma geldikçe özlerim. Aynı kitabın başka bir nüshasını gidip alabilirim ve bunu yapıyorum da. Ama sanki kendim için satın alıyorsam o kitap ile aramda bir bağ oluyor.

Bu arada ben kitap alarak hediye etmeyi çok severim. Okullara kitap bağışlarım. Kitapların bizlere ayrı kapılar ve dünyalar açtığına inanırım. Ve kitapları yakınımda isterim.

Seyahatlerde, bir iki saatlik uçak yolculuklarında bile yanımda birkaç kitap olmazsa sanki rahat edemem. Uzun yolculuklarda bu daha zordur. Son Japonya yolculuğunda yok valizimde, sırt çantamda el çantamda erken sekiz tane kitap almışım yanıma. 30 kg bagaj hakkımın en aç birkaç kilosu kitaplara ve yanıma aldığım defterlere gitti anlayacağınız. Dönüşte, aldığım piyano notaları ile birlikte mevcutlara on kadar yeni kitap ilave oldu. Kitaplar beni mutlu ediyor.

Yalnız eskisi kadar kitap almıyorum artık. Kişisel gelişim ve tamamlayıcı tıp ile ilgilenmeye başladığım günlerde farklı bir kitap alma çılgınlığı içindeydim. İstanbul’da Akmerkez’in içinde Remzi Kitabevi vardır. Oraya İstanbul’da her gün olmasa bile en az bir iki günde bir uğrardım. Hala o kadar sık olmasa da giderim, özellikle Remzi Kitabevi’ne uğramak için. Kitapların yanında ve yakınında mutlu hissediyorum. Tarif etmesi zor bir şey.

O günlere geri dönersem özellikle Remzi’den ama neredeyse içine her girdiğim kitapçıdan Türkçe İngilizce beş altı kitap almadan çıktığım olmuyordu. Kimi günler üç dört poşet dolusu kitap ile eve gittiğim oluyordu. Okuma hızım kitap alma hızımı yakalayamıyordu. Bir yandan her bulduğum fırsatta kitap okuyor, neredeyse iki günde bir kitap bitiriyordum. Bazen birkaç kitabı bir arada okuyordum. Eskiden bana çok yabancı ve uzak gelen bir dünyanın kapıları aralanmıştı. Bilmediğim çok şey olduğunu hissediyor ve öğrenmek istiyordum.

Bir iki yıl aşağı yukarı bu şekilde geçti. Bir gün yine böyle bir alışveriş sonrasında Akmerkez’de bir hocam ile karşılaşmıştım Sonrasında o kitapevinin içindeki kafede oturmuş birer kahve içmiştik. Konuşmanın sonralarına doğru hocam “Zeynep istersen biraz kitap almaya ara ver,” dedi. Doğrusu bu hiç beklediğim bir yorum değildi.

“Kitaplar sadece soru sorar. Kitaplar yazarların sorularıdır aslında.”

Hadi canım olur mu öyle şey diye geçirmiştim içimden. “Cevaplar kitaplarda değil, içinde. Boşuna kitaplarda arama.”



Düzenli olarak yazı yazmaya başladıktan sonra, yani aradan beş altı yıl geçtikten sonra bu sözler bana bir anlam ifade edecekti. Yazarken yazdıkça duymam gerekenleri yazdığımı fark edecektim. Hemen olmasa da, kimi zaman bir şeyleri düşünürken birkaç ay ya da birkaç yıl önce yazdığın şeylere bakarken, sanki başka birinin yazılarını okuyor gibi hissederek aradığım cevapları bulacaktım. Yazmanın benim kendi cevaplarımı bulma yolum olduğunu anlamam için birkaç yılın daha geçmesi ve yüzlerce sayfa daha yazmam gerekecekti.

Cevapların yerine göre içimden ve kaynağı belli olmayan bir yerden gelebileceği bilgisini kabul etmen, olağan kabul etmem için de birkaç yıl geçmesi gerekti. Kitap okumayı hala çok seviyorum. Ancak eskisi gibi bir iki günde bir kitap bitirmiyorum artık. Kimi günler bir günde bir kitabı başlayıp bir İstanbul-Fethiye uçuşunda bitirdiğim oluyor. Kimi günlerde birkaç kitap aynı anda elimde yudum yudum okunuyor.

Kendi kitaplarıma gelince, ki ara ara kendi kitaplarımı da döner okurum, her seferinde istisnasız başka bir kişinin yazılarını okuduğumuz düşünürüm. Konular ve hikâyeler çok tanıdık ve bana ait, ama sanki yazan ben değilim. Sanki ilk defa okuyormuşum gibi hissederim neredeyse ezbere bildiğim bazı satırları. Başka yazarları okurken yaşadığım bu hissi kendi kitaplarımı okurken de yaşarım.

Sormaya devam ediyorum o zaman. Ve bunun için yazmaya, öncelikle kendim için. Ve bir de bu güne kadar başka kitaplarda bulduğum ipuçlarının bazılarını sizlerde benim yazdıklarımda bulursunuz diye.

17 Ocak 2009 Cumartesi

Zahrad dedi ki "Işığını Söndürme Sakın"


Zahrad'ın şiirlerini okumak geldi bugün içimden, ve ne kadar oldu diye düşündüm, Zahrad öleli ne kadar oldu? Neredeyse iki yıl.

...


Amsterdam’dan gelen bir e-posta ile başladı hikâye. Lise ve üniversite yıllarından en yakın arkadaşım eşinin amcasının vefatını haber veriyordu. Bir arkadaşımın acısı benimde yüreğimde her zaman sızlar. Ama ya ölen ZAHRAD’sa?





ZAHRAD kim midir?
Ben 21.Mart.2005 günü tanıştım Zahrad ile, Zareh Yaldızcıyan ile. Zahrad arkadaşımın amcasıdır. Zahrad şiirleri yirmibeş dile çevrilmiş, ödüller almış, nişanlar ile onurlandırılmış, hayatını şiire adamış bir şairdir. 2007 yılının Şubat ayında Zahrad’ı kaybettik.

Ben Zahrad’ı bir kere ziyaret edebildim ve sanırım sadece bir iki kere de telefonda konuşabildim; ama hayatımızdan geçen ama iz bırakan insanlar vardır ya, Zahrad’da böyle oldu benim için.

Hikâye 2005 yılından bir iki yıl önce başladı esasında. Arasında Zahrad’ın yeğeninin de olduğu arkadaşlarım ile çıktığımız bir mavi yolculuk gezisine bir araya toplamayı başardığım şiirlerimi de getirmiştim. Arkadaşlarıma okutmak, düşüncelerini almak istemiştim. O zaman Zahrad’ın yeğeni - ben Zahrad’ın varlığını o zaman bilmiyordum henüz – “Seni amcam ile tanıştırayım ben” dedi. “Ünlü bir şairdir esasında O.

Ve derken karşıma Zahrad ile ilgili şeyler çıkmaya başladı. Ve aradan en az bir yıl geçmişti ki sanırım, dayanamadım ve “Tanıştırır mısın beni amcanla” dedim Arek’e. Hemen kabul etti ve dedi ki “bugünlerde bir de şiir kitabı çıkmış bir şiir serisinde.” Hemen atıldım “Adam Yayınlarının Şiir Klasikleri serisinde mi?” diye. Arek bana o kitabı ve diğer bir kitabını daha okumam için verdi. Bu kitaplar hala bende ve geri verilmeyi bekliyorlar. Ancak, bir kitap benim olmayınca beni bir huzursuzluk alır, bana ait olması arzusu beni rahat bırakmaz. Ben de Adam Yayınlarının o şiir serisinin neredeyse tamamı vardı. Kumaş ciltli, kapaklı muhteşem kitaplardı. Sheakespeare’dan Walt Witman’a , Özdemir Asaf’tan ve Orhan Veli’ye yerli ve yabancı üstat şairlerin eserlerinin yer aldığı 10-15 kitaplık bir seri. Ancak Zahrad’ın ki yoktu bende. Zahrad’ın bu seride yer aldığını fark etmemiştim. Hemen Akmerkez’deki Remzi Kitabevi’ne koştum. Seri oradaydı ama Zahrad’ın kitabı ellerinde kalmamıştı. Hemen getirttim. Sıra kitabını imzalatmaya gelecekti yakında.




***

ZAHRAD kimdir?
Şiiri yaşayan, yaşamını şiir olarak yaşayan bir insan. Söylemek istediklerini, bir romanı şiirin dizelerine sığdırabilmek için uğraş veren bir savaşçı. Narin bir savaşçı. Zahrad’ı anlatmak bana düşmez sanırım ama Zahrad’ın bana yaşattıklarını söylemeye hakkım var ve söylemek zorundayım.

Ortaokul yıllarından beri şiir benim için hayatımdaki en önemli şeylerden biri oldu. Sanırım yaşamda düşünceleri aktarmakta zorlanmıyordum ama duygulara gelince iş, hissettiklerimizi ifade etmekte engellerimiz vardı. Yani uzun uzun değil kısa kısa, kısacıkta uzun uzun anlatma arzusu. Söylemeden söylemek arzusu. Şiir benim için böyle bir şeydi. Ancak, Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’ne başladığım 1981 yılından beri içimde olan şiir ateşi sönmek üzerindeyken yetişti Zahrad; ve içimde tekrar yazma arzusunu uyandırdı. Doğru yaptığımı hissettirdi bana. Şiire bir yaşam bile adanabiliyordu.

Zahrad’ın şiirleri yaşamın içindeki çocuksu tadı ve bir o kadar da yaşamdaki ince hüznü tarif ediyor bana. Yaşamın özüne dokunuyor.
86 kısacık dize ile anlatıyor tüm yaşamını ÖZGEÇMİŞ adlı şiirinde. Belki biraz bizi de anlatıyor.

Okumak gerek, nasıl bakmış Zahrad yaşama. O kadar çok şiiri var ki sevdiğim tekrar tekrar okuduğum.
REDDİYE, KERTENKELE, İHTİYAT …

Ya da şehirlere dair şiirleri. LONDRA, FLORANSA, RİO, AMSTERDAM, ŞİRAZ, KAHİRE, TEL-AVİV. Altı yedi satırda bir şehrin ruhu seriliyor gözleriniz önüne.
Dört, beş sayfada devri âlem.

Ya da Zahrad’ın içindeki çocuk konuşur VELET şiirinde olduğu gibi:

Mahallenin velediyim
- zillerinizi çalarım
ve siz açıncaya dek kapıyı
pırr… ben kirişi kırarım –
bakarsınız – kimse yok

Mahallenin velediyim – bilirim
öyle tak eder ki canınıza
öyle fitili almış – basarsınız ki kalayı
bir pirelenmeyegörün benden
hiç dinlemez – bozarsınız façamı

Mahallenin velediyim – yine de
çaldığımda kapınızı
görürüm ki – iyiye yorarsınız hep-
umutlarla coşkularla hummalı
kim bu diye
bir hoş
koşarsınız kapıya

o umut
ve o düş anı
olası mutluluk anı kısacık
ki bir an olsun renge boğar
ışıtır
tekdüze yaşantınızı
- mahallenin velediyim – bana borçlusunuz
Siz o hazzı

***

Beni ne daha çok etkilemişti bilmiyorum. 80 küsur yıllık yaşamını şiire adaması mı, şiirden bahsedince gözlerinin nemlenmesi ama aynı zamanda ışıldaması mı, zarafeti, yumuşaklığı, konuşmasındaki çocuksu neşenin tadı mı, yoksa derinde ama sanki doğduğu günden beri kendisinde olduğu hissini veren hüzün mü? Bir iz bıraktı bende Zahrad; sanki küllenmiş olan yazma isteğimi tekrar alevlendirdi.

***
Okumanız gerek, anlatmam zor. Ancak belki de en çok okuduğum, söylediğim şiirlerin biri olduğu için ISLAK’ı paylaşmadan geçemeyeceğim. Biz nelere “ıslak” diyoruz acaba?

***
ISLAK

Ne varsa güzeldir
yuvarlak olan
kendiyle başlar çünkü
kendiyle biter

oysa öyle minnacık ki yengeç
bilmez
dünyanın yuvarlak olduğunu

Sorarsanız
ıslak der.


***

Zahrad’ın Adam Yayınlarından çıkan kitabının adı “Işığını Söndürme Sakın”.
Ne mutlu iz bırakanlara ve iz bırakarak meşalelerin yanmaya devam etmesini sağlayanlara.

Ben Zahrad’ı sadece bir kere gördüm. Ancak sadece ismi bile, şair olarak seçtiği isim bile ruhuma dokunuyor. Zamanla ölçülmez insanların bizde bıraktığı izler; sözcükler bizi sonsuzluğa taşıyor.

Zahrad ölmüş dediler, ama bana öyle gelmiyor.