İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
okumak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
okumak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Eylül 2019 Çarşamba

Gönlünüz Ne Çeker? Tenis, Ahtapotların Dünyası ya da Kimbilir Hangi Sürpriz Hikayeler

Doğduğum günlerden bugüne kadar Dünya’da öğrenecek, keşfedecek, farkına varılacak şeylerin takibi zor çoğalması karşısında bir yandan heyecanlanırken, yaşama dair öğrenme zamanımın kısıtlılığının farkına varmak bende bir hüzün hissini canlandırıyor.  Mimar Sinan gibi 99 yaşına kadar yaşayabileceğimi hayal ettiğimde bile ömrümü yarılamış durumdayım.  Yarının ne getireceğini kestiremediğimiz bu yolculukta, benden önce yaşamış ve muhtemelen benden sonra da yaşayacak milyonlarca insan gibi zaman zaman yaşamın, yaşamın anlamını ve bu Dünya’da ne yaptığımız kadar neyi yapmamızın, nasıl yaşamanın doğru olduğunu sorguluyorum.

Sorgulamak insan olmanın bir parçası.  Ben de içinde doğduğum ikizler burcunun değişken özelliklerini taşıyarak, farklı zamanlarda farklı duygular, farklı kaygılar ya da coşkular ile bu macerayı yaşıyorum. Aynılıktan ve bilinenin güvenli gücünden zevk alırken, bilinmeyene, yeniliklere ve getirdiklere heyecana koşmayı da bir o kadar seviyorum.  

Bir Temmuz öğleninde, denizin kenarında sahile vuran minik dalgalara ayağını biraz değdirip geri kaçan ve onu izleyen annesine gülücükler gönderip minik kahkahalar atan beş yaşında bir çocuk gibi, kocaman dalgaların üzerine atlamayı hayal ediyorum.  Ve gün geliyor, o kocaman dalgaların üzerinde sahile bakıp, sahile vuran minik dalgaların köpükleri ile dans eden sarı bukleli saçları ve pembe mayosu ile kendini dünyanın en mutlu insanı sayabilecek o kız çocuğunu görüyorum.

*

Yeğenimle Akatlar’daki bir Japon lokantasında yediğimiz öğle yemeğinden sonra Akmerkez’e yürüyerek gittiğimiz günlerden birinde, benim oradaki en favori yerlerimden biri olan Remzi Kitabevi’ne gittik.  Açıldığı günden beri oraya herhalde abartısız birkaç bin defa gitmiş ve birkaç bin kitap da almışımdır. 2019 yılında bir kısmını Lions Federasyonumuzun İzmir’deki merkezine bağışladığım kitaplarımın en az beşte birini oradan almışımdır.  Yıllar içinde kitapçının içindeki düzen değişikliklerini başlangıçta mutsuzlukla karşılasam da Akmerkez’deki Remzi Kitabevi benim en sevdiğim ‘aynılık’larımdan.  


Remzi Kitabevi’ne bu defa dergi almak için girmiştik.  Ben daha çok kitap insanıyım, çocukluk ve genç kızlık dönemlerimde 1970-1980’li yılların şartları nedeni ile dergiler özellikle merak dünyamı beslemiş olsa da internet dünyası nedeni ile dergi alma alışkanlığım eskisi kadar fazla değil.  O gün de, yeğenime bir dergi almak için kitabevine girmiş olsak da, kendime iki kitap almama rağmen, bir de Time dergisi almadan edemedim. Doğrusu, sayının kapağındaki “2019’un Dünya’daki En Harika 100 Yeri” başlığı da bunda etkili oldu. 

2 Eylül günü aldığım 2 Eylül sayısını ise bu sabah okudum.  Uzun zamandır bir dergiyi baştan sonra oturup okumamıştım.  Çocukluk yıllarımda Pazar sabahları apartman görevlimizin kapımıza bırakacağı Milliyet Çocuk dergisini okumak için kapmak için ağabeyimle erken kalkma karışına girdiğimizi, o heyecanı mutluluk ile hatırlıyorum. Bu sabah, uzun yıllardan sonra çok büyük keyif, merakla, esasında her ay en az bir defa satın aldığım Time Dergisini okudum.  Hani karıştırarak değil, uzun zamandır yapmadığım şekilde, kapağından başlayarak ilanları dahil sayfa sayfa okuyarak.



Mesela, 2 sayılı sayfaki fotoğrafı ve fotoğraf açıklamasını merakla okudum.  İleriki sayfalarda yer alan Amerikan hizmet sektörünün, garsonlarının yaşam zorluklarına dair bir hikayenin görseli beni üniversite yıllarımda yemek yediğim lokantalara, garsonlar ile yaptığım enteresan sohbetlere götürdü.  Genç tenisçi Coco Gauff’un hikayesini okurken bu yıl Wimbledon’da odağımın kadın değil erkek tenisçiler olduğunu fark ettim.  Federer ile Djokovic’in maçlarını takip etmiştim.  1990’ların ortalarında bileklerimdeki lif kopmaları ve sakatlıklar nedeni ile o günlerden beri elime tenis raketi almamış olsam da, bu iki tenisçinin eski maçlarını zaman zaman YouTube’dan seyretmek keyifli gelir.  Oysa şimdi bu yazıyı bitirir bitirmez ilk işlerinden biri Coco Gauff’un Venus Williams’ı yendiği maçı seyretmek olacak.  Gauff’un Şampiyona Simona Halep ile maçını seyretmek için aynı isteği duymasam da Simona Halep’i tenisçi olarak iyi tanımadığımı fark ediyorum.

Derginin içindeki farklı konular ile dünyalardan dünyalara geçerken dergi okumayı neden sevdiğimi hatırlıyorum.

Sayfa 44’e gelince beni yepyeni bir konu karşılıyor.  Ahtapot yetiştirme girişimlerine dair bir yazı zihnimde bambaşka görseller canlandırıyor.  Daha bir kaç gün önce kuzenlerinin Fethiye’de Şövalye Adası’ndaki lokantalarında yediğim deniz ürünleri tabağındaki iri ahtapot parçasının görüntüsü ile, İstanbul’daki ünlü Japon lokantalarından birinde yediğim ahtapot carpaccio tabağı gözümün önüne geliyor. Japonya’ya yaptığım farklı seyahatler ahtapot yemeyi hiç tercih etmediğimi düşünüyorum.  Sonra görüntüler değişiyor, Şövalye Adası’nda, elinde bir sopa ile Ada’nın farklı köşelerinde, sahilde balık avlayan komşulardan birinin torunu genç kız geliyor aklıma. Kalamalar, karides ve yengeçi değil ama ahtapot yemeyi gerçekten sevmediğimi İstanbul’daki dergiyi okurken fark ediyorum.  Ahtapot annelerin yavrularının yumurtadan çıkması ile biten ömürlerinin hikayesini ilk ne zaman öğrendiğimi hatırlamayı başaramıyorum.

*
Bugün İstanbul’da, dergi okumaktan keyif almayı hatırlıyorum.  İyi bir derginin farklı dünyaları güzel bir derleme ve seçki ile sunması hoş oluyor.  Jules Verne hikayeleri geliyor aklıma.  Bir dev ahtapot görüntüsü gözümde beliriverir gibi olsa da ben bir balonun üzerinde dergi yapraklarının üzerinde uçarak dünyayı geziyorum.  Dilerim bu keyfi sık sık alma şansım olur.

Güzel kelimelerin dünyasında güzel buluşmalar dileğiyle.
Çok sevgiler.

4 Haziran 2009 Perşembe

Kitaplar Soru Sorar


Kitapların hayatımda her zaman önemli bir yeri oldu. Hiçbir zaman bir kitabımı atamadım. Yıllar önce ödünç verdiğim ve geri gelmeyen kitaplarımı bile aklıma geldikçe özlerim. Aynı kitabın başka bir nüshasını gidip alabilirim ve bunu yapıyorum da. Ama sanki kendim için satın alıyorsam o kitap ile aramda bir bağ oluyor.

Bu arada ben kitap alarak hediye etmeyi çok severim. Okullara kitap bağışlarım. Kitapların bizlere ayrı kapılar ve dünyalar açtığına inanırım. Ve kitapları yakınımda isterim.

Seyahatlerde, bir iki saatlik uçak yolculuklarında bile yanımda birkaç kitap olmazsa sanki rahat edemem. Uzun yolculuklarda bu daha zordur. Son Japonya yolculuğunda yok valizimde, sırt çantamda el çantamda erken sekiz tane kitap almışım yanıma. 30 kg bagaj hakkımın en aç birkaç kilosu kitaplara ve yanıma aldığım defterlere gitti anlayacağınız. Dönüşte, aldığım piyano notaları ile birlikte mevcutlara on kadar yeni kitap ilave oldu. Kitaplar beni mutlu ediyor.

Yalnız eskisi kadar kitap almıyorum artık. Kişisel gelişim ve tamamlayıcı tıp ile ilgilenmeye başladığım günlerde farklı bir kitap alma çılgınlığı içindeydim. İstanbul’da Akmerkez’in içinde Remzi Kitabevi vardır. Oraya İstanbul’da her gün olmasa bile en az bir iki günde bir uğrardım. Hala o kadar sık olmasa da giderim, özellikle Remzi Kitabevi’ne uğramak için. Kitapların yanında ve yakınında mutlu hissediyorum. Tarif etmesi zor bir şey.

O günlere geri dönersem özellikle Remzi’den ama neredeyse içine her girdiğim kitapçıdan Türkçe İngilizce beş altı kitap almadan çıktığım olmuyordu. Kimi günler üç dört poşet dolusu kitap ile eve gittiğim oluyordu. Okuma hızım kitap alma hızımı yakalayamıyordu. Bir yandan her bulduğum fırsatta kitap okuyor, neredeyse iki günde bir kitap bitiriyordum. Bazen birkaç kitabı bir arada okuyordum. Eskiden bana çok yabancı ve uzak gelen bir dünyanın kapıları aralanmıştı. Bilmediğim çok şey olduğunu hissediyor ve öğrenmek istiyordum.

Bir iki yıl aşağı yukarı bu şekilde geçti. Bir gün yine böyle bir alışveriş sonrasında Akmerkez’de bir hocam ile karşılaşmıştım Sonrasında o kitapevinin içindeki kafede oturmuş birer kahve içmiştik. Konuşmanın sonralarına doğru hocam “Zeynep istersen biraz kitap almaya ara ver,” dedi. Doğrusu bu hiç beklediğim bir yorum değildi.

“Kitaplar sadece soru sorar. Kitaplar yazarların sorularıdır aslında.”

Hadi canım olur mu öyle şey diye geçirmiştim içimden. “Cevaplar kitaplarda değil, içinde. Boşuna kitaplarda arama.”



Düzenli olarak yazı yazmaya başladıktan sonra, yani aradan beş altı yıl geçtikten sonra bu sözler bana bir anlam ifade edecekti. Yazarken yazdıkça duymam gerekenleri yazdığımı fark edecektim. Hemen olmasa da, kimi zaman bir şeyleri düşünürken birkaç ay ya da birkaç yıl önce yazdığın şeylere bakarken, sanki başka birinin yazılarını okuyor gibi hissederek aradığım cevapları bulacaktım. Yazmanın benim kendi cevaplarımı bulma yolum olduğunu anlamam için birkaç yılın daha geçmesi ve yüzlerce sayfa daha yazmam gerekecekti.

Cevapların yerine göre içimden ve kaynağı belli olmayan bir yerden gelebileceği bilgisini kabul etmen, olağan kabul etmem için de birkaç yıl geçmesi gerekti. Kitap okumayı hala çok seviyorum. Ancak eskisi gibi bir iki günde bir kitap bitirmiyorum artık. Kimi günler bir günde bir kitabı başlayıp bir İstanbul-Fethiye uçuşunda bitirdiğim oluyor. Kimi günlerde birkaç kitap aynı anda elimde yudum yudum okunuyor.

Kendi kitaplarıma gelince, ki ara ara kendi kitaplarımı da döner okurum, her seferinde istisnasız başka bir kişinin yazılarını okuduğumuz düşünürüm. Konular ve hikâyeler çok tanıdık ve bana ait, ama sanki yazan ben değilim. Sanki ilk defa okuyormuşum gibi hissederim neredeyse ezbere bildiğim bazı satırları. Başka yazarları okurken yaşadığım bu hissi kendi kitaplarımı okurken de yaşarım.

Sormaya devam ediyorum o zaman. Ve bunun için yazmaya, öncelikle kendim için. Ve bir de bu güne kadar başka kitaplarda bulduğum ipuçlarının bazılarını sizlerde benim yazdıklarımda bulursunuz diye.

31 Ocak 2009 Cumartesi

"Yaratma Cesareti"nden Duyma Cesaretine



Rollo May’in “Yaratma Cesareti” benim için zamansız kitaplardan. İlk defa 1992 yılında Türkçesi’ni okumuştum. Geçenlerde bende İngilizcesi’nin de olduğunu fark ettim. Kim bilir ne zaman almışım. Yüzlerce satırının altını çizdiğim Türkçesi’ni bulmayı tercih ederdim. Görmeyi arzuladığım satırların başka bir dilde izini sürmeye çalışıyorum. Ve bu bana bir huzursuzluk veriyor. Yiyeceğini arayan aç bir kurt gibi beni doyuracak kelimeleri arıyorum. Çok bildiğim satırlar farklı yapraklarda sanki benimle oynuyor ve saklanıyorlar.

Alıp okumadığım kitaplar da var. Caroline Bongrand’ın “Boğaz Çocuğu” nu belki 3 yıl önce almışım, ve nasıl olup da saklanmış evimdeki büyük kütüphanenin köşesine. Oysa gün gibi hatırlıyorum kitabı aldığım günü. Bu kitap ile arama nasıl bu kadar uzun zaman girebildi?

Bulamıyorum, iki gündür okumayı istediğim kitabı bulamıyorum. Deniyorum. Eskiden sevdiklerimi, yenilerden sevdiklerimi, romanları, şiirleri, kişisel gelişim kitaplarını – yok okumak istediğim kitabı bulamıyorum; içimde bir huzursuzluk bıkmadan usanmadan deniyorum.

Ben neyi arıyorum?



Meditasyon odasında ortada yanan mumun etrafında halka şeklinde iskemleler dizilmişti, iskemlelerin önünde yerde oturmak isteyenler olursa diye de minderler. Çember şeklinde dizilmiş ve ortalık sessiz. Dışarıdan gelen sesler çok az ama net olarak duyuluyordu. İçeri girenler beğendikleri bir yere oturuyor, kimileri gözlerini kapatarak, kimileri yere veya yukarı bakarak sessizliklerini koruyorlardı. Sabahın bu erken saatinde yerlerin tamamı dolmamıştı ama oldukça büyük bir kalabalık vardı. Sonra oturanlarda biri kalktı ve giriş kapısını kapattı. Dışarıda çalışmanın başladığını gösteren lambanın ışığını yakacak olan düğmeye bastı, ve sonra yine sessizce yerine oturdu. Saat sabah 8 olmalıydı.
Her sabah 20 dakika boyunca 30-40 kişi ile bir odada beraberce sessiz oturmaya ve kulaklarınızı içinizden gelen sese açmaya ne dersiniz? İskoçya’da Findhorn’da sabahlar meditasyon ile başlıyor, eğer seçer ve isterseniz.

Derinden gelen ve gittikçe kuvvetlenen bir ses duyuluyor bu anlarda. Soruların ve cevaplarının netleştiği sihirli anlar.



Ben kitaplarımın dünyasında huzursuzlaştığımda bazen geç de olsa mesajı anlarım. Ruhum dışa değil içe bakma zamanı diye hatırlatmaktadır bana...

21 Ocak 2009 Çarşamba

Cevaplar için ...



Her akşam uyumadan önce masamın üzerindeki ve kütüphanemdeki kitaplara bir göz gezdiririm. Bu akşam hangi kitabı okuyarak uyumak istiyorum diye. Farklıdır, kimi zaman güne başlamak için neyi okumak istiyorum diye baktığım kitaplardan. Akşamları ruhum belki uzun zamandır hissetmediğim duygulara girmek ister. Sevgiyi, şefkati, mutluluğu ve belki de yaşamın anlamına dair şeyleri.

Dün akşam bir şey okumadan uyumak istedim. Sadece uyumak.

Zor bir gün geçirmiştim. Koşturmacalı, uğraşmalı, duygusal olarak yoğun ve fiziksel olarak da oldukça yorgun hissettiğim bir gün. Bir şey okumadan uyumak istedim. Sadece uyumak.

*
Size hiç olur mu bilmiyorum ama benim uzun zamandır cevaplarını aradığım soruların aniden cevaplarının belirdiği olur. Sanki şapkadan çıkan tavşan gibi beklenmedik bir an’da; daha şapka bile ortada yokken, tavşan ortaya çıkıverir.

Yaşamın çok berrak göründüğü an’lar vardır; ve sanki tüm ışıkların söndürüldüğü koyu gri günler. Simsiyah dersem belki doğru olmayacak; ümit ışığının tamamen söndüğü anları bilmiyorum. Koyu gri sisli günler, yaşamı bir perdenin ardından seyrediyormuş gibi hissettiklerimiz. Ve her iki gün arasındaki farkın dürüst olmak gerekirse olan biten ile de pek ilgisi yoktur. Var, dersem geçen 38 yılımın en azından bir 20’sine ihanet etmiş olurum.

Yaşam olan biten ile ilgili değilse ne ile ilgili sahiden?



*

Salondayım, bilgisayarımın başında, televizyonda bir film seyrettikten sonra, mutfağa gidip bir bardak su doldurdum ve bilgisayarın başına oturdum. Hava kararmış, herhalde akşam olmalı.

Aradığım bir cevabı bulacağımı hissetmenin tatlı heyecanı ile oturuyorum bilgisayarın başında. Sanki uzun zamandır aradığım bir izi sürmek için bir ipucu bekliyorum. Ve hissediyorum ki sanki kapımda. Hayır hayır esasında cevap parmaklarımın ucunda.



Kendi sorularımın cevaplarını kendi yazılarımda bulurum ben birçok zaman. Ancak, hemen değil, yani yazarken değil. Belki aradan bir iki yıl geçtikten sonra, ya da bir iki yıl önce yazdığım satırlarda.

Size de olur mu bilmem ama bazen yazdıklarımı okuduğum zaman kendimi tanıyamam, ilk defa yazılarını okuduğum bir insan ile karşılaştığımı düşünürüm. Kelimeler tanıdık gelir, ama bana ait değil.

O yüzden yazmak istiyorum, cevaplar için.

Bazen belki başkalarının duyması gereken cümleleri yazıyor olabileceğim için.

Ve en çok da kendi aradıklarımı…

Tesadüflerin İzinde Bir Paket



Bazı kitaplar yaşam boyu tekrar ve tekrar karşımıza çıkarlar. Kimileri hep elimizin altında, kimileri ise yıllar sonra karşımıza çıkar.

1988 yılından, Boston’dan bana hatıra kalan bir kitap var: “Az Seçilen Yol”. Yazarı Scott Peck. Üniversite birinci sınıftayken çok sevdiğim bir arkadaşımın ablası hediye etmişti. Ve bugünlerde tekrar karşıma çıkıyor. Daha geçenlerde bir arkadaşım okumamı tavsiye etti, ve ben de tekrar okumam gerektiğini düşünerek aradım kitabı. Hemen değil ama birkaç gün sonra buldum. Bakalım bugünlerde bana ne söyleyecek.

*

Ben çok hızlı okurum. Belki de bu yüzden kimi kitapları ara ara tekrar okurum. Bunu yapma ihtiyacı hissederim; belki ilk defasında kaçırdığım bir şeyler olduğunu hissederim.

Kimi zamanlar da bazı sayfalar, bazı satırlar çağırır beni. Evde, ofis de her nerede ise o kitabı bulana kadar ararım. Mesela, Richard Bach en çok izini sürdüğüm yazarlardandır. O’nun kitaplarının satırlarını sanki bazen ruhum ister.

Richard Bach’ı benim için farklı kılan ne?

Sanki en derinlerime dokunuyor sözleri. Sanki sözleri onun ruhunun derinliklerinden geliyor. Sadece “Martı” da değil; “Bir” veya “Sonsuza Uzanan Köprü” de bana göre içtenlik ve yürekten bir samimiyet ile yazılmış kitaplar.

*



Kitapların yaşamımda önemli bir yeri var, ve yaşamımda çok farklı şekilde varlıklarını bana hatırlatıyorlar.

1993 Mayıs ayında ağabeyimin mezuniyet töreni için Purdue Üniversitesi’ne gidecektim. Ama önce kendi üniversiteme, Cornell Üniversitesi’ne, Ithaca’ya uğramak istedim. Amerikalı bir sınıf arkadaşım o dönemde yüksek lisansını yaptığı için hala Cornell’deydi, ve bir sohbetimiz sırasında o günlerde Victor Hugo’nun ‘Sefiller’ini okuduğundan bahsetti. Ben bu kitabı kim bilir kaç defa okumuştum, ancak içimden tekrar okumak gelmişti.

Bir kitapçıya gittim, ‘Sefiller’i nerede bulabileceğimi sordum, gösterdikleri yerde kitabın altı yedi farklı baskısı vardı. Kitapları aldım, yere oturdum, bir tanesinin kapağı hoşuma girmişti. Üzerinde kitaptaki karakterlerden Cozette’in ve Fransız bayrağının olduğu bir çizim vardı. Kitapların yanında yere oturduğumu, ki bunu nedense kitapçılarda çok yapıyorduk Amerika’da o günlerde, kitabı karıştırdığımı, hatta bir kısmını okuduğumu hatırlıyorum.

En derinlere dokunan bir kitap daha. İngilizce’si Türkçesi kadar etkileyiciydi benim için. Fransızcam bu kitabı orijinal dilinde okuyabilecek kadar iyi değil, ancak bir kitabı ruhunu taşıyarak tercüme edenlere, edebilenlere minnettarım. Yoksa yaşam biraz daha eksik kalırdı bu dünyada herhalde.



Ithaca’da bir kitapçıda yerde oturmuş Sefillerin o kapağında çizimli nüshasını okumaya başlamıştım, sanki durmak mümkün olmuyordu. Aradan 15-20 dakika geçtikten sonra, aniden yerden kalktığımı hatırlıyorum. Bir yere mi yetişmem mi gerekiyordu, onu hatırlamıyorum, ama iyi hatırlıyorum ki, kalktım ve o kitabı diğer baskıları ile birlikte aldığım rafa geri yerleştirdim.

Üniversite’den Türkiye’ye geri dönerken onlarca koli kitabını taşımış bir Zeynep için bir kitabı almak konusunda tereddüt etmek pek normal değildi. Almak da istemiştim esasında, ama işte her nedense almadım.

Bundan birkaç gün sonra Şikago’ya uçtum, İndiana’ya ağabeyimin mezuniyetine gidiyordum. Kendi mezuniyetimden sonra ilk defa geri döndüğüm Cornell’de bir hafta kalmıştım, ama bana yetmemişti. Ayrılmam gerekiyordu; Şimdi Indiana ve Purdue Üniversitesi ile kucaklaşma zamanıydı; yetişecek bir mezuniyet töreni vardı.

*

Ağabeyimin bana güzel bir otelde yer ayarlamıştı. O okurken aynı zamanda üniversite kampusünde öğrenci sorumlusu olarak da görev yapıyor, ve bu nedenle görevi gereği yatakhanede kalıyordu. Bir arabası vardı, ve sanırım Purdue’deki 3. günümdü, akşam ağabeyim dersleri ve işleri bittikten sonra beni almaya gelmişti.

İçeri girdikten sonra “Sana bir paket var Zeynep,” dedi. Elinde oldukça kalın sarı bir zarf vardı.

Zarfın üzerinde gönderenin adı yazmıyordu, ancak el yazısı tanıdık gelmişti. Merakla zarfı açtım. Ve bir an için kalakaldım. Kalın zarfın içinden, bundan 4-5 gün önce Ithaca’da bir kitapçıda yere oturup okuduğum Sefiller duruyordu, üzerinde Cozette’in bayraklı resmi ile.

Sayfayı çevirdim, ve kitabın kapağının içine yazılan notu okudum: “Sevgilerimle, Doğum Günün Kutlu Olsun.” Amerikalı arkadaşım bana, sevdiği kitabı yollamıştı, benim bu kitap ile geçirdiğim küçük maceramı bilmeden. Bir an tesadüfün güzelliğiyle nefesim kesildi. Sanki yaşam bana göz kırpmıştı.

Sonra tekrar yazıya baktım ve başımı kaldırdım, “Yaman” dedim ağabeyime “bugün günlerden ne?” “22.Mayıs” dedi Yaman gülerek, “Haydi kutlayalım, unuttun mu bugün senin doğum günün.”