İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
vertigo etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
vertigo etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Temmuz 2020 Çarşamba

Saat Çalınca

İş için seyahat etmesi gereken birçok kişi gibi benim için de, sabahları erken saatte çalan saat ya da telefon zili, kimi zaman belki ayakta geçecek 24 saatlik bir iş gününün başladığı anlamına geliyordu.

Özellikle günü birlik yapılan iş gezilerinde, gün, genelde saat sabah 6.00 civarında kalkan bir uçak ile başlardı.  Bu da benim için Fethiye ya da İstanbul’da oluşuma göre değişmek üzere, genelde iki ya da ikibuçuk saat önce evden yola çıkmak ve ikibuçuk üç saat önce kalkmak anlamına geliyordu.


Saat sabah üç buçuk, dört arası başlayan gün, mesai başlamadan önce gideceğim yere yetişmek ve yine genelde mesai bitiminde de yapılması gereken işler ya da görüşmeler olabildiği için, gece yarısı ya da geceyarısını geçtikten sonra, yerine göre son uçakla geri dönerek günü tamamlamak anlamına geliyordu.  Eve döndükten sonra ancak bir gün önce evden çıktığım saate kadar uyuyabildiğim çok oldu.  Dört, beş saat uykudan sonra yeni gün başlıyordu.


Belki on yılı aşkın süre bunu çok yaptım.  Bunu haftada iki, üç defa yapmanın olağan tempom olduğu zamanlar oldu. Bir gün şehir dışına git geli, bir gün ofiste çalış, diğer gün ve ertesi gün tekrar git gel, sonraki gün ofiste ol, bazen haftasonu da çalış ve şehir dışına git gel.



Seyahat etmeyi genelde çok sevdim. Bunu zaman zaman paylaşıyorum. O nedenle, çok uzun yıllar bu yolculukları esasında keyifle, yaşamın normali olarak kabul ederek yaptım.  Sonrasında İstanbul’dan Fethiye’ye taşındıktan sonra, iş programımı bir de Fethiye denklemi ile çözmek gerekince, Dalaman Havalimanı sadece geziler için değil gündelik yaşam için hayatımın parçası oldu. Yolcuklar biraz daha uzadı ve uçaklarda geçirdiğim saatler daha da artmaya başladı.


Genelde uçaklarda evimde gibi rahat ettim.  En güzel kitap okuduğum, en zorlu metinleri çalışabildiğim, ve bir anlamda rahatsız edilmediğimiz kesintisiz bir odaklanma zamanı verdiği için, bazı zorlu çalışmalarımı yapabildiğim yer oldu. 


Uçağın kimi zaman bebek ağlamaları, kimi zaman yüksek sesle yapılan sohbetler, anonslar ve kulaklık kullanmadığımızda uçağın tipine göre oldukça rahatsız edici olabilen uğultusu odaklamama hiçbir zaman engel olmadı.  Koridor kenarında bir koltukta oturmayı başarmışsam, ve sanırım hayatım boyunca yaptığım yolculukların belki sadece yüzde üç, beşi mecburen başka bir koltukta olmuştur, keyifle ve rahatlıkla uçakta çalışabildim. 


Ne servis, ne de koridorda geçen yolcuklar, aslında rahatsızlık vermelerine rağmen engelleyecek kadar rahatsız etmedi beni.  Genelde D koltuklarını ya da koridorların sağ tarafını tercih ettiğim için, özellikle sol kolum ve omzum koridordan geçen hostes ya da yolcuların çarpmaları ya da taşıdıkları eşya ya da çantalarını vurmaları ile zaman zaman morarmış olsa da, bu da koridor kenarı seven yolcuların katlanması gereken gülün dilkeniydi ne de olsa.


Sabah yolculuklarından eskisi gibi hoşlanmamaya ne zaman başladığımdan tam emin değilim ama 2010 yılının Mart ayında, o yıl birkaç eğitim nedeniyle neredeyse birkaç haftada bir yaptığım Londra yolcukluklarından birinden bir gün önce, yaşadığım ilk vertigo atağı ile kendimi İstanbul Amerikan Hastanesi’nin acilinde bulmam ile başlamış olabilir.


2010 yılının Mart ayına gelinceye kadar 2010 yılının ilk ikibuçuk ayında kırkı aşkın uçuş yapmış olduğumu fark etmiştim.  Bunu merak edip hesaplandığımdan değil, Acil Servis’teki doktor sorduğu için, düşününce fark etmiştim.  Hatırladığım kadarı ile acile yattığım günden önceki sekiz günden altısında uçak yolculuğu yapmıştım. Kimilerinde, aktarmaları ile günde dört defa uçağa binerek.  “Bunu azaltmanız gerekiyor,” demişti doktor.  “Yavaşlamanız,” gerekiyor.


Sonrasında, o günden beş yıl sonra vertigo biraz sık olarak karşıma çıkmaya başlayınca, günübirlik yolculuklarımı, mümkün ise gittiğim yerde bir gece konaklayarak yapmamı önermeye başladılar. “Aynı gün gidip dönmeyin mümkünse,” diye rica etti doktorlarımdan biri.   


Eve dönmek için acele etmek yerine, yolda olma hali ile daha çok barışmam gerekiyordu. Ve mesela Kanada ya da Japonya gibi uzun mesafeli yolculuklarımda, aynı zamanda öncesinde ve sonrasında eskiye göre farklı bir programlama yapmak gerekecekti.


Kırkbeş yaşımdan sonra uçaklarla olan yaşamımı ve çalışma programımı değiştirmem gerekmişti.  


Ve bu da, sabahın erken saatlerinde, genelde gün ağarmadan önce çalan alarm sesini artık çok az duyduğum anlamına geliyordu.



2020 yılının bu sabahında telefonumun alarmı saat 04.30’da çaldığında hızla giyinip bindiğim takside havalimanına giderken aklıma tüm bu düşünceler geliyordu.

16 Ocak 2020 Perşembe

Dinliyor Muyum Seni?

Yaşamın anlamını zıtlıklar ile bulduğunu söylemek mümkün olabilir. 

Mutluluğun anlamını üzüntülerin arasında, huzurun değerini anlaşmazlıklarda, şefkate duyduğumuz ihtiyacı canımızı yakanların umursamazlıkları arasında bulabiliriz.  

Bedenimizdeki ağrıları da onların yokluğunda yaşadıklarımızda ya da yaşayabildiklerimizde daha iyi anlayabiliriz.  

Elli yaşıma kadar hastaneye gitmemiştim, diyen çok sağlıklı dostlarım oldu. Ben onlardan biri değilim.  Çocukluk yaşlarım çokça hastalık ile geçti mesela.  Ergenliğe kadar zayıf ve narin bir çocuktum.  

Bedenim hastalıklardan korunabilmeyi başaramasa da, anlaşılması zor bir kuvveti de vardı. Esasında otuzlu yaşlarımın başına kadar hastalıklarıma rağmen sanki hasta değilmiş gibi yaşayabilmeyi başarabilmiştim. Yani ateşim çıkabilir ama elimdeki işi bitirmek için gözlerimi zor da açabilsem çalışmaya devam ederdim. 

Özellikle annemin hiç sevmediği bu özelliğim nedeni ile çocukken genelde hasta olduğumu ancak çok ileri aşamaya geldiğinde fark ederler ve neden daha önce şikayet etmediğime ya da durumumu anlatmadığıma kızarlardı.  Sonradan babamın da huylarından olduğunu keşfettiğim bu davranış biçiminin özel bir nedeni de yoktu aslında.  Sadece bedenim beni gerçekten hiçbir şey yapamaz hale getirene kadar devam ediyordum nedense. 

Düşe kalka da olsa devam etmeyi seçiyordum. Hiç halim olmasa da, sürünerek bile olsa işe giderdim. Tabii, o nedenle iyileşmeden işe gidip sonra daha beter olup daha uzun süre hasta kaldığım çok oldu.  Koca bir yaz mevsimini, neredeyse üç ayı, kendime iyileşme zamanı vermediğim için bir iyi, bir kötü ayakta kalma mücadelesi ile geçirdiğimi hatırlıyorum. Şöyle bir hafta izin versem kendime muhtemelen iyileşeceğim ama o bir haftayı kendime veremedim o yaz. Vermedim.

Hasta olabilirdim ama bunu paylaşmaz ve şikayet etmezdim.  Mesela başka bir yaz, bileklerim ile uğraşarak ama iş hayatımı hiç aksatmadan geçti.  Bir ayak bileğimdeki lifleri koparıyor, 6-8 hafta özel bileklikler kullanıyor, tam geçti derken ya aynı ayağımı ya da diğerini incitiyor ama yine durmadan devam ediyordum.  Koltuk değneği ya da baston ile şehir dışındaki şantiyemize tek başına gitmişliğim bile oluyordu.  İş programımı aksatmamak için.  

Garip bir sorumluluk duygusu ile bunları yapıyor olmakta bir terslik görmediğim gibi, bunlardan farklı bir seçeceğin lafını bile ettirmediğimi de hatırlıyorum. Annem aksini söylemeyi bırakmasa da yaptıklarımın değişmesini de pek sağlayamıyordu doğrusu.

İlk otuz yılımın tahminen ilkokulla birlikte başlayan bölümünü, bedenimi dinlemeden, bedenime rağmen her ne yapmak istiyorsam onu yapmaya devam ederek, bu şekilde yaşamayı doğru kabul ederek geçirdim.  Bedenim de, zorlansa da buna bir şekilde izin verdi. Yani zaman zaman süründüm ama devam edebildim.

Sonra otuz yaşımı geçtikten sonra farklı bir şeyler olmaya başladı. Bedenimin daha önce yaşamı aksatarak, tökezleterek yaşattığı deneyimler daha kesin ve net olmaya başladı.  

Kırk yaşımı tamamladıktan kısa bir süre sonra da başka bir deneyim ile karşılaşmaya başladım. Vertigo adı ile gelen bu deneyim, daha önce hiç yaşamadığım bir şeyi bana yaşattı. Tamamen durmak zorunda kalmayı. 

Birçok rahatsızlık bizi bir şekilde durdurarak olduğumuz durumu sorgulatır aslında. Bununla birlikte, benim vertigo deneyimim çoğu zaman önden biraz işaret verse de genelde bir anda hareket etmekten, düşünmekten, dinleyebilmekten, konuşabilmekten, uyuyabilmekten, dinlenebilmekten, yaşamı yaşam yapan en basitinden en karmaşığına birçok şeyi bir anda yapabilmekten alıkoyan bir dalga olarak hayatıma girdi.  

2011 yılının Mart ayında, o günlerde birkaç haftada bir yaptığım gibi Londra’ya eğitim için gitmeye hazırlanırken, bir anda bir alışveriş merkezindeyken nakavt oldum.  Sonrasında beni dört yıl rahat bıraktı ama sonraki yıllarda farklı zamanlarda farklı şekillerde yaşam bana vertigo kelimesinin işaretleri ile dur dedi.  

Olmazsa olmaz deyip durduğum şeyleri yapmama izin vermedi.  Hayatımdaki en önemli anlardan olduğunu düşündüğüm şeyleri yapmama, gitmemim şart olduğuna inandığım yerlere, gitmeyi çok ama çok istediğim yerlere gitmeme engel oldu.

Haftanın neredeyse her günü uçağa bindiğim aylar,  haftada en az dört beş defa uçtuğum yıllardan sonra, mesela 2015 yılında bu defa dört beş ay, o günlerde bulunduğum Fethiye dışına çıkamadım.  Ama aynı yıl, vertigoya rağmen cesaret edip Karateye devam ettim mesela.  Yapmam gerektiğine inandığım ya da yapmayı planladığım şeyleri yapamadığımda çok farklı ilgi alanlarında çok farklı şeyler keşfettim.  Fark yaratan işlerimi o tamamen durmak zorunda kaldığım döneminlerin sonunda yapabildim.  Aklıma hayalime gelmeyen yeni projeler, yeni fikirler, yaratıcı işler o endişeli, kaygılı, huzursuz, sağlıksız günlerin sonrasında beni şaşırtarak hayatıma geldi.  

Vertigonun beni etkilemeye başlayacağı zamanları önden fark etmeye başlamadım diyemem. O nedenle esasında beni etkilemesine zaman zaman engel olabildiğim de oluyor.  Ama bazen, fark etsem de, ne yaparsam yapayım, hangi desteği alırsam alayım, o dalgaya mani olamıyorum.

Sonrası için planladıklarımda değişiklik yapmamın şart olacağını hissettiren bu dalgayı endişe hissetmeden karşılayamasam da, bugüne kadar bana öğrettikleri ile, artık daha az kaygı ile, yaşamın benim planladıklarımdan farklı bir şeylere açık olmamı istemesi olarak yorumlamaya gayret ediyorum.

Tamamlayıcı tıp çalışmalarında, sağlık, huzur ve mutluluğun, yaşamın bizim için sunduğu en uygun, ya da diğer bir deyişle en iyi yolu fark edip o yolda ilerlemekte olduğu kabul ederiz genelde. Olmamız gereken yol ile olduğumuz yol arasındaki fark açıldığında yaşamın bizi farklı şekillerde uyararak olmamız gereken yolu fark ettirmeye çalıştığına da.   

İşte, vertigo ile geçen günlerim bana hep bunu düşündürür.  

Yaşam durdurmadan biz kendimiz durup bakabilsek belki daha iyi olacak ama, kendince usulü ile bizi durduran yaşam o işaretleri ile bize neler söylemek istiyor olabilir?