İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
yaşam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yaşam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Şubat 2024 Pazartesi

Yaşam Bazen Teşekkür Etmeyi Hatırlatır

Yaşam bazen bizi biz yapanlara teşekkür etmek gerektiğini hatırlatır.

Babam Sinan Kocasinan'da tüm teşekkürümü hakkeden özel bir insandı.  Yaşam veda edeli 20 yıl olmak üzere.

Bir Sinan Kocasinan geçtiyse hayatınızdan ezbere yaşayamazsınız. 

Ezbere cevaplar, çoğunluğun evet dediklerine öylesine katılma şansınızı yitirmişsinizdir.  

Sormak, sorgulamak, anlamak, düşünmek, üzerine daha da düşünmek, tartmak, özellikle başkalarının hakları için daha da hassas tartmak şart oluverir.  Sinan Kocasinan ile yaşadıysanız eğer, istemeden,  fark etmeden, kendiliğinden, nefes alır verir gibi parçanız olur bunlar. 

İyi olmak, dürüst olmak, adil olmak, çalışmak, hakkıyla çalışmak, hakkını vermek, nezaket, incelik, cesaret, özgüven, tevazu, insana kıymet, herkesi kendilerinin en iyi versiyonu olmak için desteklemek, karşısındakinin cevherini keşfedip onlara en kalıcı şekilde keşfettirmeyi başarmak, çıtayı hep yukarı taşımak ama sadece elinden gelenin en iyisi yapanların bilebileceği bir tevekkülle yaşamak... Liste çok uzun. 

Onun için ise sadece yaşamaktı bu. 

23 Aralık 2021 Perşembe

İsterim

Ben de isterim

Kalbimi pamuklara sarsınlar,

Dikenli dillere 

benden başka dur diyen olsun,


İsterim ben de,

Yeniden doğmayı,

Ya da yeniden doğmuşçasına

Başlamayı yeniden,


İsterim

Bir Zen bahçesinde çakıl taşlarına kapılayım,

Gelgitli sahillerde

Yok olacağını bile bile

Islak kumlarda izimi bırakayım.

23 Ağustos 2021 Pazartesi

Onlara...


Bu yaşamda yaş almak bir şans.

Bununla birlikte, yıllar geçtikçe sevdiklerimizi, değer verdiklerimizi yolcu etmeye şahit olmak gerekiyor.

Varsa güzellikleri ya da zorlukları, onlarsız yaşayacağımızı kabul etmek. Onlar sanki aramızda dolaşmaya devam ederken.

Özlemin farklı tatları, farklı zorlukları var.  Mesela seslenememek.  Söyleyemediğimiz adlar birikiyor mesela.  Boş bir sahilde, ve kolay değil o sahilleri bulmak, hani bağırarak o isme seslenebilmek istiyor insan.  Uzaklarda görüp, buradayım ben haydi gel, diye seslenebilmek.

Geçen yıllar sevdiklerimizle, değer verdiklerimizle vedalaşmayı gerektiriyor. Fark ediyorum ki her geçen yıl daha çok.

Bir yandan da özlemek, özleyebilmek sevmiş olmanın, sevebilmiş olmanın hediyesi değil mi? Ama yine bir yandan, yitirmenin verdiği ardı ardına gelen üzüntüler sevmekten korkutmuyor mu biraz?  

Tabii bazen değer verdiklerimizin o değere layık olmadıklarını keşfetmek de var bu hayatta. Hayal kırıklıkları belki özlemlerden daha çok.  Yüreğimizdeki kesikler çoğalıyorken diğer yandan kalbimizi, bizi şefkatle kucaklayanlar, kimi sihirli anlarda, iyi ki yaşıyorum, dedirtiyor.  Dünyanın renklerini berraklaştıran, belirginleştiren bir umut yayılıyor güne ya da geceye.

Yokluğuna üzülebildiklerimiz, bir yandan varlıkları ile, tanışıklıklarımız ne kadar uzun ya da kısa olsun, bizi, belki de biz fark etmeden, değiştirebilenler, büyütenler.  

İz bırakanlar çoğunlukla hissettirdikleri sevgi ile kalbimizde ölümsüzleşiyorlar. 

...

Kelimeleri seviyorum. Hep sevdim.  Söyleyebilmek, daha doğrusu yazabilmek, ruhumu özgürleştiriyor.  Bunu yapacak gücü ve daha çok yapabilecek gücü istiyorum.

Yine de, bazen kelimeler yetmiyor.  Ya da kelimelere güç yetmiyor.  Bazı anlarda.  Bazen bir fotoğraf söylemek istediklerimizi farklı bir dilde anlatıyor.  Bir kareye bir ömür sığıyor.  Bazen de adını bulamadığımız o duygular için renkler gerekiyor.  

Resimle yirmi küsur yıldır devam eden maceramda resmin ruhumuzun için ne anlama gelebildiğini bir yandan da yeniden keşfediyorum galiba.

...

Sadece renklerin dilinde söyleyebildiklerimiz ile, bu günlerde yolcu ettiğimiz iz bırakanlara özlem ve sevgiyle...

1 Ocak 2021 Cuma

2021

2020 yılı Çin’de bir virüs nedeni ile yaşananları uzaktan takip ettiğimiz, Güney Kore’de, Japonya’da ve uzak doğuda etkilerini haberlerden izlediğimiz bir yıl olarak başlarken, sonrasında İtalya ile birlikte yaklaşan bir dalga olarak bizlere çarptı ve dalgalar yaşamlarımıza çarpmaya devam ediyor.

Yaşananları yıllar öncesinden tahmin edenler tabii ki vardı.  Bununla birlikte, insan ruhu felaketleri yaşayacağını öngörse de tedbirli olmak konusunda bırakın olayın öncesinde, olayları yaşarken bile gerekenleri yapmak konusunda yeterince dikkatli ve inançlı olamıyor.  Bunu Dünya’nın heryerinde, her seviye de ve her boyutta gördük.  Kimi ülkelerde ve toplumlarda farkındalıklar dalgaların etkisini azalttık, kimilerinde dalgaların önüne çekilen perdeler savrulanların şaşkınlığını daha da yükseltti.


2020, özellikle Şubat ayı ile birlikte ama neredeyse sonrasındaki, yaşattığı beklenmedik yavaşlatmalar ve duraksatmalar ile akmaya devam ederken, her gün, hem dünyayı seyrettiğimiz hem de bireysel hikayelerimizi ister istemez tekrar tekrar düşündüğümüz, şükrettiklerimiz ile birlike özlemlerimizi fark ettiren ve derinden hissettiren bir zaman sundu.


Birçok anlamda zor bir yıldı.  Benim için de.  Korku, kaygı ve endişeleri ile yaşanan bir yıldı. Kendim kadar sevdiklerimin güvende olması için kaygılandığım bir yıl.  Milyonlarca insan gibi sevdiklerimi kucaklamayı özlediğim, sohbet etmeyi özledim, kalabalık sofralarda kahkahalarla yenilen yemekleri özlediğim bir yıldı.  Daralmış, sıkıştırılmış, bunalmış hissettiğim, bugüne kadar yaşayabildiklerime şükrettiğim, geleceğe bakmak konusunda oldukça isteksizleştiğim ve geçmişi ince ince elediğim, o geçmiş ile kendimi daha iyi tanımaya çalıştığım bir yıldı.  


Mesela Boğaz’dan geçen bir geminin motorunun sesinin martı sesleri ile birlikte kulaklarımın İstanbul’un göbeğinde duyabildiği tek olabileceği hayal etmezdim.  Aylarca görmediğim yeğenime maskelerin ardından sadece birbirimize bakarak geçireceğimiz günleri de.  Arkadaşlarımın cenazelerine gidemeyeceğimi, yakınlarımı hastanede ziyaret edemeyeceğimi,  hasta olmadan evden onbeş gün çıkmayacağımı hayal etmezdim.  


2020 yılı Dünya’daki insanların çoğu için çok zordu.  Fiziksel, zihinsel, duygusal, ruhsal anlamda yorulduk, çok yorulduk.  Benim kişisel hikayemde, son on, onbeş günüm yılın belki de en çok üzüldüğüm günleri olarak tamamlandı.


Yeni yıla girerken sevdiklerimin iyi olması dışında bir dilek dilemedim. Sadece o son günde, daha çok şey yapmak adına bir kararlılık hissettim diyebilirim.  Yaşamın gerçeği neleri yapmaya izin veriyorsan daha çok yapmak.  2020’deki belirsizlikler, yaşamakta olduğumuz sürecin ne kadar bizimle olacağını bilememek belki uzun soluklu işlere başlama isteğine izin vermedi ama 2021’de belirsizliği kesinlik olarak kabul ederek ilerlemeyi seçeceğim sanırım.  Türkiye’de nasıl yaşayacağımızı henüz bilemediğim aşılanma süreci ve Dünya’nın aşı ile yaşamı koruma mücadelesi nasıl bir sonuç verecek emin değilim ama bu gerçeğin yaşamlarımızdan çıkarak özgürlüklerimizi geri vermesi sanki kabul etmek istediğimizden çok daha uzun sürecek.  O nedenle, iyi kötü güzel çirkin demeden olanı kabul ederek, büyüyen, küçülen, hızlanan, yavaşlayan dallarından içinde kuvvetlenerek yürüyebilmeyi öğrenmek gerekiyor.  En azından 2021 bana bu mesajı veriyor.


Yaşam sizlere dayanma gücü ve sevildiğinizi hissettiğiniz ve sevebildiğiniz güzel günler getirsin.

15 Temmuz 2020 Çarşamba

Saat Çalınca

İş için seyahat etmesi gereken birçok kişi gibi benim için de, sabahları erken saatte çalan saat ya da telefon zili, kimi zaman belki ayakta geçecek 24 saatlik bir iş gününün başladığı anlamına geliyordu.

Özellikle günü birlik yapılan iş gezilerinde, gün, genelde saat sabah 6.00 civarında kalkan bir uçak ile başlardı.  Bu da benim için Fethiye ya da İstanbul’da oluşuma göre değişmek üzere, genelde iki ya da ikibuçuk saat önce evden yola çıkmak ve ikibuçuk üç saat önce kalkmak anlamına geliyordu.


Saat sabah üç buçuk, dört arası başlayan gün, mesai başlamadan önce gideceğim yere yetişmek ve yine genelde mesai bitiminde de yapılması gereken işler ya da görüşmeler olabildiği için, gece yarısı ya da geceyarısını geçtikten sonra, yerine göre son uçakla geri dönerek günü tamamlamak anlamına geliyordu.  Eve döndükten sonra ancak bir gün önce evden çıktığım saate kadar uyuyabildiğim çok oldu.  Dört, beş saat uykudan sonra yeni gün başlıyordu.


Belki on yılı aşkın süre bunu çok yaptım.  Bunu haftada iki, üç defa yapmanın olağan tempom olduğu zamanlar oldu. Bir gün şehir dışına git geli, bir gün ofiste çalış, diğer gün ve ertesi gün tekrar git gel, sonraki gün ofiste ol, bazen haftasonu da çalış ve şehir dışına git gel.



Seyahat etmeyi genelde çok sevdim. Bunu zaman zaman paylaşıyorum. O nedenle, çok uzun yıllar bu yolculukları esasında keyifle, yaşamın normali olarak kabul ederek yaptım.  Sonrasında İstanbul’dan Fethiye’ye taşındıktan sonra, iş programımı bir de Fethiye denklemi ile çözmek gerekince, Dalaman Havalimanı sadece geziler için değil gündelik yaşam için hayatımın parçası oldu. Yolcuklar biraz daha uzadı ve uçaklarda geçirdiğim saatler daha da artmaya başladı.


Genelde uçaklarda evimde gibi rahat ettim.  En güzel kitap okuduğum, en zorlu metinleri çalışabildiğim, ve bir anlamda rahatsız edilmediğimiz kesintisiz bir odaklanma zamanı verdiği için, bazı zorlu çalışmalarımı yapabildiğim yer oldu. 


Uçağın kimi zaman bebek ağlamaları, kimi zaman yüksek sesle yapılan sohbetler, anonslar ve kulaklık kullanmadığımızda uçağın tipine göre oldukça rahatsız edici olabilen uğultusu odaklamama hiçbir zaman engel olmadı.  Koridor kenarında bir koltukta oturmayı başarmışsam, ve sanırım hayatım boyunca yaptığım yolculukların belki sadece yüzde üç, beşi mecburen başka bir koltukta olmuştur, keyifle ve rahatlıkla uçakta çalışabildim. 


Ne servis, ne de koridorda geçen yolcuklar, aslında rahatsızlık vermelerine rağmen engelleyecek kadar rahatsız etmedi beni.  Genelde D koltuklarını ya da koridorların sağ tarafını tercih ettiğim için, özellikle sol kolum ve omzum koridordan geçen hostes ya da yolcuların çarpmaları ya da taşıdıkları eşya ya da çantalarını vurmaları ile zaman zaman morarmış olsa da, bu da koridor kenarı seven yolcuların katlanması gereken gülün dilkeniydi ne de olsa.


Sabah yolculuklarından eskisi gibi hoşlanmamaya ne zaman başladığımdan tam emin değilim ama 2010 yılının Mart ayında, o yıl birkaç eğitim nedeniyle neredeyse birkaç haftada bir yaptığım Londra yolcukluklarından birinden bir gün önce, yaşadığım ilk vertigo atağı ile kendimi İstanbul Amerikan Hastanesi’nin acilinde bulmam ile başlamış olabilir.


2010 yılının Mart ayına gelinceye kadar 2010 yılının ilk ikibuçuk ayında kırkı aşkın uçuş yapmış olduğumu fark etmiştim.  Bunu merak edip hesaplandığımdan değil, Acil Servis’teki doktor sorduğu için, düşününce fark etmiştim.  Hatırladığım kadarı ile acile yattığım günden önceki sekiz günden altısında uçak yolculuğu yapmıştım. Kimilerinde, aktarmaları ile günde dört defa uçağa binerek.  “Bunu azaltmanız gerekiyor,” demişti doktor.  “Yavaşlamanız,” gerekiyor.


Sonrasında, o günden beş yıl sonra vertigo biraz sık olarak karşıma çıkmaya başlayınca, günübirlik yolculuklarımı, mümkün ise gittiğim yerde bir gece konaklayarak yapmamı önermeye başladılar. “Aynı gün gidip dönmeyin mümkünse,” diye rica etti doktorlarımdan biri.   


Eve dönmek için acele etmek yerine, yolda olma hali ile daha çok barışmam gerekiyordu. Ve mesela Kanada ya da Japonya gibi uzun mesafeli yolculuklarımda, aynı zamanda öncesinde ve sonrasında eskiye göre farklı bir programlama yapmak gerekecekti.


Kırkbeş yaşımdan sonra uçaklarla olan yaşamımı ve çalışma programımı değiştirmem gerekmişti.  


Ve bu da, sabahın erken saatlerinde, genelde gün ağarmadan önce çalan alarm sesini artık çok az duyduğum anlamına geliyordu.



2020 yılının bu sabahında telefonumun alarmı saat 04.30’da çaldığında hızla giyinip bindiğim takside havalimanına giderken aklıma tüm bu düşünceler geliyordu.

23 Mayıs 2020 Cumartesi

Ne İstersin Bugün? Bir Havlu Ya da Biraz Gözyaşı?


Bizi nelerin mutlu edebildiğinin kesin bir tarifi yok.  Olmadık zamanlarda olmadık şeylerin mutlu edebildiği oluyor.  Ya da beklenen zamanlarda beklenmedik şeyler mutlu edebiliyor.

Bazen bir mesaj, bazen bir eposta.

Bazen mesaj daha beklenmedik şekilde geliyor, mesela, Fethiye’de bir gece, evet gece, posta kutuma bakmam için bir mesaj geliyor ve posta kutusunun içinde arkadaşlarımın benim için, kimilerini tek tek, kimilerini grup olarak çektikleri doğumgünü kutlama videolarından hazırladıkları videoyu buluyorum bir zarfın içinde.  Onların mesajlarını seyrederken mani olamadığım gözyaşları o yılki en kıymetli hediyelerimden oluyor.

Başka bir yıl, başka bir gün, yine Fethiye’deki evime bir kargo paketi geliyor.  Paketi açınca, fotoğraflarımdan hazırlanmış resimli kitap buluyorum.  Hayatımın benim için çok kıymetli anlarının, sanki her fotoğrafın beni nereye götüreceği biliniyormuş gibi seçildiği resimlere bakarken bu defa, nasıl yani  bunu da mı seçmiş, bunu da mı seçmiş, diyorum.   

Doğum günü hediyeleri ile yüzümdeki gülümsemelerin uzun zaman küçülmediği zamanlar oluyor. Mesela, doğum günü hediyelerimin beni tatlı şekilde şaşırtanının havlular olması beni şaşırtabiliyor.  Gelen bir paketi açıyorsunuz ve içinden farklı boylarda beyaz havlular çıkıyor.  Ben beyaz rengi çok severim ve evet hediye edilecekse beyaz havlu edilmesi çok normal diyorum ama bu havlular öyle bildiğiniz beyaz havlulardan değil. Bu beyaz havlularda, çok hoşuma giden bir font ile ve kırmızı ipliklerle işlenmiş bir yazı ile, İngilizce kitaplarımın adlarından biri olan, “Image Being Lucky - Şanslı Olduğunu Hayal Et” yazıyor.  Ve o kitabın adını koyarken o kapağı görenlerin, o kitabı okuyanların hissetmesini arzu ettiğim şans enerjisi enteresan şekilde bana dönüyor.  Ve devamlı olarak kullanmaya kıyamasam da, arada kullanarak yaşamıma kattığım havlularda bana ulaşıyor.

*

Önce, aa güzel, hoş bir doğum günü hediyesi bir masa saati deyip açtığınız hediyedeki küçük masa saatinin, aslında sizi sahip olduğunuz için havalara uçuran kaptanlık belgenizi kutlama hediyesi olduğunu fark ediyorsunuz.  Dümen şeklindeki saati bir dümen gibi çevirebildiğinizi fark ediyorsunuz. Ve o hediyenin yeri İstanbul’daki elektronik piyanonuzun üstü oluyor.  İstanbul’da piyano çalışırken, kendinizi Fethiye’de, Şövalye Adası’na giderken kullandığınız küçük beyaz, ve tesadüf bu ya, yazıları kırmızı renkli, 5 metrelik ufak bir teknede hayal edebiliyorsunuz.  Saçlarınız rüzgarda uçuşup dudaklarınız üzerinize sıçrayan damlaların tuzu ile hafifçe ıslanırken.

Bugünlerde yaşama, yaşadığıma, hayatımdaki insanlara şükrettiğim her anı hatırlamak istiyorum.  Çok net hatırlayabildiklerimin yanında flulaşmaya başladığını hissettiklerime daha da farklı tutunmak istiyorum.  

*

Yaşamın zenginliği yaşadığımız, bize yaşatılan duyguların yoğunluğu ile mi çoğalıyor?

Mesela, bir yılbaşı günü, bir 31 Aralık’ta,  babamın çok hasta olduğu, hastanede olduğu bir günde mutluluktan ağlayacağımı söyleseler ve bunun babamla hiç ama hiç ilgisi olmayan bir nedenle olduğunu söyleseler tabii ki inanmazdım. O yılbaşında, çok sevdiğimiz iki arkadaşımız bizde kalıyordu.  Babam ise rahatsızdı.  Zorlu bir operasyon geçirmişti.  Yoğun bakımdan çıkacak duruma gelmiş ve o yılbaşı gecesi, nedense benim ısrarla rica etmem nedeni ile hastanenin bakımına ek olarak odada benimle kalacak ek bir özel hemşire ile yoğun bakım dışındaki ilk geceyi geçirecektik.  

Türkiye’nin en iyi hastanelerinden birinde neden ek bir hemşirenin o gece benimle birlikte olmasını istediğimi inanın bilmiyorum.  Ama hastanenin de nedense kırmadığı bu belki de anlamsız talep gecenin ilerleyen saatlerinde olmadık şekilde işimize yarıyor,  babamın bir anda, bir anda kötüleşen nefes almasına hastanenin hızla müdahale etmesini sağlayarak, babamın yaşama bir süre daha devam etmesini sağlıyordu.

Ama muhtemelen tahmin ettiğiniz gibi bahsedeceğim hediyem babamın hayata tutunması değil. Sonrasından, çok şükür o geceyi atlattık, babam kurtuldu, dedim ama o gece babamın hastane odasında yanında olabilmek yerine onu yoğunbakıma göndermek benim için en büyük üzüntülerden biriydi. Odasından yoğunbakıma götürmek için geldiklerinde kalbimin acıdığını hissetmiştim.  Şarkılarda bolca geçen o sözlerin gerçekte bir karşılığı vardı.

O 31 Aralık gecesi, geceyi babamla geçirmek yerine eve döndüm.  Çok ağlamış mıydım, yoksa o gece bana emanet edilen babamı koruyamamış olduğuma dair o garip his ile kafam karışık mıydı ya da güçlü durmaya mı çalışıyordum, emin değilim. Hatırlamıyorum ama babamı yoğun bakıma götürmek için almaya geldiklerinde hissettiğim ve odanın kapısında çıkarırlarken kalbimde hissettiğim acıyı, bir şey batırılmışcasına can yakan o hissi hatırlıyorum.  

Gece misafilerimin kaldığı evime geri dönmüştüm.  Hayatımda geçirdiğim en kötü yılbaşı herhalde bu olmalıydı.  

Sabah uyandım.  Detayları biraz flu ama salonun sol tarafında bir çam ağacı duruyordu.  Bir an yanlış mı görüyorum diye anlamak istercesine baktığımı hatırlıyorum.  Sonra arkadaşım Muki eşine ve o zamanlarda evli olduğum için benim eşime seslendi.  Şuna benzer bir şeyler söyledi: “Ben size söylemiştim bu ağacı kurmamız gerekiyor, diye. Bakın iyi ki kurmuşuz.  Zeynep geldi eve gördü işte,” diyordu.  

Tatlı ışıkları ile o yılbaşı ağacı, hayatımın en kötü gecelerinden birinin sabahında, yeni bir yılın ilk gününde, kendiliğinden kocaman bir gülümseme yaymıştı yüzüme.  Dışarıda hava güneşli miydi, bulutlu muydu, bilmek için geçmişteki hava durumlarına bakmam lazım ama, içimin aydınlandığını, çok sevdiğim bir sarı ışığın içimden dışarıya yayılmaya başladığı hissini hatırlıyorum.  İşin doğrusu, arkadaşım Muhterem bana sürpriz olması için bir yılbaşı ağacı kurmak istiyor ama erkekler, Zeynep zaten hastanede olacak, kimbilir kaç gün orada olur, diye onun bu isteğini anlamlı bulmamışlardı ama azmin elinden kurtulmamış ve Muki’nin beni mutlu edeceğini düşündüğü için kurmak istediği çam ağacı, amacına tam da zamanında ulaşmıştı.

*

Başkalarına anlamsız gelse de, içinizden gelen ve bir şeyleri yapmanızı ısrarla söyleyen sesi dinlemenizi öneririm.  Bu hissi dinleyenlerin bana yaşattıkları özel anlar,  bana, içimden gelen ses sayesinde hissettirebildiğim mutlulukların rehberi oldu.   Başka bir yılbaşı gecesi, kendimi babamın uzun zaman kaldığı o hastanenin yoğun bakımına bir yılbaşı pastası götürürken buldum mesela.  O yoğun bakımın kapısından, adeta ufak bir çocuk gibi zıplar gibi adımlarla, içimde tatlı bir sevinçle, kalbimde teşekkürle ayrıldığımı.  Ve o yoğun bakıma yeni yıl ziyaretleri İstanbul’da geçirdiğim yeni yıllarda uzun süre devam etti.  Bunu bir süredir unutmuş olduğumu bugün fark ediyorum.

*

Teşekkür listem çok uzun.  Düşündükçe beni mutlu etmek için yapılan onlarca, yüzlerce jest geliyor aklıma.  Bizi mutlu edenler bunun bizde yarattığı bitmeyen dalgaları biliyorlar mı acaba?  Bir “Seyhan Hanna” macerasını yaşatan arkadaşlarım mesela, o iki direkli, otuzdokuz metrelik zarif guletin bana hala rüya gibi geldiğini ve o Fethiye gecesinde o güzel teknenin ön kısmında koşan Zeynep’in hala kendini kırlarda koşan Heidi gibi hissettiğini biliyorlar mı acaba?  

Başka bir yere gidecekken, yani bana öyle demişlerdi, bir arkadaşın unuttuğu bir şeyi almak için uğradığımızı sandığım ve yıllar içinde hala en beğendiğim tekne olan Seyhan Hanna’nın mumlar yakılarak hazırlanmış masası ve mutlu yıllar şarkısı ile karşılanacak, arkadaşlarımın kendilerinin yaparak hazırladıkları nefis yemeklerle, çiçeklerle, aldıkları kolye ve bileziğim ile, söylediğimiz şarkılar, kahkahalar ile  o gece hayatımın en unutulmazlarından biri olacaktı. 

İşin enteresan tarafı, o gün rahatsızlanmıştım ve arkadaşlarımın, haydi en azından birlikte bir yemeğe gidelim ricalarını, telefonda, ben iyi değilim diyerek durdurmak için çok çaba sarfetmiştim.  O dakikalarda ise teknede, o gün Fethiye’de çok yağmurlu bir gün olduğu için, başka bir ekip tekneyi hazırlamak için yoğun bir hazırlık içinde uğraşıp duruyor olmalıydı.  Aralarında yaptıkları konuşmaların bazılarını sonradan paylaştılar ama o benim gelmeyeyim diyip durduğum bir iki saatlik sürede, onları kimbilir ne kadar yormuş olmalıyım. 

Ve, Fethiye Körfezi’nde her zaman kolaylıkla tanıdığım Seyhan Hanna, her gördüğümde sevginin sembolü olmaya devam edecek benim için.

*

Bu günlerin çoğuna ait duygularımı muhtemelen biryerlere yazmışımdır ama o defterler şimdi nerededir, Fethiye’deki ya da İstanbul’daki hangi depodaki hangi kutunun içindedir şu an için hiçbir fikrim yok.  İçimde bir süredir eski günlüklerimi okumak için bir istek uyanıyor.  Hissettiklerimizi duygular sıcakken kaydetmenin, içimizde yükseldikleri anda yazmanın önemini ve değerini fark ediyorum.

Mesela dün, bir kuzenim aile WhatsApp grubumuza bir fotoğraf gönderdi. Esasında doğum günüm olduğu için beni kutluyor ve yaşamındaki yerimi paylaşıyordu.  Bu fotoğrafı da mesajının ardından paylaşmıştı.  Yazdığı mesajı beni çok duygulandırsa da gönderdiği fotoğraf da beni bambaşka bir diyara ışınlamıştı.  O fotoğrafta, çerçevelenmiş, elle yazılmış ve boya kalemleri ile renklendirilmiş bir mektup vardı.

Tabii ki fotoğrafı görür görmez ne olduğunu biliyordum.  Kuzenim Reyhan’a, İstanbul’dan Ankara’ya tayin olduğunda, annemin evinde kaldığı iki küsur yıldan sonra anne babasının evine dönmek için teyzemin ve eniştemin onu almaya geldiği gün, bir diploma gibi rülo yaparak ve sanırım bir kurdela ile bağlayarak verdiğim, bir şiir gibi yazmış bir mektup vardı o çerçevenin içinde.

Reyhan’dan o mektubu ayrıldıktan sonra okumasını istemiştim.  Ve onu çok mutlu ettiğini ilk defa yoldan ettikleri telefon ile öğrenmiştim. O mektubu yazdığım ve verdiğim için ben inanılmaz çok mutlu olmuştum.  Yüreğimdeki o yoğun heyecan ve mutluluk hissi hatırladığım kadarı ile onların Ankara’ya yaptıkları 4-5 saatlik yolculuk boyunca, onlar Ankara’ya varana kadar sürmüştü. 

O günden onsekiz yıl kadar sonra, dün, o çerçevenin fotoğrafını büyüterek o mektubumu tekrar okudum.  Mektubun bir yarısını okumak için bilgisayarımı ters çevirmem gerekti, çünkü iki ayrı bölümden oluşan mektubun ikinci yarısını kağıdı ters tutarak yazmıştım.  O günlerde 23 yaşında olan Reyhan, daha önce 3 yaşındayken yine annemlerde bir süre kalmıştı ve o 3 yaşındaki Reyhan’a da hediye olması için bu mektubu küçük bir çocuğun yapacağına benzer desenler ve resimler ile süslemeye çalışmıştım, ve mektup içerik olarak iki bölüme ayrılabilecek bir özellik taşıdığı için, biraz da küçük Reyhan’ı hatırlamak için mektubu, sayfasının sonuna geldiğini fark eden bir çocuğun yapabileceği gibi kağıdın kalan yerlerine ters çevirerek yazmış gibi yazarak devam etmiştim.

Mektubun ikinci bölümdeki birkaç satırı okurken neden yazı yazmak istediğimin yanıtı olduğunu düşündüğüm birkaç cümle ile karşılaşmıştım. 
Şöyle diyordum:

“… 
Tabii ki bu kadar net hatırlamayacağız bu anları zamanla,
Bu dakikalar eklenecek ve
Ait olacaklar sadece yaşanan an’lar kervanına,
…”

*

Dün doğumgünümdü.  Ailemin ve Türkiye’nin ve Dünya’nın farklı köşelerinde yaşayan farklı arkadaşlarımın sesini duyduğum, mesajlarını aldığım, iyi ki hayatımdalar dediğim bir gün yaşadım.  Esasında bir gün öncesinden başlayarak, anılarda, yaşananlarda, dostluklarda gezinmeye başlamıştım.  Geçmişe, iyi ki o günleri yaşamışım diye bakabilmek güzel bir his.  Geriye baktığımız kimi anlardaki zorlukları hatırlasak da, geçmiş, en azından bana, genelde güzel duygular ile geri geliyor.  

Geçmişin beni mutlulukla havalara uçuran, sevinçten ağlatan, nefesim kesilinceye kadar koşturan, tarifi kolay ve tarifi zor yüzlerce an ve anısı geçti aklımdan dün. Kimilerini konuştuğum arkadaşlarım ile konuşurken hatırladık, kimileri onların başka bir sözlerinin çağrışımları ile koştu geldi.  Sevgiyi paylaştığımız, güzel olanları hatırladığımız, çok ama çok mutlu hissettiğim bir gün oluyordu bu 22 Mayıs.  Korona günlerinde, sevdiklerimizin oldukları yerde iyi olmalarını dilediğimiz bu günde, kimseden uzak hissetmedim,  yapmayı çok istediğim kucaklaşmaların eksikliğini de hissetmedim doğrusu.

Ta ki,

Ta ki, kapı çalıncaya kadar.

*

Esasında kapının çalacağını biliyordum. 

Yani öncesinde telefon gelmişti, ve binanın alt kapı ziline de basıldığında kapıyı biz açtık.  Kapının çalışı sürprizdi diyemem ama içinde bir sürpriz saklıydı işte.  

Binanın kapı zili çaldı, düğmeye bastık ve açtık. Sonra belki iki, iki buçuk aydır onu korumaya çalıştığımız için apartman dairemizin kapısını kimseye açmayan annem kapıyı açtı. 8, 9 haftadır, İstanbul'da yakalandığım sokağa çıkma kısıtlamalarında kaldığım annemin evinde,  o görev benim görevimdi.  Eh, kapımızı çok da çalan olmamıştı aslında, belki günde sadece bir iki defa. 

Annem dairenin kapısını açtı ve gelen kişinin binanın merdivenlerinden ikinci kata çıkmasını beklemeye başladık. Bir süre önce otomatik olarak yanmak üzere programlanan apartman merdiven ışıkları bizim katta yanmaya başladığında, yeğenim merdivenin başında görünmüştü.  Yüzünde beyaz bir maske, uzun açık saçlarının bir kısmı arkada toplanmış, beyaz bir sweatshirt, siyah pantalon ve beyaz ayakkabıları ve gülen gözleri ile Melisa karşımızda duruyordu.

14-20 yaş gençlere bu dönemdeki ikinci defa sokağa çıkma izni bu Cuma günü, 22 Mayıs’ta verilmişti.  O gün bugüne denk gelmişti.

Apartmanın içinde, kapımızın önünde duran Melisa’nın elinde sarı ve mor renkli çiçeklerden hazırlanmış kocaman bu buket duruyordu.  “Doğum günün kutlu olsun Halacım,” dedi gülen gözleri ile.  Maskesinin içinde gözlerindeki gülüşün parçası olan gülümsemeyi görmeden görmek mümkün oluyordu.

Uzandım, buketi aldım.

Sonra annem, ben, o,  birbirimize bakıp, gülüp durmaya devam ettik uzunca bir süre. 80 yaşını birkaç ay sonra tamamlayacak olan annemi düşünüp sarılmadık, dokunmadık birbirimize.  Keşke şöyle omuza, koluna dokunsaymışım yeğenimin, dedim sonra ama, o an aklına gelmemişti.  O gittikten birkaç saat sonra, aniden aklıma geldi. Ah, dedim, nasıl aklıma gelmedi.  O an için, birbirimizi böyle yakından görüyor olmak bile o kadar harika gelmişti ki.

O an için birbirimizi, onu, maskesinin arkasından bile olsa görmek çok mutlu etmişti bizi.  Birbirimize dokunamadan, karşılıklı olarak kucaklaşır gibi yaparak kucaklaşmak bile çok ama çok mutlu etmişti bizi.  Yine, sevinçten uçuyorduk işte.  Ağlamadık. Doğrusu ağlayamayacak kadar neşeli bir mutluluktu bu karşılaşma.  Ağlamaları sonraya, o anı tekrar hatırlayarak hissettiğimiz gecenin ilerleyen saatlerine sakladık.

Babamı kaybettiğimde değil ama  birkaç yıl sonra babamı kucakladığım bir zaman ağabeyimin çekmiş olduğu bir fotoğrafı gördüğümde babamı kucaklamayı ne kadar özlediğimi hatırlamıştım.   

Dün, korona günlerinde zaman zaman televizyonlarda gördüğümüz, sağlık görevlilerimizin çocukları ile yaşadıkları anları da içeren bazı sahnelerin ne anlama geldiğini ilk defa hissettiğim, yaşayabileceğimi hiç aklımdan geçirmediğim, kapının önünde geçen bir tahminen beş dakika yaşadım.

Tarifi zor bir boyut, bir katman, bir anlamda da yaşamın ağır çekimde yaşandığı hissini veren, bir değişim, bir yol ayrımı, değişik bir farkına varma anı oldu yaşamımın içinde.  His o kadar farklı ki şu anda bile tanımlamakta zorlanıyorum. Doğrusu nasıl geçeceğini fazlası ile bildiğim bir günü yaşayacağımdan eminken, duygularım beni  sabahtan beri farklı bir tura çıkarmışken, adını ve tadını bilmediğim bir duygu ile karşı karşıya olduğumu hissediyorum.  Bu duygunun bir adı varsa eğer, bunu shinrinyoku, tsundoku ya da natsukashii gibi ifadelerde, birçok düşünce, duygu ve kavramı bir kelime ile anlatmayı başaran Japonlar koymuş olmalıydı.  Uzaktan sevmek bir anlamda onların uzmanlık alanı da sayılırdı.

Adlandıramadığım ve ruhumda nereye dokunduğunu bilemediğim duygular ile bana bilinmedik bir şeyler yaşadım.  Bir beş dakika, artık elli yaşında oldum, büyüdüm, derken, tekrar büyüttü beni. 


*
Bu sabah evimizde, goblen desenli büyükçe bir vazonun içinde, sarı ve mor renkli çiçeklerden kocaman bir buket duruyor. Doğum günümü gösteren gününü de söylüyor mu bilmiyorum ama bu buket bana tam da Mayıs ayı diyor.

Mutluluğun tarifini yapmak kolay değil ama, mutlu olmanın tarifinde, düşünülmek yatıyor.

*

Son olarak, bu yazı ile paylaştığım fotoğrafa gelince.  Esasında bu fotoğrafı izinsiz aldım.

Fethiye'de yaşayan kuzenim Erdoğan bugün paylaşmış.  O zaman sanırım bunu dün doğum günümde, Şövalye Adası'nda, günbatımında çekmiş olmalı.  Ve resimden anladığım kadarı ile Ece Boutique Otel'in yemek bölümünün üstündeki teraslardan birinden çekilmiş olmalı.

Hayatımın yeni tamamladığım 50 yılının hatırlayabildiğim dönemlerine ait beni derinden etkileyen birkaç manzarasından biridir Erdoğan'ın kaydettiği manzara. Çektiğini tahmin ettiğim yerden, her fırsat bulduğumda, bıkmadan usanmadan bakmak için koştum günün o saatlerinde o manzaraya.   Bana üzerinde yaşadığımız Dünya'nın parçası olduğumu ve bir o kadar da bambaşka bir Dünya'da olduğumu da hissettiren bir manzaradır o.  Dünyanın neresinde olursam olayım görmeyi özlediğim sihirli bir manzara.  

Dedim ya, bu fotoğrafı izinsiz aldım.  Eh, Erdoğan'cım, artık bu da bana 50. yıl doğum günü hediyesi olsun, olmaz mı?

...

Sevgiyle kalın ve ruhunuzu aydınlatan gökkuşaklarıyla.

23 Mayıs 2020
Arnavutköy

5 Mayıs 2020 Salı

Yaşam, Ölüm, Tercihler, Zamanlama

Çok sık değil ama, ölmeden önce mutlaka yapmak istiyorum dediğim şeyler oldu.

Yapmadan önce ölmek istemiyorum dediğim şeyler.


Ölümü çok sık düşünüyor değilim. Bununla birlikte, ilkokulda, ortaokulda, üniversite yıllarında, ölüm ile karşılaştığımız zamanlardan çok ölümün ayak sesleri duyulmaya başladığında ve belki dünyanın yaşadıkları ve belki de elli yaşımı tamamlamakta olduğumdan bugünlerde, ölüm hakkında düşündüğüm zamanlar oldu.  


Ölümün yaklaştığı anları bilebilenler, fark edebilenler olduğu gibi, en azından bizim açımızdan, ölümle aniden karşılaşanlar da var. Yaşam dediğimiz bu süreç ile nasıl vedalaştığımıza dair, gözlemleyebildiklerimizin dışında pek bir bilgi yok.  Farklı öğretilerden farklı hocaların açtığı kapılar var.  Daha çok bir kabul ile ilerleyen dinin de bize düşündürüp hissettirebildikleri var.  Yine de, bunlarlada birlikte, o son nefesin verilişini yaşayarak deneyimleyeceğiz.  


O anın nasıl yaşanacağına dair bir merakım hiç olmadı.  Bununla birlikte, kimi zamanlar, o anda, yaşadığım bu yaşama dair hissedebileceklerime dair düşüncelerim oldu.  Esasında o düşünceler, nasıl yaşamayı seçtiğimi de belirledi çoğu zaman.  


*


Yaşamın dizginleri bazen ilahi adelete bırakmayı seçtiğim için yaşadığım haksızlıkların hepsinin peşinden koştum diyemem.  Bana yaşatılanların kendi imtihanım olmaktan çok başkalarının kendi seçimleri ile imtihanları olduklarını da gördüm.  Belki de katlanabilme gücümüz olduğu için yüzleşebildiklerimizin yol ayrımlarındaki seçimlerine şahit olan bizler olduk.


Adalet arayışının peşinden koşmamayı seçmenin daha az acı verdiğini ya da daha az üzücü olduğunu söyleyemem.  Kendi seçimlerimden dolayı pişmanlık duyduğum da oldu. Yine de, geriye dönüp baktığım, farklı şekilde davranmamın mümkün olmadığını da görüyorum.


Adalet aramak ile ilgili, yasalar ile hak arayabildiğim noktalardan bahsetmediğimi tahmin etmişsinizdir.  Yaşamda adalet dilediğimiz anların çok büyük çoğunluğu yaşamın siyah ve beyazlarından çok gri dediğimiz dünyasında saklı. Tüm tonları ile o gri dünyada adalet insanların vicdan duyguları ile yazılıyor.


*


Bu yazının az önce okuduğunuz paragrafını tamamladığımda telefon çaldı. 


Esasında son cümleyi yazdıktan sonra geriye yaslanmak, biraz nefes almak ve bana bu duyguları hissettiren yüzlerce anın sanki üzerime doğru gelmesinden biraz kurtulmak istiyordum.  Aslında, son aylarda en ferah hissettiğim günlerden birini yaşıyordum ve içimden çıktığını fark ettiğim duyguların ve düşüncelerin koyu renklerini fark etmek beni biraz etkilemişti. Devam edebilmek için nefes almaya ihtiyacım vardı. Yazmak için biraz cesaretlenmeye ihtiyaç duyduğumu hissediyordum.


İşte telefon o zaman çaldı.


O telefon görüşmesinin içeriği bir yana, ruhumun ihtiyacına yanıt ilahi zamanlama benin sakince gülümsetti o konuşmanın sonrasında…

15 Ocak 2020 Çarşamba

Bir Sinan Vardı

Ne zaman yazı yazmanın belki de anlamsız olduğunu, ya da benim yazacaklarımın birileri için anlamı olmayacağını düşünmeye başlasam, aklıma yaşamım boyunca okuduğum sözlerin bende yarattığı etkiler gelir. Bu arada, artık elli yaşıma yaklaşmaya başladığım bugünlerde, yaşamım boyunca gibi kelimeleri kullanabilme hakkını kendimde görmeye de başladım sanırım.  Okuduğu kitaplardan, seyrettiği filmlerden, sanki tam da hissettiğimiz duygular için yazıldığını düşündüren şiirlerden ya da şarkılardan etkilenmeden büyümek imkansızdır belki de.
Rahmetli babam ömrünün son yıllarında, sabahları bir gece önce seyrettiği fimleri anlatmaya başlamıştı.  O ölünceye kadar onki yıl birlikte çalıştık.  Ben evleninceye kadar ve sonrasında da uzun bir süre, işe ben bazen daha erken gittiğim için beraber gidemesek de, işten çoğunlukla birlikte dönerdik, ya da onu eve bırakır kendi evime geçerdim.  

Belki gece artık daha da az uyuduğu için geceleri seyrettiği gerçekten ilginç, çoğu yabancı filmleri, babamın tanımadığım bir yönü ile, karakter ve durum analizleri ile, bende o sohbette film seyrediyormuş tadı bırakarak anlatırdı.  Genellikle evlerimiz ile ofisimiz arasındaki çok da uzun olmayan araba yolculuklarında, beraber gidiyorsak sabahları, ya da akşam dönüş yolculuğunda o gün hangi insanların dünyası ile tanışacağımı düşünürdüm.  Babamın çok farklı bir zekası ve gözlem yeteneği olduğunu hep söylerlerdi ama insanların duygu dünyalarını o derinden irdeleyişini sesli olarak duymak ben de hala insanları daha yakından tanıma ve anlama isteğini uyandırır. 

İş saatlerimiz çok yoğun geçerdi, o nedenle babamla bu sohbetler evde ya da işteki zamanlarımıza değil yolculuklarımıza aitti.  Kimi zaman yanımızda bir şoför olmadan yaptığımız şehirler arası yolculuklar, şimdi fark ediyorum ki, beni tahminlerimin ötesinde zenginleştiren ve ölümünden sonra derinden özlediğim zamanlar.

Çok farklı olaylar, çok farklı zamanlar babamı düşünmeme neden olur.  Kaybedeli onaltı yıla yakın oluyor ve karşılaştığım birçok zorlukta babama teşekkür ederim.  Babam olmaktan öte çok farklı bir iş arkadaşı, enteresan bir öğretmen, anlaması zor bir rol model ve zayıflıkları ve kudretli olduğu kadar naif kuvvetiyle kendiyle tamamen barışık olmanın ve kendini devamlı sorgulamayı seçebilmenin yaşayan örneğiydi.  Sözleri ile değil yaptıkları ile örnek olmanın örneğiydi benim için.  Ben yerine biz kelimesini seven, doğru olanı keşfedebilmeyi ve yapabilmeyi yaşam hedefi seçen, sadece kendi ile yarışan, gördüğü yanlışlara tarafsız kalabilmeyi kendi yararına da olsa başaramayan bir adamdı Sinan Kocasinan.  

Onun için, “başka bir gezegenden” tabirini çok duydum doğrusu.  Hani aile içinde bile demişizdir sanırım.  Yaşamda yıl aldıkça bunun ne anlama geldiğini daha iyi anlıyorum.

Rahmetli babam mükemmel bir adam mıydı bilmiyorum. Onu o kelimenin terazisi ile hiç değerlendirmedim.  Öyle bir hedefi olduğunu da zannetmiyorum.  Onun yaşamı, bir sorgulama, bir mücadele, bir keşfetme mücadelesiydi. Yaşam, hayatının farklı zamanlarında ağır sorumluluklar, zorlu imtihanlar, bir insanın altından kalkması pek mümkün görünmeyen mücadeleler ile karşı karşıya bıraksa da, kalbini katılaştırmadan, şefkat ve nezaketini yitirmeden yaşamayı başarabilen nadir bir insandı babam. 

Babamın bir özelliği daha vardı.  Sonu olmadığı hissini veren her konudaki geniş ve derin bilgisi.  Çocukken babamın bu bilebilme özelliğini bize yılların vereceğini düşünürdüm. Ama elli yaşıma yaklaştığım bugünlerde zamanın yeterli olmadığını keşfetmiş durumdayım.  Bu biraz da Sinan Kocasinan olmakmış.

Babamı çok özlediğim doğru.  Babasını sevmiş ve kaybetmiş her evlat babasını derin bir özlem ile anar ve arar. 

Ben babam kadar Sinan Kocasinan’ı da özlüyorum.  Hayatımdan böyle bir öğretmen geçtiği için çok şanslıyım ve bir o kadar da şanssız.  Böyle maceralar ile dolu bir hocanız var ise, yüreğinizde aynı keşfetme arzusunu yaratabilecek insanlara derin bir özlem duymamanız mümkün değil.

27 Temmuz 2019 Cumartesi

Günün sonunda bakıyorum da, bu güzel yaşamda, en çok paylaşmak istediklerim galiba bir yandan da en çok benim öğrenmem ve yaşamıma katmam gerekenler.  
Bugün iki danışanım benim kitaplarımdan iki ayrı bölümü bana göndermişler. Tesadüf bu ya, okurken tam da benim ihtiyacım olan zamanda bana ne kadar da gereken iki hatırlatma çıktı karşıma.
Yaşam ne kadar muhteşem, ne kadar sabırlı, ne kadar güzel sürprizlerle dolu bir bir öğretmen.

2 Ekim 2016 Pazar

Şükür ya da Şikayet

Doğruları bulmak için çalışmak, gayret etmek, doğru olanı yapmaya çalışmak, bunlar bize yaşama hevesini de veren arzular bir yandan.

Bununla birlikte yaşamda yarının nasıl olması gerektiğine dair düşüncelerimizin ne kadar sınırlı olduğunu fark etmek için o hiç tahmin edemediğimiz sürpriz yarınlarla karşılaşmak yeterli olabiliyor. Bir anda.

İşte o yüzden başımıza gelenlerle ilgili yorumları, yargıları, şikayetleri, mutlulukları, kaygıları, heyecanları akıtmaya başlamadan önce, özellikle de bizi üzüntülere iten düşünceleri, belki de sormak gerek, bu neden oluyor, bu neden oldu diye?

Kim bilir, belki şükredeceğimiz yanıtları şikayet edeceklerimizden daha fazladır.

28 Kasım 2015 Cumartesi

Yapmamız Gereken...


Günaydın,

Yaşamda hepimizin yürüdüğü yolda bize gereken esasında kimseye ihtiyaç duymadan ihtiyacımız olanı kendimizin keşfettiği ve yapmamız gerekeni kendimizin yapabildiği günler. Bu mümkün.  Ve hedefimiz de bu olmalı. Yaşam için. Reiki için. Neyi istiyorsak onun için.

Bu yolda, hepimizin bildiklerimizden, yaşadıklarımızdan, deneyimlediklerimizden öğrendikleri var.  Yaşadığımız için bildiğimiz.  Bağımsız olma yolunda işte paylaşmamız gereken tam da bu.  Nasıl bağımsız olmayı başarıyoruz?  Tamam, her zaman olmayabilir ama başarabilidiğimizde, başarabildiğimizde nasıl başarıyoruz.

Reiki adına bildiklerim var.  Bugün ve hangi günler bunu yapmak bana doğru gelecek ise bunu yapmaya gayret edeceğim.  Sizin başka türlü olması gerektiği ile ilgili hisleriniz ve/ya bilişleriniz varsa, bunu aynı yolda yürüyenler ile paylaşmak da sizin sorumluluğunuz.

Yeni bir gün başlıyor ve bu gün için ben de bu düşünceler dolaşıyor.

Hepinize saygı ve sevgilerimle.
Zeynep


26 Eylül 2015 Cumartesi

Yeni Başlangıçlarda

28 Eylül Pazartesi günü okullar açılıyor.
Aslında mesela yeğeniminki gibi birkaç hafta önce açılan okullar da var. Kısaca Eylül ayında öğrenciler için yeni bir dönem, yeni bir zaman geliyor, başlıyor.
Harika keşiflerin ve büyümenin aşaması olabilecek, bir yandan da onların yaşama dair umutlarını, heyecanlarını ve azimlerini zorlayabilecek bir zaman. Yaşam fırsatlar, imkanlar, sorunlar, kolaylıklar, acılar, bir çok şey sunacak. Bir ihtimaller dünyası başlıyor ve bu dünya bazen zorlu olabiliyor.
Ailemizdeki, etrafımızdaki, yaşamımızdaki çocuklar için ne yapabilirim diye düşünür böyle zamanlarda. Hala olarak, abla olarak, teyze olarak (Eh artık teyze diyenlerde oluyor bana) ne yapabilirim, ne yapmam uygun diye düşünürüm. Yaşamımızda karşımıza çıkan her çocuğun yaşamında az ya da çok bir etkimiz var. Her sözümüz, her davranışımız, hatta her düşüncemiz onları etkiliyor.
Başarabileceklerine, yapabileceklerine, karşılaştıkları zorlukları aşabileceklerine olan inancımız, sadece aklımızda söylenmeyen sözler bile olsalar yaşamları etkiliyorlar. Niyetimizin, inancımızın, düşüncemizin frekansı yaşamlara dokunuyor.
O zaman hep sevgiyle olsun, her çocuğun içindeki o yapıcı, olumlu güce inanarak olsun, kendi güçlerini keşfetmelerini dileyerek olsun.
Yaşamı öğrenme yıllarımıza dair hepimizin hikayeleri var. Yaşam boyu bizimle yürüyen hikayeler. Her yeni başladığımız şeyde, her yenilikte, her dönemeçte bize kendini hatırlatan hikayeler. Yaşamımızdaki çocukları anlamak kadar kendimizi anlamak için de hatırlamamız gereken hikayeler. Ben bunları bir kısmını yazmıştım. Bugün tekrar okudum ve tekrar paylaşacağım. Çünkü her yapmaya yeni başladığım şeyde kendime hatırlatmam gerekebiliyor. Hala. "Zeynep, yapabilirsin, nasıl yapabileceğini bulman gerekiyor," diyor bir ses. Ve ben o tanımayı öğrendiğim sessiz sese artık güveniyorum.
Kırmızı kurdeleli ya da sadece mutlu, sevinçli, neşeli, bereketli olsun yaşam. Yapmak istediklerimizi yaparak ya da yaşamın karşımıza çıkardıklarını keyifle aşarak. Keyifle yaşayarak.
Yaşadığımıza şükredeceğimiz günlerimiz çok olsun.

12 Mart 2015 Perşembe

İçimizdeki Cevher


İçimizde, hepimizin içinde keşfedilmeyi ve ortaya çıkarak yaşam bulmayı bekleyen ne çok yetenek ve zenginlik var.

Kimilerimiz bizdeki bu cevheri bularak hayat bulması için çalışan insanlar ile karşılaşma şansına sahip oluyoruz.

Bazense bizi doyuracak bir yaşamın arayışı içinde bizde saklı hazineyi kendimizin keşfetmesi ve ortaya çıkarması gerekiyor.

Bazen zorluklar bizi daha kuvvetli yaparken, bazen de önümüzü açanlar hızlı yol almamızı sağlıyorlar.

Yolumuz ne olursa olsun, emin olmamız gereken bir şey var. Nasıl olursa olsun, ne olursa olsun, ne kadar kolay veya zor olursa olsun, yaşamak için doğduğumuz yaşamı yaşamaya yaklaştığımızda doyum, mutluluk ve keyif oluyor. Çok zor bir yaşam bile, bir anından bile şikayet etmediğimiz bir yaşam oluyor.

Karşımıza çıkan her 'engel', her 'zorluk', üstesinden gelebileceğimiz için. Aşmamız, çözmemiz, keşfetmemiz ve üstesinden gelmemiz için. Belki engel ve zorluğa bakışımızı değiştirmek için.

Kendi gücümüzü keyif ve mutluluk ile keşfedeceğimiz bir yaşamın tadını hep alalım.

15 Şubat 2015 Pazar

Devam Etmek


Yaşam ve yaşananlar ağır geldiğinde, yapabileceğimiz en iyi şey elimizden geleni yapmak, yapmaya devam etmek.

13 Şubat 2015 Cuma

Sevgililer Günü


Sevgililer günü sevgi üzerine konuşmak için tatlı bir bahane. Romantik ilişkiler, eşler, sevgililer konusu bir yana, yürekten sevgi hissi, yürekten yayılan o enerji dünyadaki en yüksek frekans. 

Şartlı sevgi, yani şöyle olursan, böyle yaparsan, şunları kabul edersen seni severim anlamını taşıyan sevgi aynı sınırsız enerjiyi taşıyamıyor. Koşulsuz sevmek yaşamı ve insanları oldukları gibi kabul etmeyi içeriyor.

Bir insanı olduğu gibi kabul etmek onun kendini gelişmesi, arzularını gerçekleştirmesi, yaşam yolunu açması için destek vermemek anlamına tabii ki gelmiyor. Yeni seçenekler, fırsatlar sunmamıza engel değil. Aklımızda onlar için beliren olumlu imkanları paylaşmaya, hatta belki biraz ısrar etmemize bile engel değil. Yaşamın tüm gerçekliğini görmenin mümkün olmadığını ve bakış açımızın doğamızdan gelen sınırlılıklarını hatırlayarak yaşayalım yeter ki.

Kendi yaşam yolumuzdaki güzellikleri ve fırsatları görmekten ürktüğümüzde başkalarının desteğine ihtiyacımız olur. Herkesin olur.

Bununla birlikte esas olan, seçimi ve sonucu o insana bırakmak.

Bu bazen kader yolunu keşfedenlerin o gözleri yaşartan kendilerine sahip çıkmaları ya da yüreği de ağlatan kendilerini inkarı kabullenmeleri olabiliyor.

Bir insan için yapabileceğimizi yaptığımızı hep hissettirecek şey onlar için en iyisinin ne olduğunu sormaya ve düşünmeye devam etmek ve oldukları haldeki mükemmelliklerini hep hatırlayarak şartsız sevmektir.

Hepimizi çocuklar gibiyiz. Sevgi her zaman ve her zaman en büyük besinimiz.

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Güneş Tutulması...

Her yeni günde bir karar anı vardır.

Bugün ne yapmayı seçeceğim?

Bugüne kadar kaçırdığım fırsatlara mı yanacağım?  Elimdekini alan, beni yaralayan, fırsatlarımı çalanlara kızmaya devam mı edeceğim?  Daha iyisi olabilir diye yakınmaya devam mı edeceğim?

Bugün ne yapmayı seçeceğim?

Babam ben doğduğumda benim şu anda olduğum yaşlardaymış.   Yeni bir canın mesuliyetini aldığı yaşlar benim bu yaşamı boşa mı harcadım diye sorguladığım yaşlar.

Bu yaşamda yapmak istediklerimi gerçekleştirmeye vaktim yetmeyeceği hissine kapılırım bazen. Bir korku alır beni. Bir panik hissi.  Bir atak gibi gelir ve beni sarar.  Bu hissin kaynağı benim düşüncelerim olabilir. Bu hissin kaynağı benim önümü kapatan başka bir enerjinin bende doğurduğu düşünceler, hisler olabilir. 
Yaşamımdaki her olumsuzluğun çıkış noktası benim zihnim olmayabilir.

Yine de her olumsuzluğu dağıtabilme gücü benim seçimlerimde.

Gerçekten üzerimize bazen öyle bir olumsuz enerji gelir ki kafamızı kaldıramayız.  Gün kapkara görünür. Herşey ama her şey karanlık görünür.  Güneş karanlık, dostlar karanlık, gün karanlık, gece zifiri. Böyle anlar var.  Varlar.  Bazen bir şey, bir enerji her şeyi bize karanlık gösterir.  Bazen o her neyse etrafımızdaki her şeyin enerjisini emer. O his gerçektir. Olay gerçektir. Yani bana “Zeynep çık bu olumsuz düşüncelerden,” derseniz, yapamam.  Yapamam. Yapacak enerjim yoktur.  Siz pırıl pırıl güneşi görünce bendeki güneş tutulmasını nasıl anlayacaksınız?  Güneş tutulmaları vardır.

Güneş tutulmaları vardır ve güneş tutulmalarının özelliği - sonsuza kadar sürmezler. Geçerler.  Sadece zifiri güneş tutulmalarında güneşin tekrar etrafı aydınlatacağını unuturuz bazen.  Karanlıkta geçen günler güneşin doğacağını bize unutturur. Hatırlamak zorlaşır. Güneş tutulmalarını değiştiremeyiz. Güneşle, ayla, dünyayla savaşamayız.  İnsan olarak doğamız bu düzenin içinde var olmak.  İşte ruhun güneş tutulmaları da savaşmak için değildir.  Sabretmek içindir.  Beklemek içindir. Geçmesini beklemek için.

Doğduysak bir nedeni var.  Nefes almaya devam ediyorsak göreceklerimiz var. Yaşayacaklarımız ve yapmamız gerekenler var.  Güneş tutulmalarına aldanmadan, kanmadan o izi sürmeye devam etmek için doğduk.  Bu sözleri ezbere kabul etmek zor.  Kim demiş ki?  Doğru olduğunu gören mi var?  Hepsi bizi oyalamak için bir kandırmaca olabilir mi?  Ya aldanıyorsak, ya geçekten güneş kaybolduysa.  Aldanmış olabiliriz, değil mi?

Değil.  Hayat öyle beklenmedik anlarda öyle kapılar açıyor ki, insan olduğu yerde dizlerinin üzerine çökmek ve şükretmek istiyor.  Bu hissi hiç yaşadınız mı?  Öyle bir şey olur ki, ayakta duruyorsunuzdur ve bir anda sanki dizlerinizin bağı çözülür ama daha ötesi sanki bir şey sizi yere çeker. Dizlerinizin üzerine çökmek hatta secdeye varmak istersiniz.  Kimi zaman da yaparsınız.  Nasıl olduğunu anlamadan.  Şükredilecek anlar bir anda gelir. Güneş tekrar bir anda doğar.  Yaşama sevinci bir anda sanki her damlası ile sizi yeniden yaratan bir şelale gibi tüm varlığınızı doldurur. Aniden.

Ben bu dünyaya neden geldim? Neden doğdum?  Artık inandığım gibi neden doğmayı seçtim?  Neden Zeynep, neden Türkiye, neden İstanbul ve Ithaca ve Malatya ve Elazığ ve Fethiye? Neden Çelikhan, neden Şövalye Adası?

Yaşamamız gereken yaşam kolay olmayabilir.   Gerçek mutluluk kolaylıktan çok yapmamız gerekeni yapmış olmanın verdiği muadili olmayan doyumdan geliyor.  Sihrini iliklerimize kadar hissettiren.

Her nefes sonraki an için bir hazırlık, bir kutlama, bir heyecan.  Her nefes yaşam denen macera için.  Nefes olduğu sürece var olan.

16 Mayıs 2014 Cuma

2014 Yılı Yaz Dönemi Yaratıcılık Çalışmalarımız başlıyor



2014 yılı Yaz Dönemi Yaratıcılık Çalışmaları başlıyor.

Yaratıcılık sadece sanat değildir. Yaratıcılık çözüm bulma, çözüm üretme, yaşamı okuma yolumuzdur.

Arzu ettiğimiz bir yaşam, isteklerin hayat bulma yolunu açabilmek için düşüncelerimizin, duygularımızın, yaratıcılık gücümüzün önünü açmak en değerli anahtarlardan biri.

Kendinizi keşfetmeye, bulmaya devam etme yolunuzda yaratıcılık çalışmaları sizin için doğru adım olarak geliyor gelin bize katılın.

Fethiye'de düzenlenecek olan gruplardan birine katılmak ve detaylar için 
Zeynep.Kocasinan@gmail.com eposta adresinden bilgi alabilirsiniz.

29 Kasım 2013 Cuma

Reiki Paylaşımları - 3

Reiki'yi daha iyi kullanmanın yolu Reiki'yi yaşamımıza daha çok dahil etmekten geçiyor.

Bu kendimize daha uzun süreler Reiki vermek demek değil. Yapabildiğimiz kadar yapmak demek. Ne zaman, nerede, ne kadar yapabilirsek, yapabildiğimizi yapmak demek. Kendimizi mecbur ederek değil, doğal olarak Reiki'yi yaşamın içine katmak demek.

Reiki'yi daha iyi kullanmak çok daha uzun süreler başkalarına Reiki vermek de değil. Reiki'yi daha iyi kullanmanın sadece süreler ile ilgisi yok.

Gerçekten ihtiyaç duyduğunuzda Reiki'yi daha etkin olarak nasıl kullanabilirsiniz? Bu soruyu sorup yanıtını aramak sizi kuvvetiniz ile buluşturur.

Gerçekten Reiki vermeniz gereken kişileri, yerleri, olayları nasıl daha iyi fark edebilirsiniz? Bu soruların yanıtları ilginizi çekiyorsa, cevaplar size hiç de uzak değil demektir.

Reiki verirken, evdeki sulanmaya ihtiyacı olan çiçekleri fark edip ihtiyaçları kadar suyu vermek gibi enerjiyi de ihtiyaç duyulan yere gerektiğini kadar vermeyi keşfetmeyi dilemek, bunu yapmayı dilemek en doğru niyet olabilir.

Ben ilk öğrendiğim günden itibaren Reiki'yi kullanmak istedim. Kendim kadar başkalarına da Reiki vermek istedim. Binlerce defa Reiki verdikten sonra artık emin olduğum birkaç şey var:


Öncelikle canınız Reiki vermek istemiyorsa, Reiki vermeyin. Ne kendinize ne de başkasına. Rica etmişler, ayıp olacakmış, bunlar yeterli nedenler değil. Reiki vermek istemiyorsanız bir neden var sizi engelleyen. Bu nedeni bulun, çözün ya da size mesajını dinleyin. Yorgun musunuz? Su mu içmeniz gerekiyor? Ortam mı müsait değil? Reiki vermenizi isteyen kişi bunu gerçekten istiyor mu yoksa başkasını ricası ile mi, başka birini mutlu etmek için mi bunu sizden talep ediyor? Belki birazdan başka önemli bir iş için kalkıp gitmeniz gerekecek ve o nedenle başlayamıyorsunuz. Siz bilinçli olarak bilmeseniz de, canınız, ruhunuz bunu biliyor. İçinizden gelmiyorsa, bu bilgiye saygı gösterin. Arzu ederseniz neden içinizden gelmediğinizi bilmenin mümkün olabileceğini bilerek. Yanıtlar her zaman var.

Reiki yaparken en önemli şey niyet. Yaşamın her alanında olduğu gibi. Niyetleriniz yapıcı olsun. Yaradan'a, özgür iradeye, insana ve cana saygı ve hürmetle.