İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
bireysel gelişim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bireysel gelişim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ocak 2021 Pazar

Renklerin Günlüğü

Son bir yıldır belki de eksikliğini en çok hissettiğimiz şeylerden biri etkileşim ve yaşamın akışının bize sağladığı ilham.

Neredeyse yaşamımın tamamında iş, sosyal çalışmalar ve imkan oldukça sadece keyif almak için seyahat ettim.  Ve yaşamın neredeyse bu anlamda durma noktasına geldiği bu günlerde, hareket etmenin, etrafımızdan olanların biri etkilemesine, içimizdeki uyandırmak kadar yeni düşünce ve duygu yolları açmak gibi sihirli bir yönü var.   İstanbul'da Atatürk Havalimanındaki bekleme salonunda arkamdaki koltukta oturanların yaptığı sohbet, Japonya'da bir hızlı tren yolculuğunda ikram satışı yapan görevlinin yaklaşımı, Toronto'daki CN Kulesi'nden güneşli bir Temmuz gününde şehre bakarken gelip geçen diğer turistlerin görüntüleri ve konuştukları, Londra'da bir konser arenasına giderken binilen teknedeki yolcuların heyecanlı hali, kokular, renkler, şekiller, sesler.  Ve etrafımızdakilerin çeşitliliği ile renklenen ve harekete geçen hayat.

Ve tabii bunları yaşayarak ifade etmek, sözlerimizle, yaptıklarımıza, ve burada da kısıtlanmış durumdayız ve ifade edememenin belki farkında bile olmadığımız etkilerini yaşıyoruz.

Hem etkilenmek hem ifade etmek için kendimize kanallar açmamız gerekiyor.

Bu etkileşimlerin yoksunluğu ile zayıflamamak için, yaşamlarımızı canlı tutabilmek adına bu ilhamı ve enerjiyi hayatlarımıza bir yol bulup davet etmeye devam etmek gerekiyor. 

Yoğun olarak hissettiğim bu. 

Ve bu nedenle, bugünden sonra sizleri de yaptığım bir şeyi yapmaya davet etmek istiyorum.

Renkleri o gün için, o an için içinizde olanı dışarı çıkarabilmek için kullanmak.

Eğer yoksa kendinize bir boya seti alın. Boya kalemleri, pastel boya, sulu boya seti, ya da canınız neyi çekiyorsa.  Resime dair hiçbir bilginiz olmayabilir ve elinize boya kalemini en son ortaokulda ya da lisede almış olabilirsiniz.  Bahsettiğim şey resim yapmaya dair değil,  eğer sizde o konuda bir istek uyandırırsa internet dünyasının zenginliği ile o yolda da yürüyebilirsiniz ama şimdiki hedefimiz kelimeler yerine renkler ile içinizdekini dışa vurmanız.

İster sessizce, ister bir müzik açarak önünüze bir kağıt alın ve kalbinizden, evet size bu ne ifade ediyor ise kalbinizden geçen rengi, renkleri seçerek boyayın. Durmak isteyene kadar. Durmak istediğiniz süre ne kadarsa o kadar süre.  Bu süre muhtemelen başlarda kısa olacaktır ama eğer uzun süre oluyorsa, belki yarım saati başta geçmemenizi öneririm.  Bu şekilde ifade etmenin, bir nevi konuşmanın yorucu olabileceğini de fark edebilirsiniz.  Tüm bunlarla birlikte,  gün içinde ve düzenli şekilde bunu her gün yaptığınızda hafiflediğinizi, rahatladığınızı ve yaşamla çok daha rahat başa çıkabildiğinizi göreceksiniz.

Zaten resim yapıyorsanız belki önerebileceğim farklılık, eğer zaten o şekilde yapmıyorsanız,  sadece kalbinizden gelen renkleri ve şekilleri konuşurken kullandığımız gibi gelimeler gibi kullanmak ama onların biz kontrol etmeden, ana dilimizi konuşur gibi akmasına izin vermek.

Mesele Picasso, Monet, Cezanne olmak değil, kullanmadığımız bir dille ifade etmek.  Belki biraz Fahrelnissa Zeid cesaretini davet etmek güzel olabilir. Önerdiğim bu çalışma bir nevi renk ve şekillerle bir günlük tutmak.

O günlük, kendimizi anlamak ve tanımak için de bizlere çok değerli bir rehber olabilir.

Yaşamın renklerinin sizlere mutluluk getirmesi dileğiyle.

Yürekten sevgiler.

8 Temmuz 2020 Çarşamba

Şampiyonların Yolu

Benim çok defa karşıma çıktı ve her defasında da beni etkilemeye devam ediyor.  Bir orkidenin hızla büyüyen dalınca tomurcuklar oluşmaya başladığını fark edersiniz bir gün. Ve öyle bir an gelir ki, o tomurcuk ya hızla büyümeye ve sonrasında da beyaz, pembe ya da morun farklı bir tonunda açmaya başlar. Ya da, o sırada her ne olmuşsa, o tomurcuk, açamadan, bir anda dalından kopar ve yere dökülür.

Bugünlerde Dünya’dan farklı sporcuların hayat hikayelerini okuyorum, inceliyorum ve neredeyse her birinin çocukluktan Dünya şampiyonluklarına, Olimpiyat şampiyonluklarına uzanan hayatlarını okurken, izlerken, bir yandan gözümün önüne hep orkide tomurcukları geliyor.  

Bu her biri farklı özellikleri ile güçlü ve başarılı gençlerin yaşamlarında neler doğru yapıldı ki, bu çocuklar hem spor hayatının onların yaptığı şekli ile zorlu yoluna çok uzun yıllar devam etmeyi seçtiler ve aynı zaman da başardılar.  Hangi yetenekler ise o açamadan dökülen tomurcuklar gibi özlerindeki cevheri tam olarak yaşamadılar.

Kimi sporcuların, mesela 19 yaşında Dünya şampiyonu olup öncesinde 15 yıl kadar o sporu yaptıklarını görüyoruz. 4, ya da 5 yaşlarında bir spora başlayıp devam ediyorlar. 

Ve, bir yandan şunu da düşünmeden edemiyor insan.  Kimi sporcular ile ilgili çocukluklarında farklı aşamalarda çekilen videoları, tesadüfen yapılan ve yıllar sonra çok anlamlı hale gelen röportajları dinlerken, o çocukların, hocalarının, onlarla röportaj yapanların söylediklerini duyunca, şunları düşünmeden edemiyorum.  

Öncelikle bu çocuklardaki cevheri keşfetmeyi nasıl başardılar?  Ve o uzun yıllar boyunca hem teşvik etmeyi, hem korumayı, hem yüreklendirmeyi, hem geliştirmeyi nasıl başardılar?  Yaşamın heyecanı ve merakları ile dolu çocukların ve gençlerin bu emek isteyen yola devam etmelerini nasıl sağladılar?

Başarılı bir sporcu yetiştirmenin ne kadar büyük emek olduğunu bazı Olimpiyat sporcularının hayatları ile ilgili bir araştırma çalışması yaptığım son sekiz aydır daha çok fark ediyorum.

Olimpiyatların temel prensipleri mükemmeliyet, arkadaşlık ve saygı, rekabet ve kazanma arzusunun da ötesinde bir güç yaratıyor sanki.  Rakiplerine üstünlük sağlamak için çalışırken efsane olmuş sporcuların kendilerini geliştirmek, kendilerini aşmak ve zihnin ve bedenin sınırlarını zorlamak için bir mücadeleye girdiklerini görüyoruz.

Tokyo 2020 Yaz Olimpiyatlarının 2021 yılına ertelenmesi büyük emekle hazırlanan sporcuları tabii ki benden daha çok hayal kırıklığına uğratmış olmalı.  2021 yılında yapılıp yapılmayacağı kesinleşmeyen Yaz Olimpiyatlarını 2022 yılında Pekin’de yapılması planlanan Kış Olimpiyatları takip edecek mi onu da tam bilemiyoruz.

Hepimiz bu beklenmedik zamanlarda yaşamdaki yolumuzu bulmaya çalışırken, şampiyonların yolunda onların fiziksel, zihinsel, duygusal dünyalarında neler oluyor, bunlar muhtemelen önümündeki yıllarda öğreneceğiz.

Pandemi ile yaşadığımız bu zorlu dönemin hepimizin içindeki cevherleri ve henüz keşfetmediğimiz kuvvetlerimizi keşfetmemize vesile olmasını diliyorum.

Sevgiyle.

17 Mayıs 2020 Pazar

Yol

İş hayatında, babam dışında gerçek anlamda bir patronum olmadı.  İşe başladığım günden vefat ettiği neredeyse günü gününe tam 12 yıldan sonra başka bir şirkette ya da bir amir ile de çalışmadım. O nedenle, patronlar ve amirler ile çalışmak konusunda çok tecrübeli olduğum söylenemez.

Diğer yandan, ilk işe başladığım günden özellikle kırk yaşıma gelene kadar geçen 18 yıllık sürede, çok insanın çok işini yaptım.  İşe başladığımda, babam, ne kadar dünyanın ünlü üniversitelerinden birinden mezun olmuş olsam da, işin sahada öğrenilmesi gerektiğine ve tecrübenin değerine inanan bir insan olarak benim her işi yapmamı istedi. Ve evet bu zaman zaman, bu iş için görevli başka bir çalışanımız olsa da, fotokopi çekmeyi, bazı metinleri daktilo etmeyi, ki Allah’tan bunu işe başlar başlamaz aldırmayı başardığım bilgisayarımızda yapabiliyordum, ya da onunla görüşmeye gelen misafirlere ne içeceklerini sormayı ve ikram etmeyi de içerebiliyordu.

Üniversiteden mezun olup, ve bir de dış dünyayı gördüğü için kendini pek bilgili ve pek de becerili sanan bir çok genç gibi ben de işe başladığımda farklı şeyler hayal ediyordum muhtemelen. Babam ise, Türkiye’ye döndüğüm günün ertesi sabahında başlayan şok iş terapisi ile bir yandan ayaklarımı yere bastırmaya ve bir şekilde beni kendime getirmeye çalışıyordu muhtemelen.

Bu basit, hani o zamanlarda bile ortaokulda okuyan bir çocuğun yerine göre yerine getirebileceği bu sıradan işleri yaparken, zaman zaman babam, benim için ayrılan ve onunkinden daha büyük çalışma odamdaki masama okumam için bir dosya bırakıyordu. Bazen mesela aynı gün, birkaç defa daha odama sessizce gelip büyükçe masamın sağ üst bölümüne bir iki dosya daha bırakıyordu. Bir şey söylemeden.  Bu bunlara bir bak, oku, demek olmalıydı.  İlk birkaç defa, bunlarla ne yapacağım, diye sormuştum sanıyorum ama cevap vermemişti.  Yıllar içinde çok daha iyi öğrenecektim. Kestirme yanıtlar, kısa özet cevaplar,  hazır olarak sunulmuş bilgi paketleri babamın öğretme tarzı edildi. O daha farklı bir öğrenme şekline inanıyordu ve ilk başlarda, tamam belki uzun bir süre, şikayet etsem de, o öğretme ve öğrenme şekli bana çok ama çok uyuyordu.

Aradan geçen zamanın detaylarını tam hatırlamıyorum ama ben işe başladıktan sonra sanırım üç ay kadar geçmişti.  Babam beni odasına çağırdı, masasının önündeki iskemleye oturmam için işaret etti, bir konuyu anlattı, konunun detaylarının üzerinden geçti, ilgili yazışmaları anlattı, sonra da benim az önce temize çekerek getirdiğim yazıyı bana tekrar uzattı.  Tekrar okumamı istedi. Yazıyı okudum. Herhalde bir yerde bir yazım hatası yaptım, babam düzelttirecek herhalde, dedim. Son haftalarda zamanımın büyük bir kısmı babamın yazmam için verdiği yazıları düzeltmekle geçiyordu. İşe başladığım ilk günlerde elle yazdığı yazıları daktilo etmemi isterken son haftalarda konuyu ve ilgili dokümanları vererek yazıyı benim yazmayı istiyordu ama aynı yazıyı defalarca tekrar tekrar yazmaktan bunalmaya başlamıştım.  

Elimdeki birkaç sayfalık yazıyı okudum. Bir şey göremedim. Sonra sayfaları ileri geri çevirerek birkaç defa daha baktım.  Doğrusu ne hata yaptığımı bulamıyordum.  Bu sürede babamın sessizce yerinde oturduğunu söylememe gerek var mı bilmiyorum.  Başımı kaldırdığımda açık mavi renkli gözleri ile bana bakmakta olduğunu fark etmiştim.  Bana bir şey söyleyecekti ama yüzünde farklı bir ifade vardı.  

“Kızım,” dedi, “şimdi senin şu şu bankanın genel müdür yardımcısına girerek, bu konuyu görüşmeni istiyorum.”  Babam konuşuyordu, ben duyduklarımı anladığımdan emin değildim.  İlk reaksiyon olarak, “Babacım, ben nasıl giderim?” dediğimi hatırlıyorum.  Bu arada iş hayatım boyunca, ofiste, babama Sinan Bey olarak hitap ettim, o da bana Zeynep Hanım, dedi. Yani kızım, baba gibi kelimeler bizim mesai saatlerindeki diyaloglarımızda çok yer almadı ama işe daha nispeten çok yeni başlamış, çok acemi bir mühendis ve iş insanı olarak, şirketin önemli bir konusunu bir bankanın genel müdür yardımcısı ile konuşabilecek olmak benim için o aşamada çok ama çok uzak bir kavramdı.  Ben yazı yazıyordum, evrak dosyalıyordum, ofiste bununla görevli birkaç kişi olsa da zaman zaman telefonlara yanıt veriyor, fotokopi çekiyordum.  Benim farkında olmadığım bir şey vardı.  Sonrasında gerçek anlamı ile belki de ancak babam vefat ettikten sonra fark edebildiğim bir şey vardı.  Babam gerçekten çok ama çok başarılı bir eğitmendi ve çok kısa denilebilecek bir sürede, hiçbir fikrim olmayan konular konusunda beni bilgilendirme şekli ile, çok hızlı şekilde öğrenmemi sağlamıştı. 


Zaman zaman düşünürüm, 12 yıl birlikte çalıştığım Sinan Kocasinan ile şimdiki aklım ile bir 12 yıl çalışma şansım olsa herhalde bambaşka bir insan olurdum.  

Babam için çalışmak hem çok çok zor, hem de enteresan şekilde keyifliydi.  Çok sevdiği kızı olmanız fark etmezdi, eğer Sinan Kocasinan bir işi beğenmez ise, onu kabul ettirmeniz imkansızdı.  Babamın bir işi beğenme kriterlerinden belki de en önemlisi, elinizden gelenin en iyisini yapmaya sonuna kadar gayret göstermiş olmanızdı.

O, bir işadamı olmasına rağmen, bir işin bitirilmesinden çok, işi yapan kişinin o işi tam ve hakkıyla yapmayı öğrenmiş olmasına daha çok önem verirdi.  Bu onu farklı kılan en önemli özelliklerinden biriydi belki de.

Başta söyledim ya, patronum tek olsa da, hem iş hayatında, hem sosyal çalışmalarda çok insan için çok iş yaptım.  Babamın prensiplerinden olan, boş durmak yerine boşa koşmayı tercih eden bir yaklaşımla, birilerine faydalı olabilmek, bir işlerini tamamlamak ya da çözebilmek bana büyük mutluluk veriyordu.  Bu kimi zaman gece yarılarına kadar, sabahın mesai öncesi erken saatlerinde ya da haftasonu tatillerinde, resmi tatillerde, bayram tatillerinde birileri için birşeyler yapmak, kendim için olmasa da çalışıyor olmak anlamına geliyordu.

İş yapmayı seven biri için işi yapmak genelde işin sonunda alacağınız teşekkür ya da takdirden daha önemlidir.  Ödül o işi başarmış olmak, yapabilmektedir genelde.  Yine de, işi veren kişinin işi yaparken ama belki de en önemlisi iş bittiğindeki yaklaşımı işi yapma arzunuzda çok ama çok büyük bir fark da yaratır.

Elli yaşımı tamamlamakta olduğum bu günlerde biliyorum ki, ne kadar angarya ya da zorlu olsa da, bazı kişilerin bizden yapmamız için bir şeyler rica etmesi bir hediye aldığımız hissini bile verebilir.  Çünkü o işin sonunda, işin bize yükünden çok daha büyük bir manevi ödül bizi eklemektedir.

Bu kavramı kelimeler ile anlatmakta zorlanıyorum galiba.  Acaba nasıl anlatmalı?

Babam çok zorlu, kapasitenizi sonuna kadar kullanmanızı, aklınızın, idrak kapasitenizin ve düşüncenizin sınırlarını zorlamanızı isteyen, bundan azını kabul etmemek için savaşan, yerine göre yorucu, anlaması zor, kendini izah etmek için gayret göstermediği izlenimini veren ama sonrasında bunu sizin gelişiminize imkan vermek için yaptığını ve yanlış anlaşılıyor olmayı da göze alan, aslında çok düşünceli, hassas ve sevgi dolu bir öğretmendi.  Onun, çevresindekileri yetiştirebilmek için yanlış anlaşılmayı, buna kimi zaman içten içe üzülse de, göze alan, başkalarının yaşamına katkı adına bu bedeli göze alan bir adam olduğunu belki öldüğünde bile değil, vefatından 15 yılı aşkın bir süre sonra, bu günlerde anlıyorum.

Babam ile çalışmak çok ödüllendiriciydi. Yaşadığınız zorlu gelen işlerin sonrasında işi öğrendiğinizi fark ettiğiniz sihirli bir an gelirdi. Mesela ilk bir iki yıl boyunca ihale dosyaları hazırlamanız için verilen onlarca sıkıcı işi, işyeri alanlarına, ya da farklı şehirlerdeki işveren resmi dairelerinin ofislerine sıcakta, soğukta, hastayken ya da o haftasonu Türkiye’nin uzak bir yerine seyahat etmek yerine denize girmeyi hayal ederken yaptığınız yorucu, sıkıcı işlerden sonra, bir gün, bir ihalede, ihale zarfları açılırken, o odada müteahhitler arasındaki konuşmaları dinlerken,  genç yaşınıza rağmen, bahsedilen konuları anlamakla kalmayıp, o kişilerin yaptıklarını fark ettiğiniz hataların hiçbirini yapmamış olmaktan öte, öyle bir hatayı yapabilmenin nasıl mümkün olabileceğini düşünürken bulabilirdiniz kendinizi.   Öğrendiğinizin farkında bile olmadan o işi öğrenmişsinizdir ve o anda kendinizi, o ihale salonunda havalara zıplamaktan zor tutarsınız.  Bu o ihaleyi kazandığınız anlamına falan gelmez. Konu o değildir zaten.  İşi öğrenmişsinizdir, ve o noktaya nasıl geldiğiniz hakkında en ufak bir fikriniz yoktur.  Biri sizi ilmek ilmek dokuyarak o hale getirmiştir ve bu çok sihirli bir histir.

Babam ile çalışmanın, babam için bir iş yapmanın belki en önemlisi bahsettiğim öğreticiliği sayılabilir belki ama babamın ve belki de kendisi için iş yapmayı sevdiğim diğer insanların en önemli özelliklerinden biri takdir güçleridir.

Takdir etmek, esasında bizim kültürümüzde de yer alan bir insan yaklaşımı. Bununla birlikte, kalbe işleyen, ruhu ele geçiren, ve gerçekten büyük bir istekle elimizden gelenin en iyisini yapmaya bizi iten takdir bambaşka bir şey.

Bu özel takdir, çok takdir edilmek anlamına gelmiyor.  Çok defa ya da çok özel sözlerle takdir edilmek anlamına gelmiyor. İllaki başka kişilerinin önünde, özel törenlerle ya da özel ödüllerle ödüllendirilmek anlamına da gelmiyor.  Çok defa, çok özel sözlerle, çok özel törenlerle ve çok özel ödüller ile ödüllendirildiğim anlar oldu çocukluğumdan bugüne.  O özel günlerin yaşamımdaki değerini azımsayamam. Çok değerliler ve beni ben yapan anların bazıları o günlerde, o ödüllerde saklı. Bununla birlikte, ruha dokunan ve içimizdeki en iyiyi ortaya çıkaran takdirin çok belirgin özellikleri var.  Sade şekilde ya da bahsettiğimiz ek süsler ile sunulmuş olsun, takdiri farklı kılan temel bazı özellikler var.  Ve hayatımızı anlamlı kılan insanların bu takdiri kullanmakta çok özel yaklaşımları.

Sanırım işe başladıktan sonra dördüncü yılımdı.  Babamla Ankara’da bir ihaleye girecektik.  İstanbul’dan yola çıkmadan önce ihale ile ilgili evraklarımızın çoğunu hazırlamıştık ama babam teklifini sonuçlandırmak için işin yapılacağı araziyi görmek istiyordu.  Araziyi gördükten sonra kaldığımız otele dönecek ve teklifin detaylarını tamamlayacaktık. Bu çok da makul ve normal bir plandı aslında.  Teklifin emin olmadığımız detaylarını boş bırakarak hazırlayabileceğimiz herşeyi hazırlamıştık. Belki birkaç saatlik işimiz olacaktı ama rahatlıkla tamamlayabilecektik. Tabii ki, herşey yolunda gitseydi.

Sabah ilgili resmi daireye gidip bilgileri almış, akabinde araziyi incelemiş, sonra tekrar tekrar daireye giderek bazı konuları netleştirmiş ve akabinde saat 6 civarında otele dönmüştük.  Biraz dinlenip, akşam yemeğimizi yiyecek ve sonrasında da dosyamızı tamamlayacaktık.

Akşam yemeğine inmek için üzerimi değiştirmek için odaya girdiğimde üzerime bir ağırlık çökmeye başladığını hissettim. Sabah İstanbul’dan gelmiştik. Yol ve günün temposu derken biraz yorıulmuş olmam normaldi.  Yemeğe kadar biraz uzanayım dedim.  Otelin yemek salonuna çağırmak için babamla konuştuğumda gözlerimi zor açmıştım.  Pek de iyi hissetmiyordum, hatta kıpırdayacak halim olmadığını fark etmeye başlamıştım.  Bedenimde garip bir sıcaklık ve aynı zamanda derin bir üşüme hali hissediyordum.  Aklıma gelmeyen başıma gelmişti.  Ateşim çıkmıştı ve duruma bakılırsa pek de az değildi.

O akşam ve gece, otelden temin ettiğimiz ateş ölçer ve ateş düşürücü ile 39 derecelerde seyreden bir ateş ile, biraz kendimden geçip biraz çalışarak, araziyi gördükten sonra yapılması gereken düzeltmeleri görünce belki bir iki değil ama üç dört saatte bitirebilecek bir işi tamamlamak sabaha kadar zamanımızı aldı.  Biraz çalışıyor, çalışamayacak hale gelince, biraz kendim biraz babam anlıma, boynuma, kollarıma, eklem yerlerime soğuk kompress yapıyordu. Esasında şimdiki aklım olsa hastaneye giderdim herhalde ama bir şekilde sanırım ikimiz için de elimizdeki işi yarım bırakmak, ihale dosyasını tamamlamamak bir seçenek olarak görünmedi sanırım.  Daha doğrusu, bir aşamada babamın bana sorduğunu hatırlıyorum.  Sonuçta Ankara’da yaşayan eczacı bir teyzem ve eniştem vardı ve ihale bittikten sonra da onları görmeyi planlıyorduk zaten ama, o geceyi nedense o şekilde yaşamıştık.  Şunu da itiraf etmeliyim, ben de durumumu babama olandan daha iyiymiş gibi göstermek için özel bir gayret içinde olmuş olabilirim.  Çok uzun yıllar bunu yaptığımı söylemek zorundayım.

İşte o gecenin sabahında, ihale evraklarımızı tamamladığımızda ve ihale teklif zarfımızı erittiğimiz mum ile mühürleyerek kapattıktan sonra, otel odamızda kısa bir süre sessizlik oldu.  İçimden çok şükür, diye geçirdiğimi hatırlıyorum.  Bana güvenip sadece benimle bu ihaleye gelen babamı yarı yolda bırakmamıştım.  Ama benim, bugün bile aynı sıcaklık ile hatırladığım, ödülüm babamın o tatlı, açık mavi gözleri ile bana bir süre sessizce baktıktan sonra söylediği iki kelimeydi.  “Aferin kızım.”  

Bize takdir edildiğimizi hissettiren belki de en önemli şey samimiyettir.  Yaptığımızın bizim için değerini ve önemini, bizim samimiyetimizi kalpten kavrayan bir insanın, bu gayretimizi kalpten kabulü ve onun için anlamını ve değerini ifade etmesidir.  Kimi zaman bir bakış, kimi zaman küçük içten bir tebessüm, kimi zaman sırtımıza sıcak bir dokunuş, belki kimi zaman bizi de mutlu eden şatafatlı törenler ve ödüller, kimi zaman da kısacık iki kelimedir gerçek takdir.

Ve her zaman en güzel yol, kalpten kalbe gidendir. 

27 Şubat 2020 Perşembe

Usta Usta Söyle Bana

Geçenlerde İspanyol spor yorumucularını dinliyordum. Yıllar içinde bu iki kadın yorumcuyu farklı zamanlarda dinleme şansım olmuştu. Gözlem yeteneklerini ve değerlendirme tarzlarını beğeniyordum.  Bu defa, dallarında Dünya’da en üst seviyede olan iki sporcuyu karşılaştırıyorlardı.  

İkisini tarif ederken iki kelime kullandılar. Biri için kuvvet dediler.  Kuvvetli değil, kuvvet. Gerçekten de bu sporcu gösterdiği kuvvet ile başka sporcuların önüne geçmesine bundan sonra pek imkan tanımayacak gibi görünüyor.  Ama diğer sporcu için kullandıkları kelime benim için çok daha fazla şey söylüyordu.  “O,” dediler, “muhtemelen bu dalda, her zaman, gelmiş geçmiş en iyi sporcu olacak, çünkü o şiir.”

Yakından takip ettiğim bu iki sporcu için yapılan bu yorumlar beni düşündürdü. 

Bir işi şiir gibi yapmak, yaptığımız işin “şiir” olması ne demekti?

*

Biliyorsunuz, belki 2000 yılından beri mühendislik bir yana, sosyal bilimler ve insanın sınırsız ve sonsuz dünyasını keşfetmek beni heyecanlandırıyor.  İlk defa Cornell Üniversitesi’nde mühendislik okurken farklı konuşmacılar ve kitaplar ile bu konular dikkatimi çekmeye başlasa da, seçerek daha çok öğrenmeye zaman ayırmam milenyumdan sonra oldu. Ustalık, mükemmeliyet, kendini keşfetmek, kendini gerçekleştirme, liderlik, yaratıcılık, ve mutluluk izini sürdüğüm kavramların bazılarıydı.

Herhangi bir işte tam yetkinliği genelde “ustalık”, “usta olma” ifadeleri ile tarif ediyoruz.  Modern yaşamda uzmanlık olarak tarif ettiğimiz kavram belki ustalık kavramını anlatmak ile birlikte ustalık kelimesi algımızda başka kavramları da çağrıştırıyor. 

Bu arada Türk Dil Kurumu’muza göre, ustalık “becerliklilik, el uzluğu, maharet, usta olma hali yani bir zanaati gereği gibi öğrenmiş ve yapabilen kimse olmak”.  Kurum, uzmanlığı ise “uzman olma hali yani belli bir işte, belli bir konuda bilgi, görüş ve becerisi çok olan (kimse) olma, mütehassıslık, kompetanlık” olarak tarif ediyor.

Ustalığın başka dillerdeki karşılıkları bu kelimeye biraz daha farklı anlamları da ekliyor.  Bilgi, yetki, anlayış ve kavrayış ile bir şeyleri yapmak ya da bir konuya hakim olmak.  Hatta ötesinde, bir konuyu ve işi kendi benliğimiz, bir parçamız yaparak içselleştirmek ve en doğal halimizin o işteki en yetkin uygulamayı yansıtır olması.

Ustalık üzerine bazı klasik tarifler de var.  Kimi ekoller bir konuda en az 10.000 saat çalıştıktan sonra usta olunabileceğini ifade ediyor. Kimilerine göre bunun için en az 10 yıl gerekiyor.  Bir yandan bir işe, her gün ama her gün hakkı ile iki üç saat zaman ayırsak eh bu da 10-12 yıl ediyor.

Ustalık, yapılan işe uzun zamanlar ayırmayı gerektirdiği için bir yandan da yapmayı sevdiğimiz ve yapmayı becerebildiğimiz konular üzerinde çalışıyor olmayı da içeriyor.  Mesela, yabancı dil konuşmayı sevmeyen bir kişinin yabancı dillerde uzmanlaşması belki zorla da olsa mümkün olabilir ama ustalaşması mümkün olabilir mi bilmiyorum.  Ustalık, yaptığınız şeyi seviyor olmayı ve o işe saygıyı da içeriyor.

Nereden gelmiştik bu konuya, şiir gibi spor yaptığı söylenen bir sporcudan.  

İspanyol yorumcuları dinledikten sonra, araştırdım ve  o şiir gibi spor yapan sporcunun eski müsabakalarını, hatta çocukluğundan başlayarak kendisi ile yapılan röportajları, antrenmanlarından yarışmalarına onlarca video kaydını seyrettim.  Kaydı olan takriben yirmi yıllık dönemde, nasıl geliştiğini, nasıl mükemmelleştiğini, nasıl kendini adım adım yaptığı işe kattığını gözlemledim. Tabii, bu gözlemi yirmi yıl boyunca, zaman içinde yapsam ne düşünürdüm bilmiyorum. Neredeyse bir yaşamı birkaç haftada derinden takip etmek ve izlemek enteresandı, bunu da itiraf edeyim. Bir kaç şeyden etkilendim. 

Öncelikle kişiliği. Her zaman saygılı, her zaman nazik, her zaman ince düşünceli, her zaman terbiyeli.  Her zaman diyorum, çünkü istisna yok ve tanıyan herkes bunu söylüyor. Ya da olmadık bir zamanda olmadık bir davranışındaki incelik ile hayrete düşüyorsunuz. Tekrar ve tekrar. Dünya rekoru kırarken de, en zorlu anlarında da. Ustalık sağlam bir kişilik gerektiriyor. 

İkincisi, mütevazılığı.  Hani öyle yapmacık, suni bir mütevazılık değil.  Gerçekten yaptığını daha da ileriye taşımak için duyduğu kendini geliştirme arzusunun yansıması olarak bir yaşam duruşu. Yirmi yıllık dönemde, kendi performansı ile dolu dolu tatmin olduğunu gördüğümüz belki toplam dört, beş müsabaka var.  Ustalara özgü, devamlı öğrenme, devamlı kendini geliştirme hali çok baskın şekilde görülüyor.

Kendi ustalarına ve yaptığı işe saygı.  Sıcak kanlı, samimi ve egodan arınmış yaklaşım ile hocalarına saygısını her zaman ifade ediyor.  Her başarısında önce o başarısını öğretmenlerine ithaf ediyor, sonra onu destekleyenlere.  Yaptığı işe, sporda kullandığı malzemelere, yardım edenlere, müsabakalardaki görevlilere, etrafında kim ve ne varsa teşekkür ediyor, saygı gösteriyor, özenli davranıyor.  Saygı gerçekten yapılana anlam katan ve yine samimiyetle yaşandığında ve yansıtıldığında yaşamı değiştiren bir yaklaşım ve duygu.  

Evet, işte İspanyollar bu sporcuyu şiir olarak tanımlamış.  Spor ile ruhumuza dokunabilmek olarak yorumluyorum ben bunu.  Sporda ve yaşamda bu şekilde bir duruş ile bizlere ilham veren insanlar var.  Sadece, bu vesile ile, ben neleri anlamlı ve değerli bulduğumu bir kere daha fark etmiş oldum.  Geçmişte de ve şimdi de, bir sporcuda, bir iş arkadaşımda, bir liderde, bir komşuda, bir esnafta ya da bir doktorda, yaptığı işte yetkinlik ararken yanında aradığım olmazsa olmaz özellikleri bir kere daha hatırlıyorum.  

Ve tabii, bu, iğneyi kendime batırmayı da gerektiriyor.  Mayıs ayında 50. yaşımı tamamlamaya yaklaşırken, bu tariflere göre ben yaptıklarımla ve yaşamımla neredeyim ve ömrümün bundan sonrasında kim ve nasıl olmak istiyorum?

...

Sevgiyle kalın, yaşam size keyifli keşifler, merak uyandıran sorular ve keşif heyecanınızı çoğaltan yanıtlar getirsin.

16 Ocak 2020 Perşembe

Dinliyor Muyum Seni?

Yaşamın anlamını zıtlıklar ile bulduğunu söylemek mümkün olabilir. 

Mutluluğun anlamını üzüntülerin arasında, huzurun değerini anlaşmazlıklarda, şefkate duyduğumuz ihtiyacı canımızı yakanların umursamazlıkları arasında bulabiliriz.  

Bedenimizdeki ağrıları da onların yokluğunda yaşadıklarımızda ya da yaşayabildiklerimizde daha iyi anlayabiliriz.  

Elli yaşıma kadar hastaneye gitmemiştim, diyen çok sağlıklı dostlarım oldu. Ben onlardan biri değilim.  Çocukluk yaşlarım çokça hastalık ile geçti mesela.  Ergenliğe kadar zayıf ve narin bir çocuktum.  

Bedenim hastalıklardan korunabilmeyi başaramasa da, anlaşılması zor bir kuvveti de vardı. Esasında otuzlu yaşlarımın başına kadar hastalıklarıma rağmen sanki hasta değilmiş gibi yaşayabilmeyi başarabilmiştim. Yani ateşim çıkabilir ama elimdeki işi bitirmek için gözlerimi zor da açabilsem çalışmaya devam ederdim. 

Özellikle annemin hiç sevmediği bu özelliğim nedeni ile çocukken genelde hasta olduğumu ancak çok ileri aşamaya geldiğinde fark ederler ve neden daha önce şikayet etmediğime ya da durumumu anlatmadığıma kızarlardı.  Sonradan babamın da huylarından olduğunu keşfettiğim bu davranış biçiminin özel bir nedeni de yoktu aslında.  Sadece bedenim beni gerçekten hiçbir şey yapamaz hale getirene kadar devam ediyordum nedense. 

Düşe kalka da olsa devam etmeyi seçiyordum. Hiç halim olmasa da, sürünerek bile olsa işe giderdim. Tabii, o nedenle iyileşmeden işe gidip sonra daha beter olup daha uzun süre hasta kaldığım çok oldu.  Koca bir yaz mevsimini, neredeyse üç ayı, kendime iyileşme zamanı vermediğim için bir iyi, bir kötü ayakta kalma mücadelesi ile geçirdiğimi hatırlıyorum. Şöyle bir hafta izin versem kendime muhtemelen iyileşeceğim ama o bir haftayı kendime veremedim o yaz. Vermedim.

Hasta olabilirdim ama bunu paylaşmaz ve şikayet etmezdim.  Mesela başka bir yaz, bileklerim ile uğraşarak ama iş hayatımı hiç aksatmadan geçti.  Bir ayak bileğimdeki lifleri koparıyor, 6-8 hafta özel bileklikler kullanıyor, tam geçti derken ya aynı ayağımı ya da diğerini incitiyor ama yine durmadan devam ediyordum.  Koltuk değneği ya da baston ile şehir dışındaki şantiyemize tek başına gitmişliğim bile oluyordu.  İş programımı aksatmamak için.  

Garip bir sorumluluk duygusu ile bunları yapıyor olmakta bir terslik görmediğim gibi, bunlardan farklı bir seçeceğin lafını bile ettirmediğimi de hatırlıyorum. Annem aksini söylemeyi bırakmasa da yaptıklarımın değişmesini de pek sağlayamıyordu doğrusu.

İlk otuz yılımın tahminen ilkokulla birlikte başlayan bölümünü, bedenimi dinlemeden, bedenime rağmen her ne yapmak istiyorsam onu yapmaya devam ederek, bu şekilde yaşamayı doğru kabul ederek geçirdim.  Bedenim de, zorlansa da buna bir şekilde izin verdi. Yani zaman zaman süründüm ama devam edebildim.

Sonra otuz yaşımı geçtikten sonra farklı bir şeyler olmaya başladı. Bedenimin daha önce yaşamı aksatarak, tökezleterek yaşattığı deneyimler daha kesin ve net olmaya başladı.  

Kırk yaşımı tamamladıktan kısa bir süre sonra da başka bir deneyim ile karşılaşmaya başladım. Vertigo adı ile gelen bu deneyim, daha önce hiç yaşamadığım bir şeyi bana yaşattı. Tamamen durmak zorunda kalmayı. 

Birçok rahatsızlık bizi bir şekilde durdurarak olduğumuz durumu sorgulatır aslında. Bununla birlikte, benim vertigo deneyimim çoğu zaman önden biraz işaret verse de genelde bir anda hareket etmekten, düşünmekten, dinleyebilmekten, konuşabilmekten, uyuyabilmekten, dinlenebilmekten, yaşamı yaşam yapan en basitinden en karmaşığına birçok şeyi bir anda yapabilmekten alıkoyan bir dalga olarak hayatıma girdi.  

2011 yılının Mart ayında, o günlerde birkaç haftada bir yaptığım gibi Londra’ya eğitim için gitmeye hazırlanırken, bir anda bir alışveriş merkezindeyken nakavt oldum.  Sonrasında beni dört yıl rahat bıraktı ama sonraki yıllarda farklı zamanlarda farklı şekillerde yaşam bana vertigo kelimesinin işaretleri ile dur dedi.  

Olmazsa olmaz deyip durduğum şeyleri yapmama izin vermedi.  Hayatımdaki en önemli anlardan olduğunu düşündüğüm şeyleri yapmama, gitmemim şart olduğuna inandığım yerlere, gitmeyi çok ama çok istediğim yerlere gitmeme engel oldu.

Haftanın neredeyse her günü uçağa bindiğim aylar,  haftada en az dört beş defa uçtuğum yıllardan sonra, mesela 2015 yılında bu defa dört beş ay, o günlerde bulunduğum Fethiye dışına çıkamadım.  Ama aynı yıl, vertigoya rağmen cesaret edip Karateye devam ettim mesela.  Yapmam gerektiğine inandığım ya da yapmayı planladığım şeyleri yapamadığımda çok farklı ilgi alanlarında çok farklı şeyler keşfettim.  Fark yaratan işlerimi o tamamen durmak zorunda kaldığım döneminlerin sonunda yapabildim.  Aklıma hayalime gelmeyen yeni projeler, yeni fikirler, yaratıcı işler o endişeli, kaygılı, huzursuz, sağlıksız günlerin sonrasında beni şaşırtarak hayatıma geldi.  

Vertigonun beni etkilemeye başlayacağı zamanları önden fark etmeye başlamadım diyemem. O nedenle esasında beni etkilemesine zaman zaman engel olabildiğim de oluyor.  Ama bazen, fark etsem de, ne yaparsam yapayım, hangi desteği alırsam alayım, o dalgaya mani olamıyorum.

Sonrası için planladıklarımda değişiklik yapmamın şart olacağını hissettiren bu dalgayı endişe hissetmeden karşılayamasam da, bugüne kadar bana öğrettikleri ile, artık daha az kaygı ile, yaşamın benim planladıklarımdan farklı bir şeylere açık olmamı istemesi olarak yorumlamaya gayret ediyorum.

Tamamlayıcı tıp çalışmalarında, sağlık, huzur ve mutluluğun, yaşamın bizim için sunduğu en uygun, ya da diğer bir deyişle en iyi yolu fark edip o yolda ilerlemekte olduğu kabul ederiz genelde. Olmamız gereken yol ile olduğumuz yol arasındaki fark açıldığında yaşamın bizi farklı şekillerde uyararak olmamız gereken yolu fark ettirmeye çalıştığına da.   

İşte, vertigo ile geçen günlerim bana hep bunu düşündürür.  

Yaşam durdurmadan biz kendimiz durup bakabilsek belki daha iyi olacak ama, kendince usulü ile bizi durduran yaşam o işaretleri ile bize neler söylemek istiyor olabilir?

24 Aralık 2019 Salı

İşaretler

insan yaşamda yaş aldıkça, neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair kesin sözler söylemek, iddialı cümleler kurmak zorlaşıyor.  Yanlış dediklerimizin doğru, hatalı dediklerimizin zamanında anlaşılmamış ilham olduğunu, korkularımızın gerçekleri görmeye nasıl engel olabildiğini fark ediveriyor bazen insan.

Bugünlerde çok değişik mesleklerden, çok değişik yaş gruplarından ve Türkiye’deki çalışmalarımda çok sık olmaz ama farklı ülkelerden insanlar ile çalışıyorum. Kimileri ile biraya gelebilirken, kimileri ile teknolojinin güzellikleri sayesinde farklı ülkelerdeyken buluşabiliyoruz. Kimileri gerçekten zorlu fiziksel travmalar ve rahatsızlıklar ile mücadele ediyor. Kimileri kendi ile barışma yolculuğunda kendisine ait olmayan savaşlarda yer almaktan kendini kurtarmaya çalışıyor mesela.   

İnsanın kendini aşmak için verdiğimi samimi mücadeleyi görmek ve bu mücadeleye destek verebilmek büyük bir onur ve derinden geliştirici.  Başkalarının yaşam hikayelerinin yakından şahidi olabilmek beni büyütüyor.  Tahmin edemeyeceğim şekilde olgunlaşıyorum.

Doğduğumuz bu yaşamda artık inkar edemez şekilde biliyorum ki, bizi mutlu edecek, daha doğrusu yapmamız gerekeni yaptığımızı hissettirecek, o yolu bulmamıza yardımcı olacak işaretler var.  Ancak, bazen çok belirgin, bazen şehrin uğultusu arasında bir fısıltı olan bu işaretleri bizim görmemize ihtiyaç var.

Bir günün bitiminde, bu işaretlerin bir nevi adı olan tatlı tesadüfler, insanlar ile ilham veren konuşmalar ya da yüreğimi heyecanlandıran şeyler ile karşılaşmadıysam eğer, geri dönüp nerede hata yaptığıma bakarım.

Aradığım hata ne mi?  

Ne zaman ve nerede, olanı görmek yerine olmasını istediğimi görmeyi seçtim?  Ne zaman ve nerede, olanı duymak yerine duyduklarıma kendi oldurmak istediğim anlamları yükledim? …. Bu ve buna benzer sorular ile günüme baktığımda, bazen gerçekten o anda bile kendimi fark etmeye hazır olmadığım olur. 

Ama eğer nerede korkularımın, isteklerimin, hırslarımın ya da endişelerimin gerçeği keşfetmeme engel olduğunu fark edebilirsem eğer, işte o zaman kendimle savaşmaktan kendimle yoldaş olmaya başlarım…


Bugün gri İstanbul’da, yılın bitimine yaklaşırken kendimizi olduğumuz gibi sevdiğimiz ve kabul ettiğimiz bir yaşam diliyorum. Sevgi, şefkat ve neşe dolu olması dileğiyle.

19 Eylül 2019 Perşembe

Saklı Sesimiz Hep Yakınımızda

Duymamız gerekenlerin ihtiyacımız olduğunda karşımıza doğru zamanda çıkacağına inanırım.  Bu bazen bir sohbette, bazen bir blogda, bazen bir kitapta olabilir.   İhtiyacımız olan yanıtların her zaman var olduğuna inanmakla birlikte, bu yanıtları duymaya her zaman hazır olmayabileceğimizi de biliyorum.  Yaşam iç sesimizi duymaya hazır ve açık olduğumuzda aydınlanırken, kendimiz yerine başkalarının tercih ve doğruları ile hareket etmeyi seçtiğimizde karışabiliyor.  

Benim için iç sesimi duymanın en iyi yollarından biri yazı yazmak.  Küçük gruplar ile yaptırmayı sevdiğim yaratıcılık çalışmalarının en önemli parçalarından biri sabahları kağıt kalem ile birkaç sayfa yazı yazmaktır..  Düşüncelerimizi, duygularımızı, kaygılarımızı, sevinçlerimizi filtrelemeden ve yargılamadan kağıda dökmek gerçek bir terapi.  Ve bunun ötesinde, zihnin ve yüreğin tortularını yazı ile akıtabildiğimizde, ruhumuzun sesini duymak mümkün oluyor.

Bir nevi arınma olan yazıların dışında, yaşamın izini düştüğümüz yazılara da ihtiyacımız oluyor. Benim kendim için yazmaya ihtiyacım oluyor.  Çocuklukta başlayan günlük tutmaya duyduğum sevgi, ileriki yıllarda gazete, dergilerde yazı yazmaya, sonrasında kitap ve blog yazıları yazmaya dönüştü.  Yaşamda iz bırakan anların izlerini kalıcı bırakma gayreti.  Ama, hepsinden öte, öncelikle kendimin duyması gerekenlerin okuduklarım kadar yazdıklarımda da belireceğine zaman için oluşan inanç ve ihtiyaç.

Yazı yazmanın iç sesimi duymama yardım ettiğini keşfettim. Bu yollardan, araçlardan biri.  Çok farklı yollar var. Ve yaşamın sürprizlerine karşı güvende hissetmemizi sağlayan iç ses rehberliğini nasıl duyabildiğimizi keşfetmek yaşamın önemli keşiflerinden ve anahtarlarından biri.

Benim berraklaşmak için en çok kullandığım yollardan biri sessizlik meditasyonları.  Mantralar ya da imgelemeler ile yapılan meditasyonlardan farklı olarak, sessizlik meditasyonları başlangıçta görmek istemediğimiz duygu ve düşüncelerimiz ile yüzleşme cesareti gerektirebiliyor.  Düşüncelerimiz, gündelik olaylar ardı ardına aklımıza gelebiliyor.  Ancak, bu karışık düşüncelerin belirmesine ve yok olmasına izin verebildiğimizde, ki gerçekten izin verdiğimizde gerçekten yok oluyorlar,  bir biliş hali beliriyor.  Her zaman aradığımız yanıtlar olmasa da, ihtiyacımız olan bilgiler aklımızın iç perdesine düşebiliyor.

Sessizlik meditasyonlarının birinci adım olarak ağır gelebileceğini söyleyen hocalar var ama ben aynı fikirde değilim.  Eğer niyetiniz iç sesiniz ile buluşmak ise, yani kendinizi yanıt arıyormuş gibi oyalamak niyetinde değilseniz, sessizlik meditasyonları basitliği kadar kuvvetli bir araç.

Bu meditasyonların üç günlük, haftalık ya da on günlük kamplar halinde yapılan versiyonları da var ama benim favori metodum günlük yirmi dakikalık meditasyonlardır.   Deneyen ve kullananlarınız mutlaka vardır.  Eğer denemediyseniz belki bu kendiniz için yapabileceğiniz en iyi şeylerden biri olabilir. Ve eğer, tercihen sabahları, kendinize yirmi dakika ayırmaya karar verirseniz, çok değil, bir ay sonra kendiniz kadar iç kuvvetiniz ile de tanışma şansı bulacaksınız.

Metod çok basit, bununla birlikte dikkat edilmesi gereken birkaç husus var.  Gerçekten rahatsız edilmeyeceğiniz, birilerinin habersizce girerek sizi rahatsız etmeyeceği, ürkütmeyeceği bir yer bulun.  Meditasyonu gözü kapalı olarak yapacaksınız ve derinleşeceksiniz. Rahatsız edilmeyeceğinizi bilmek süreci hakkıyla yaşamanıza imkan verecek. Yirmi dakika bu kendinizi dinleme süreci için ideal bir süre. O nedenle size önerim telefonunuzun alarmınızı ya da saatinizi yirmi dakikaya kurmanız.  Daha kısası az ama daha uzunu da gerekli olmayabilir.  Daha önemli olan, bu süreci her gün yapmanız.  Sürdürmeniz.  Ve sabırlı olmanız.   

Bir ay boyunca,  tercihen sabahları, kendinize sessiz bir yer bulun, saatinizi kurun, ve yirmi dakika boyunca sakin nefesler alıp vererek, oturur pozisyonda düşüncelerinizi seyredin.  Gelen düşüncelere bakın, film seyreder gibi seyredin, gelen ilhamlar var ise, onları dinleyin, görün, hissedin.  Ve sonunda saatiniz çaldığında, yanınızda bulunduracağınız bir deftere gördüklerinizi, aklınıza gelenleri, hissettiklerinizi yazın.  Bunlar başta bir efor gibi görünse de, bir aylık gibi bir zamanın içinde gündelik yaşamın koşturmacasında bile iç sesinizi duyabildiğinizi fark edeceksiniz.  Ve lütfen yine de, kendinize o yirmi dakikayı ayırmaya devam edin.  O sihirli zaman diliminin kendinize verebileceğiniz en güzel hediye olduğunu siz de keşfedeceksiniz.



Sevgiyle.

12 Eylül 2019 Perşembe

Siz Şimdi Neredesiniz?

Bireysel gelişim yolculuğuna çıkan her birimiz an’a odaklanmak, şimdide kalmak üzerine bilgiler ve öğretiler ile mutlaka karşılaşmıştır.  Eckhart Tolle ile özellikle batı dünyasında daha geniş grupların farkındalığına giren an’ın gücü, ya da Tolle’nin adlandırması ile “şimdinin gücü” bir kere bile olsa o gizemli zamanın tadına varabilenleri, bitmeyen bir arayışa itiyor. 

Zamanın durduğu ya da çok, çok, çok yavaşladığı hissini veren, renklerin garip şekilde parlaklaştığı, sanki evrenin tüm dillerini anlayabildiğimiz hissini veren muazzam bir ait olma hissi olarak tarif edebileceğim şimdide kalabilmek halini ne zaman ve nasıl yakalayabildiğimizi bulmak yaşamın şifresini bulmak gibi bir şey olmalı.

Her an şimdide kalabildiğime dair bir iddiada bulunmayacağım.  Sadece tadını keşfetme şansına kavuşabildiğim sihirli bir deneyim olduğunu itiraf edebilirim.  Tarifi zor bir bütünlük hissi.  Tüm yerküreyle ve yerküredeki canlı, cansız tüm varlıklarla bir gibi hissetme hali.  Yalnızlık olarak bildiğimiz hissin zıddını tarif etmek mümkün mü bilmiyorum, ama işte öyle bir şey.  Bir nevi korkunun yokluğu hali.  Korku denilen his hiç var olmamış gibi.

Hayatımda ruhuma en iyi gelen kitaplarından biri “Feel the Fear and Do It Anyway”dir. Bu kitabın adını, korkuyu hisset ama yine de yap, diye tercüme edebilirim. Susan Jeffers’ın bu kitabı İngilizce bilen dostlara en çok önerdiğim ve hediye ettiğim kitaplardan biri.  Kitaplarımın bir kısmını merkezi İzmir’de olan Lions Federasyonu Kütüphanemize bağışladım ama sanırım bende hala birkaç farklı baskısı var. Ve bildiğim kadarı ile bu kitap halen Türkçe’ye çevrilmedi.  

İşte şimdinin gücü, o sihirli anlarda ruhumuzun sesini net ve berrak olarak duymamıza izin verdiği için zihnimizi kurcalayan yanıtları bulmamızı sağlıyor.  Sorularımızın yanıtlarını bulabileceğimizi hissetmek korku bulutlarını dağıtıyor.

Bu anlardan birini Fethiye’de yaşamıştım.  Bir Aralık ayında, güneşli bir kış gününde.  Fethiye’de, Şövalye Adası’ndaki evimin bahçesinde bilgisayarımı açmış yazı yazıyordum.  Evi kontrol etmek için öğleye doğru geldiğim Ada’da, hava sıcak ve güneşli olduğu için bahçe takımının masalarından birini çıkarmış, kendime yanımda getirdiğim süt ve kahve ile bir kahve hazırlamıştım.  Ada’da devamlı olarak yaz kış yaşayan Mehmet Amca’nın ve Ada’nın bana uzak bir köşesinde devam eden bina inşaatının çalışanları ve kaptanlar dışında kimsenin olmadığı o kış gününde, hoş bir sessizlik yazı yazmak için her zaman arayıp da bulamadığımız o zengin boşluğunu yaratıyordu.

Neler yazıyordum hatırlamıyorum, ne kadar zamandır bahçede oturuyordum onu da hatırlamıyorum, ama yazarken ara ara yaptığım gibi başımı bilgisayarımın ekranından biraz yukarıya kaldırdığımda önümde uçuveren bir kelebeğe gözlerim takılmıştı.  Önümde yavaş yavaş uçan kelebeğin adeta kanatlarını çırptığını görür gibi olduğumu başta fark etmemiştim. Kelebeğe sanki bir projektör tutulmuş gibiydi.  

Aklım bahçedeki ağacın dalları arasından güneşin süzüldüğünü düşünmüş olmalıydım ki bu aydınlık başlangıçta dikkatimi çok da çekmedi.  Oturduğum yerden başımı sola doğru çevirdiğimde evin arka bahçesinin karşısındaki arsadaki zeytin ağaçlarının renkleri farklı bir canlılıkta göründü.  Bir kısmı yabani olan o zeytin ağaçlarının renklerinin biraz daha solgun olması gerektiği aklımdan geçti ama sanki düşüncelerim de, sinema ekranında çok ağır olarak kayarak geçen film alt yazıları gibi akıyorlardı.  Adeta hece hece yazılarak geçen kelimeleri ağır ağır okuyormuşum gibi hissediyordum.   Oradan gözlerim denize doğru uzandı, uzaktan geçen küçük bir teknenin motorunun sesi kendince ritmiyle önce yakınlaştı, sonra uzaklaştı. Zeytin ağaçlarına baktığım yönde az önce gördüğümle aynı olup olmadığından emin olamadığım bir kelebek az ötemde sanki daire çizer gibi yavaşça uçuyordu.  Kulağıma kelebeğin valsinin, 2004 yılında doğum günümde İstiklal Caddesi'ne arkadaşlarım ile gittiğimde caddede neredeyse her yerde çaldığı için tanıştığım kelebeğin valsi şimdi Ada’da çalıyordu.

“Zeynep Hanım, yazmaya devam ediyorsunuz, kolay gelsin,” diyen bir komşunun sesi ile kendime geldim.  Önce ne olduğunu anlayamadım ama beş on saniye sonra, aynı bey ile, bilgisayarımı alıp bahçeye çıktığımda merhabalaştığımızı hatırladım. Hiç bir zaman nerede olduğumu unutmamış olsam da etrafıma bakındım.  Elimi bilgisayarımın yanında duran kahve kupasına götürdüm.  Soğuktu.  Güneşin ışıkları eğikleşmişti.   Bilgisayarımı açtığımda saate bakmamıştım ama tekne ile Ada’ya geldiğim saati biliyordum.  Kaptan ile beni öğlen 12’ye çeyrek kala Çalış Plajındaki Şat Burnu’ndan alması için sözlemiştik.  2 ya da 3 saat  gibi bir zaman geçmiş olmalıydı.  

Oturduğum yerden hemen kalkamadım,  sanki gözlerimin baktığım manzaraya adapte olmasına ihtiyaç duydum.  Ekrana baktım, en son yazdığım cümleleri okumak istedim, çok da odaklanamadım.  Topu topu iki paragraf yazmıştım.  Oturduğum iskemlenin minderinin yumuşaklığını hissettim.  Çok ama çok hafif hissediyordum.  Adeta bedenim yokmuş gibi.

Zamanın durduğu ya da çok ama çok yavaşladığı hissini veren farklı anları, farklı yerlerde, farklı şekillerde yaşadım.  Bir anda günlerdir sorduğum soruların yanıtlarını bir perdenin arkasından belirivermişler gibi görebildiğim,  sanki biri kulağıma fısıldamış ya da resmini göstermiş gibi bilebildiğim anları Kyoto’da, Yokohama’da, Londra’da, Inverness’de, Malatya’da yaşadım.

Yeryüzündeki kimi yerlerin, kimi şehirlerin, kimi toprak parçalarının bizi başka bir boyuta götürebilen enerjileri olduğuna artık inanıyorum.  Bu yerlerin her birimiz için farklı olabileceğine de. İnsanın, her yerde, her zaman düşüncelerinin ve ruhunun erişilmesi zor boyutlarına dokunmasının da mümkün olduğunu ve özel bir ihtiyacı ya da gerekliliği olmadığını da biliyorum. Ama yine de, yine de, zamanın durduğu ama duran zaman içinde başka bir farkındalığın hareket etmeye başladığı o sihirli anları yaşamak için, bu duyguyu tanımamız için Tanrı’nın bizlere hediye ettiği yerler olduğuna da inanıyorum.  Yaşamın karşımıza tesadüf ile çıkardığı ama atalarımızın yaşamlarının izini sürerek daha kolay bulabildiğimiz, geçmişimizin bize izlerini aslında hediye ettiği yerler.

Dilerim yaşam ile bütünleştiğiniz, ruhunuzun sesini daha iyi duyabildiğiniz yerler ile kesişsin yollarınız, ve eğer onları keşfetmiş olan şanslılardansanız bizler için de aktarın hissettiklerinizi, yaşadıklarınızı keşiflerinizi.   Çünkü bu keşifleri kuvvetli kılan kendi deneyimlerimiz kadar birleştirebildiğimiz tecrübelerimiz.

Sevgiyle.

6 Eylül 2019 Cuma

Mutlu Edin Kendinizi

Feng Shui ile ilgili ilk kitabımı okuduğumda herhalde 1990’ların sonlarıydı.  Adını koymak mümkün olmasa da tesadüf dediğimiz olaylar beni farklı kitaplar ve insanlar ile karşılaştı.  Mekanların, eşyaların enerjisi ve yaşamımıza etkilerini sorgulamak ile başlayan süreç kader dediğimiz bilinmezin ipuçlarını, biraz da eğlenmek adına araştırmaya itti.  Geçtiğimiz yirmi yılda, binlerce kitap, yüzlerce farklı öğreti veya metot, onlarca farklı hocanın anlattıklarını duydum, öğrendim, kullandım.  Kimilerini çok, kimilerini en başından kendime uygun bulmayarak hiç ve kimilerini her zaman kullanarak keşiflerle dolu bir bir yirmi yıl geçti.

Tesadüf dediğimiz şeyin görmemizde fayda olacak olayları, insanları, bilgileri karşımıza çıkarabildiğini gördüm.  Tesadüflerle buluşabilmek için tesadüflere açık olmak gerektiğini gördüm.  Yaşadığımız anın farkında olarak duyabilmeye, görebilmeye, fark etmeye açık olmamız gerektiğini keşfettim.  Açık olmadığımızda, gün gelip yaşamın bizi uyandırmak için silkeleyebildiğini de keşfettim.  Zorlu diye adlandırdığımız olayların ceza değil bir hediye olabildiğini fark etmek ve kabul etmek ise belki ömür boyu devam edecek olan bir süreç.

Kendimizi mutlu etmenin öneminin daha çok farkındayım.  Kendimizi mutlu etmeyi sorumsuzluk ya da bencillikle eşleştirdiğim yıllardan farklı olarak, kendimizi mutlu etmenin sorumluluklarımızdan uzaklaşmak anlamına gelmediğinin daha çok farkındayım.  Sorumlukluklarımızın tercihlerimiz olduğunun da bilincindeyim.  Kendimize rağmen kazanılan savaşların belki de en başından girilmemesi gereken savaşlar olduğunu ise gençlik yıllarımın başarılı anları ile keşfettim.  Her deneyim öğrenmemizi sağlasa da, mutlu eden zorluklar ve mutsuzluk taşıyan zorlukların aynı değeri taşımadığını da öğrendim.  Her zaman seçimlerimiz olduğunu öğrendim. Bazen yaşayacaklarımıza, bazen yaşadıklarımıza vereceğimiz reaksiyonlara dair.

Feng Shui diye başlamıştık, değil mi? 

Feng Shui bu dünyanın kapılarını açan bir öğreti.  

Yaşamda eşyaların enerjilerinin de bizleri etkilediğine inanıyorum.  Sevdiğimiz eşyaları kullanmanın bizlere ve yaşadığımız mekanlara verdiği ayrı bir güç var.  Öte yandan, mesela değerli olsa bile sevmediğimiz bir eşyayı kullanmanın bizi sanki her gün tırnaklayan ya da küçük küçük de olsa kemiren bir canlıya dönüşebildiğini söylemek mümkün.  

2000’li yılların başlarında evimdeki ve gardrobumdaki eşyalar ile bu bakış açısı ile ilk vedalaşmam da duyduğum mutluluk ve hafiflemeyi, o zamanki şaşkınlığım ile birlikte hala hatırlatım.  O nedenle bir arkadaşıma, dostuma hediye olarak ev eşyası almak konusunda zaman zaman tereddütlerim olsa da, bunu değişim yapabileceklerini bir yerden alışveriş yaparak çözmeye özen gösteririm.

Enerji çalışmaları yapmaya başladıktan sonra bir keşfim daha oldu.  Birileri için hediye ararken kimi eşyaların bana biraz daha parlak görünmeleri diye tarif edeceğim keyifli bir deneyim yaşar oldum. Enerji öğretilerine göre bir kişinin neleri sevdiğini, beğendiğini bile bilmek, bir nevi enerjik olarak, enerji dili ile okumak mümkün.  Burada püf noktası, buna o kişinin izin verdiği noktaya kadar bakmak ve bu bilgiyi kötü niyetle kullanmamak.  Söylemesi basit ama kendisi oldukça karışık bir konu.  

Çok özetle, şu örnekle tarif edebilirim.  Örneğin, bir arkadaşınız için hediye almak için yan yana olan dükkanlardan hangisine gireceğinize karar vermeye çalışıyorsunuz. Aklınızda belirli bir yerden alışverişi yapmak var ama iki dükkanın giriş kapılarına baktığınızda aklınızda dükkan ışıklı vitrinine rağmen karanlık, yandaki dükkan ise koyu renklerine rağmen aydınlık görünüyor.  Muhtemelen sizin de zaman zaman yaşadığınız bu gibi durumlar aslında arkadaşınızın istediği ya da onu mutlu edebilecek şeyi bulmanız için ufak ip uçları olabilir.  Ve o dükkana girdiğinizde rafların birinde durun bir fincan o kadar harika görünür ki, kendinizi elinizde o fincan ile kasada buluverirsiniz.  Oysa sabahtan beri arkadaşınıza az önce içine girmekten vazgeçtiğiniz dükkandaki bir eşarbı almayı hayal etmiştiniz.  

Peki, arkadaşınızın sonunda bu şekilde seçtiğini hediye almayı planladığınızdan daha çok beğendiğini nasıl bilebilirsiniz?  Buna inanmanız ve kabul etmeniz için benim yaşadığım gibi onlarca defa şu cümleleri duymanız gerekebilir.  “Zeynep, inanmayacaksın, ben dün o fincanı alacaktım ama o sırada işten telefon geldi, alamadım, ofise dönmem gerekti,” ya da “Zeynep, inanmayacaksın, falanca da o fincanı beğendim, aldığı yeri de sordum ama fincan ihtiyacın yok ki niye alacaksın dedim, almadım.”  Gibi gibi gibi.  Genelde bir bölümünde “inanmayacaksın,” dedikleri cümleleri çokça duymak gerekebilir. Tabii bu her zaman mı oluyor? Tabii ki, hayır. Bazen acelemiz var, yorgunuz, zihnimiz başka şeyler ile dolu ve duramıyoruz, göremiyoruz, fark edemiyoruz.

Ama şunu lütfen hatırlayın.  Duymak, görmek, bilmek mümkün.  Tadını alınca kabul etmeye başlıyor insan.  Evren izin veriyorsa, niyetimiz iyi ve belki daha doğru bir tarif ile başkasının özgür alanına müdahale etmeyi içermiyorsa, bir nevi rızası var ise, mümkün.  Evrenin bize er geç bedelini ödettiği hatalarımızdan biri, “iyi” niyetle de olsa başkalarının özgür iradesine, seçim haklarına müdahale etmek.    Neyin “iyi” olduğunu bilmek o kadar kolay değil.

Tekrar gelelim eşyalarımıza. Lütfen evinize, ofisinizdeki masanıza, arabanızın içindeki eşyalarınıza, gardrobunuzdaki giysilerinize, ayakkabılarınıza bir bakın.  Gerçekten sevmediğiniz, rengi, deseni hoşunuza gitmeyen ya da sizi üzen biri tarafından hediye edildiği için her gördüğünüzde yüreğinizi acıtan bişeyler ile karşılaşıyor musunuz?  Yanıt evet ise, yapabileceklerinizden biri o eşyayı giysini severek kullanabilecek birine vermek, ya da vermeye hazır hissetmiyorsanız, bu gibi henüz vedalaşmaya hazır olmadığınız ama size iyi gelmeyen eşyalar ile birlikte bir yere kaldırmak.  İleride tekrar değerlendirmek üzere.  Eğer verebiliyorsanız, vermek iyi geliyorsa verin,  sevmediğiniz bir eşya başkasını mutlu edebilir.  Eşyaların kullanılmak üzere yapıldığı düşünülür ise atıl olarak bekleyen eşyalarının olumlu bir enerji yaymasını beklemek de gerçekçi olmaz.  

Ve işte o nedenle de, özellikle giysi alırken satış görevlisi ya da birlikte alışveriş yaptığınız insanlar ne derse desin, sevmediğiniz bir şeyi lütfen almayın. Hem kendinizi özgür bırakın, hem de o eşyanın, giysinin sevilerek kullanılma şansını elinden almayın.

Bugün aslında bilgisayarımın başına oturduğumda, uçakta tekrar incelediğim Dünya Ekonomik Forumu’nun 2018 yılı Cinsiyet Eşitliği Raporu’nun aklımda ve yüreğimde kadın olmaya ve Türkiye’de kadın olmaya dair uyandırdıklarını yazmaya niyetliydim.  Yol yorgunluğunu atmak için kendime yeni aldığım japon kasesinin içinde bir matcha latte yapmaya karar verince hem ruhum, hem niyetim değişti.


Lezzetli olsun günleriniz; sevgi dolu olsun.  Ve lütfen mutlu edin kendinizi.