İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Şubat 2020 Çarşamba

Yazı

Son yıllarda güzel bir kitap okuma şansını bulduğumda, ve eğer o kitap bir de Türkçe ise, yazarını kıskandığımı itiraf etmeliyim. 

Son birkaç yıldır, özellikle görev yaptığım bir sivil toplum çalışmalarındaki görevim, yaptığım federasyon başkanlığı görevi nedeni ile yazıya zaman ayıramadım.  Seçimler, başkan yardımcılıkları, ana görev yılı derken, dört beş yıl arzu ettiğim süreklilikte ve düzende yazı yazamadım ve bunun beni olumsuz etkilediğini biliyorum.

Şikayet etmek ya da yakınmak ruhumun ifade etme arzusunu gidermeyeceğine göre yapmam gerekiyor. Yani yazmam.

Geçen birkaç yıla geriye dönüş baktım.  Blogumda 2017 yılında yayınlanmış sadece 5 yazı var. 2018 yılında hiç yokken, görevimin önemli bir bölümünün bittiği Nisan 2019 ayından bugüne 36 yazı yayınlamışım.  Yazıp yayınlamadıklarım da var.

Yazı yazmak benim için nefes almak gibi bir ihtiyaç. Kendim için yazdığım günlüklerimi bu kategoride saymıyorum.  Okunması arzusu ile, okunması niyeti ile yazmak ayrı bir şey ve buna da derinden ihtiyaç duyuyorum.  Bununla birlikte blogumda yazı paylaşmadığım dönemde kendim için de çok az defa yazdığımı fark ediyorum.

Yazı yazmak kimilerimiz için kendimizi, iç dünyamızı tanımanın, fark etmenin benzeri olmayan bir yolu.  İlk defa günlük yazmaya orta bir ya da orta ikinci sınıfta, yani hazırlık yılını saymazsak bugünün sınıf tanımları ile altıncı ya da yedinci sınıfta başlamıştım.  O günden beri günlük yazmaya, her gün olmasa da, devam ediyorum. 

Tek bir yerde ya da düzenli bir şekilde olmasa da bu deftelerimin neredeyse tamamı duruyor.  Arada geçmiş yıllardaki Zeynep’i okumak hoşuma gidiyor, değişimimi fark etmemi sağlıyor.  Bunu çok sık yapmıyorum. Belki daha sık yapmalıyım.  

Bazen anlattıklarımı, olayları hiç hatırlamadığım oluyor. Yabancı bir yaşamı izlediğim hissini kapıldığım oluyor. Bazen bir defter kapağı, kağıdın üzerindeki yazının rengi beni ışınlar gibi o satırları yazdığım masanın başına götürebiliyor.  Önümde defter açık. Elimde kalem.

Şimdi de zaman zaman olur, bazen o kadar uzun süre yazarım ki elim ağrır, bileğim ağrır, parmaklarım uyuşur ama yine de durmak istemem.  Tabii son yıllarda yazılarımı genelde bilgisayarda yazıyorum. Günlüklerimi ise kalem ile deftere yazmayı seviyorum ve neredeyse her zaman da öyle yapıyorum.  Sonradan yaratıcılık ile ilgili aldığım eğitim ve çalışmalarda keşfedeceğim gibi kalemim kağıt üzerinde akışı ile yazmanın ayrı bir gücü var.  Benim gibi bilgisayarı ve bilgisayar klavyelerini rahat ve hızlı kullanan biriyseniz elle yazı yazmak oldukça yorucu aslında. Ama bambaşka bir boyutu var. Sanki daha gerçek, sanki daha kalıcı ve sanki kendimiz ile olan konuşma için daha yüz yüze.

İki gün önce yine bir kitabevine uğradım.  Şimdi okumamı bekleyen altı kitabım var. Bir tanesi okumaya başladığım ama bir seyahat sırasında az tanımama rağmen çok sevdiğim bir insana hediye ettiğim aldıktan sonra harika olduğu keşfettiğim İngilizce bir kitap. Uzun süredir bulamıyordum; görünce hemen aldım.  Okumak yazı yazma arzumu kesinlikle tetikliyor.  Kimi hocalar okuyarak yazma arzunuzu geriye atmayın der ama bu benim için gerçek değil.  Okumak beni heveslendiriyor, hatırlatıyor. Herşeyden önce okumak beni mutlu ediyor ve o mutluluğun verdiği enerji yapmak istediklerimin yolunu açıyor.

Bugünden sonra daha düzenli olarak yazı yazmayı hedefliyorum. Köşe yazısı yazdığım günlerde, dergi yazıları hazırladığım zamanlarda, kimilerine haftada bir, kimilerine ayda bir, kimilerine onbeş günde bir yazı hazırlamam gerekirdi. O yazıları yazmaya başladığımda belirli bir bitirme süresinin yazı yazma gücümü arttırdığını fark etmiştim. Bir de yazı yazmanın yazı yazabilmeyi kolaylaştırdığını. Yazdıkça açılıyoruz.

Eğer içinizde yazma arzunuz var ise, lütfen ertelemeyin.  

Bugüne kadar yazabildiğim yüzlerce yazı, yayınlanan sekiz kitabım, günahı sevabı ile yazı yazmaya zaman ayırdığım, öncesinde ya da sonrasında bazen endişeler, kaygılar, iç sorgulamalar ile kıvransam da, sonuçta yazmayı seçtiğim için ortaya çıktı.  Ve en başta benim yaşamımı açtılar. Yazmamış olsam belki farklı noktalarda takılıp kalacaktım. Kendim olma, kendimi bulma yolculuğum belki uzun ama beni bana bir adım daha yaklaştırdılar.  Sayılarını ya da etkilerini tam olarak bilemesem de kalbimden geldikleri şekilde açıklıkla paylaştıklarımın başkalarının da yaşamına iyi geldiğine şahit oldum.

O nedenle yazıyla keşif güzeldir diyorum.  Ne yazacağımızı bildiğimizi düşündüğümüzde ya da yazmaya başladığımızda hiçbir fikrimizin olmadığını sandığımızda bizi her zaman şaşırtır. İçimizdeki yaratıcı cevher ancak satırların akmaya başlamasının ardından gerçek benliğini göstermeye başlar.

Yaşamınız yeni kitaplar, yeni fikirler, yeni duygular ile renklensin, aydınlansın.

Sevgiyle.

17 Eylül 2019 Salı

Savaş ya da Barış

Satın aldığım kitapları hemen okuduğum olduğu gibi bazen de birkaç yıl sonra tekrar bularak okuduğum olur. Bunun bir nedeni, farklı şehirlerde yaşıyor ve aynı zamanda birkaç ofiste birden çalışıyor olmam.  Çok sık yolculuk yaptığım için hevesle satın aldığım birkaç kitabın bir tanesini yanıma alabilirken, diğer kitapları bıraktığım yerden belki aylar sonra okumak için tekrar elime almam mümkün oluyor.  Ve zamanla bunun ne kadar keyifli bir şey olduğunu keşfediyorum.  Teslim olduğumuzda, evrenin ilahi zamanlaması ihtiyacımız olanı ya da bizi mutlu eden şeyleri tam zamanında karşımıza çıkarabiliyor.

Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı”nı sanırım iki yıl önce satın almıştım.  Şövalye Adası’ndaki evimde, yatağımın başucundaki Türkçe ve İngilizce kitapların arasına saklanmış olan bu minik kitabı, kapağındaki terracota asker fotoğrafı nedeni ile aldığımı hatırlıyorum.  Kitap kapaklarının kitap satın almamızdaki etkisini kendi kitaplarımın basın aşamalarında kapakları tasarlayan tasarımcı ile yaptığımız sohbetlerde biraz daha çok keşfetmiştim. Yine de, daha çok satmasını sağlayabileceğini paylaştıkları kapak tasarımları yerine içime sinen kapak tasarımlarını kullanmaları için onları ikna etmeye çalışmaktan yıllar içinde vazgeçememiştim. 

Evrendeki herşey gibi kitapların da, bize, bazen içlerindeki bilgiler ve hikayeler, bazen ise verdikleri ilham ile sağladıkları bir enerji var.  Kelimeler ile örülen ve içine alabildiğinde bizi ayrı bir farkındalık boyutuna yükselten bir enerji ağı.

“Savaş Sanatı”nın adını daha önceden duymuştum ama alma nedenim kitabı merak etmemden çok, dediğim gibi kitabın kapağıydı.  Görür görmez, Çin’de beni en çok etkileyen yeri, Xian’ı ve oradaki toprak askerleri, terracotta orduyu hatırlatmıştı. 

İmparator Qin Shi Huang’a ölümünden sonraki yaşamında eşlik etmeleri için hazırlanan yedibinden fazla askerden oluşan toprak askerlerin olduğunu bölümü ilk defa gördüğüm balkona çıktığımda nefesimin bir an için kesildiğini hatırlıyorum. Sonrasında askerlerin olduğu bölümün kenarından yürümüştüm. Tesadüf bu ya, bu askerleri Çin’de gördükten birkaç ay sonra askerlerden birkaç Topkapı Sarayı’na Çin ile ilgili bir sergi ile birlikte gelmişlerdi.  

Toprak askerleri ilginç kılan hususlardan biri herbirinin özgün olması, seri bir imalat şekli ile değil de, tek tek yapılmış olduklarının teyit edilmesi, ve hatta heykellerin kulakları üzerinde yapılan bir çalışma ile her birinin gerçekten yaşamış olan bir kişiye ait olduğunun iddia edilmesiydi.  Çin’in ilk İmparatorunun farklı vizyonu iki bin yıl sonraya 1974 yılında keşfedilen bu heykeller ile yansıyordu.

Aynı yıllarda benzer bir tesadüfü Kore’de, Seul’de yaşamıştım.  Kore Ulusal Müzesi’ni gezerken Türkiye’den gelen bir sergi ile karşılaşmış ve gezmiştim.  Serginin adı “Türkiye Medeniyetleri: İstanbul’daki İmparatorlar”dı ve Osmanlı Sultanlarını da kapsıyordu.

Uzakdoğu kültürlerine olan merakım Çin ve Kore’yi keşfetmemden önce Japonya ile başlamıştı.  Yaşamımın ilk otuz yılında Japonya’ya genel bir sempati beslemekten öteye gitmeyen ilgim ve merakım, sonrasında Uzakdoğu ülkelerinin dillerini, tarihlerini ve hatta güncel kültürlerini merak etmeye kadar götürmüştü.  Yaşamın neler getireceği bilinmez ama bu merakım artarak ve çapı genişleyerek devam ediyor.

Kitaba geri dönersek, Çin’de ve hatta Japonya’da birçok komutanın bu savaş taktikleri kitabını incelediğini aktarıyor. Gerçekten yaşayıp yaşamadığı tam bilinmeyen ve hayali bir kahraman olduğu da iddia edilen Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı” kitabının bana çok ilginç geldiğini söyleyemem. Tahminen 2500 yıl öncesinin savaş taktikleri kitabının orijinal metninin bu olup olmadığı da aslında net değil.  Tüm bunlarla birlikte, kitabın elimdeki Türkçe tercümesinde madde madde yazılmış, en uzunu birkaç cümleden oluşan savaş öğütleri, okurken beni içeriğinden çok bunları söyleyen ya da dinlemiş olabilecek, okumuş ve incelemiş olabilecek zamanın insanlarını düşünmeye itti.  

İnsanoğlu, Dünya’da var olma mücadelesinde, yüzyıllar içerisinde değişen ve dönüşen şekiller ve yollarla savaşıyor.  Artan nüfus ile birlikte sınırları daralan ve kaynakları hızla tükenmeye başlayan Dünya’da, insanların kardeş olarak yaşayabilecekleri bir ütopyanın hayalini kurmak isterken,  bitmeyen mücadelemiz kendini hatırlatıyor.  

Çocuksu bir hayal ile insanların şefkatli olmayı, paylaşmayı, eşitlik ve adaleti seçeceği günleri dilerken, bizi savaşmaya itebilecek temel ihtiyaçların yoksunluğu kadar, modern yaşamın modern insanının kendiyle barışamamasının yarattığı görünen ve görünmeyen yoksunlukları da derinden hissediyorum.  

Xian’daki heykellerin tasvir ettiği, muhtemelen gerçekten nefes alıp vermiş sekiz bine yakın askerin yaşamlarını hayal etmeye çalışıyorum ve sonra aklıma, Shangay’da, New York’ta ya da İstanbul’da çok katlı bir plazadaki bir ofiste ya da Fethiye’deki Salı pazarında ya da mesela Fes’teki bir tabakhanede verilen yaşam mücadelesi savaşları geliyor.  İnsanın, sağlıklı kalmak için devamlı çalışan ve mücadele veren bedeni ile birlikte, mücadele etmek için yaratılmış olduğunu düşünmeden edemiyorum.  

İngilizcede bir deyim vardır: “Choose your battles wisely- Savaşlarınızı/muharebelerinizi akıllıca seçin,” diye. Nerede, nasıl, kiminle ve neyle mücadele etmeyi seçtiğimiz kaderimizi belirliyor.  Tabii bir de, seçtiğimizi düşündüğümüz mücadeleleri yaşamak için doğmayı seçtiğimizi söyleyen bilgeler de var.  Yani bulduğumuzun tam da aradığımız olduğunu söyleyenler.

*

Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı” kitabının girişinde yazan bir söz var. Belki de en çok paylaşılan sözü. “Gerçek zafer, savaşmadan kazanılan zaferdir; gerçek önder savaşmadan kazanan önderdir.” Kitabı bu sözü okuduktan sonra okumaya başlıyorsunuz ve yaşamın gerçeği olarak kabul edilmiş savaşın temel aksiyomlarına ve matematiğine dair, bir yandan çok da bariz görünen gerçekleri içeren, bir el kitabı ile buluşuyorsunuz.

*  


Kitaplar kapılar aralıyor.  Bilinen ve bilinmeyen tarih, gerçek zafer ve gerçek önderlerin hikayelerini zamana yazmaya devam ediyor.

4 Eylül 2019 Çarşamba

Gönlünüz Ne Çeker? Tenis, Ahtapotların Dünyası ya da Kimbilir Hangi Sürpriz Hikayeler

Doğduğum günlerden bugüne kadar Dünya’da öğrenecek, keşfedecek, farkına varılacak şeylerin takibi zor çoğalması karşısında bir yandan heyecanlanırken, yaşama dair öğrenme zamanımın kısıtlılığının farkına varmak bende bir hüzün hissini canlandırıyor.  Mimar Sinan gibi 99 yaşına kadar yaşayabileceğimi hayal ettiğimde bile ömrümü yarılamış durumdayım.  Yarının ne getireceğini kestiremediğimiz bu yolculukta, benden önce yaşamış ve muhtemelen benden sonra da yaşayacak milyonlarca insan gibi zaman zaman yaşamın, yaşamın anlamını ve bu Dünya’da ne yaptığımız kadar neyi yapmamızın, nasıl yaşamanın doğru olduğunu sorguluyorum.

Sorgulamak insan olmanın bir parçası.  Ben de içinde doğduğum ikizler burcunun değişken özelliklerini taşıyarak, farklı zamanlarda farklı duygular, farklı kaygılar ya da coşkular ile bu macerayı yaşıyorum. Aynılıktan ve bilinenin güvenli gücünden zevk alırken, bilinmeyene, yeniliklere ve getirdiklere heyecana koşmayı da bir o kadar seviyorum.  

Bir Temmuz öğleninde, denizin kenarında sahile vuran minik dalgalara ayağını biraz değdirip geri kaçan ve onu izleyen annesine gülücükler gönderip minik kahkahalar atan beş yaşında bir çocuk gibi, kocaman dalgaların üzerine atlamayı hayal ediyorum.  Ve gün geliyor, o kocaman dalgaların üzerinde sahile bakıp, sahile vuran minik dalgaların köpükleri ile dans eden sarı bukleli saçları ve pembe mayosu ile kendini dünyanın en mutlu insanı sayabilecek o kız çocuğunu görüyorum.

*

Yeğenimle Akatlar’daki bir Japon lokantasında yediğimiz öğle yemeğinden sonra Akmerkez’e yürüyerek gittiğimiz günlerden birinde, benim oradaki en favori yerlerimden biri olan Remzi Kitabevi’ne gittik.  Açıldığı günden beri oraya herhalde abartısız birkaç bin defa gitmiş ve birkaç bin kitap da almışımdır. 2019 yılında bir kısmını Lions Federasyonumuzun İzmir’deki merkezine bağışladığım kitaplarımın en az beşte birini oradan almışımdır.  Yıllar içinde kitapçının içindeki düzen değişikliklerini başlangıçta mutsuzlukla karşılasam da Akmerkez’deki Remzi Kitabevi benim en sevdiğim ‘aynılık’larımdan.  


Remzi Kitabevi’ne bu defa dergi almak için girmiştik.  Ben daha çok kitap insanıyım, çocukluk ve genç kızlık dönemlerimde 1970-1980’li yılların şartları nedeni ile dergiler özellikle merak dünyamı beslemiş olsa da internet dünyası nedeni ile dergi alma alışkanlığım eskisi kadar fazla değil.  O gün de, yeğenime bir dergi almak için kitabevine girmiş olsak da, kendime iki kitap almama rağmen, bir de Time dergisi almadan edemedim. Doğrusu, sayının kapağındaki “2019’un Dünya’daki En Harika 100 Yeri” başlığı da bunda etkili oldu. 

2 Eylül günü aldığım 2 Eylül sayısını ise bu sabah okudum.  Uzun zamandır bir dergiyi baştan sonra oturup okumamıştım.  Çocukluk yıllarımda Pazar sabahları apartman görevlimizin kapımıza bırakacağı Milliyet Çocuk dergisini okumak için kapmak için ağabeyimle erken kalkma karışına girdiğimizi, o heyecanı mutluluk ile hatırlıyorum. Bu sabah, uzun yıllardan sonra çok büyük keyif, merakla, esasında her ay en az bir defa satın aldığım Time Dergisini okudum.  Hani karıştırarak değil, uzun zamandır yapmadığım şekilde, kapağından başlayarak ilanları dahil sayfa sayfa okuyarak.



Mesela, 2 sayılı sayfaki fotoğrafı ve fotoğraf açıklamasını merakla okudum.  İleriki sayfalarda yer alan Amerikan hizmet sektörünün, garsonlarının yaşam zorluklarına dair bir hikayenin görseli beni üniversite yıllarımda yemek yediğim lokantalara, garsonlar ile yaptığım enteresan sohbetlere götürdü.  Genç tenisçi Coco Gauff’un hikayesini okurken bu yıl Wimbledon’da odağımın kadın değil erkek tenisçiler olduğunu fark ettim.  Federer ile Djokovic’in maçlarını takip etmiştim.  1990’ların ortalarında bileklerimdeki lif kopmaları ve sakatlıklar nedeni ile o günlerden beri elime tenis raketi almamış olsam da, bu iki tenisçinin eski maçlarını zaman zaman YouTube’dan seyretmek keyifli gelir.  Oysa şimdi bu yazıyı bitirir bitirmez ilk işlerinden biri Coco Gauff’un Venus Williams’ı yendiği maçı seyretmek olacak.  Gauff’un Şampiyona Simona Halep ile maçını seyretmek için aynı isteği duymasam da Simona Halep’i tenisçi olarak iyi tanımadığımı fark ediyorum.

Derginin içindeki farklı konular ile dünyalardan dünyalara geçerken dergi okumayı neden sevdiğimi hatırlıyorum.

Sayfa 44’e gelince beni yepyeni bir konu karşılıyor.  Ahtapot yetiştirme girişimlerine dair bir yazı zihnimde bambaşka görseller canlandırıyor.  Daha bir kaç gün önce kuzenlerinin Fethiye’de Şövalye Adası’ndaki lokantalarında yediğim deniz ürünleri tabağındaki iri ahtapot parçasının görüntüsü ile, İstanbul’daki ünlü Japon lokantalarından birinde yediğim ahtapot carpaccio tabağı gözümün önüne geliyor. Japonya’ya yaptığım farklı seyahatler ahtapot yemeyi hiç tercih etmediğimi düşünüyorum.  Sonra görüntüler değişiyor, Şövalye Adası’nda, elinde bir sopa ile Ada’nın farklı köşelerinde, sahilde balık avlayan komşulardan birinin torunu genç kız geliyor aklıma. Kalamalar, karides ve yengeçi değil ama ahtapot yemeyi gerçekten sevmediğimi İstanbul’daki dergiyi okurken fark ediyorum.  Ahtapot annelerin yavrularının yumurtadan çıkması ile biten ömürlerinin hikayesini ilk ne zaman öğrendiğimi hatırlamayı başaramıyorum.

*
Bugün İstanbul’da, dergi okumaktan keyif almayı hatırlıyorum.  İyi bir derginin farklı dünyaları güzel bir derleme ve seçki ile sunması hoş oluyor.  Jules Verne hikayeleri geliyor aklıma.  Bir dev ahtapot görüntüsü gözümde beliriverir gibi olsa da ben bir balonun üzerinde dergi yapraklarının üzerinde uçarak dünyayı geziyorum.  Dilerim bu keyfi sık sık alma şansım olur.

Güzel kelimelerin dünyasında güzel buluşmalar dileğiyle.
Çok sevgiler.

28 Ağustos 2019 Çarşamba

"Yalnızca Yavaşladığında Görebileceğin Şeyler"

Bugünlerde karşıma hep Güney Kore’ye dair şeyler çıkıyor. Dün hem Kore’ye hem de Japonya’ya ve Japonca’ya benim gibi ilgi duyan İrlanda’da yaşayan bir Türk Hanım ile tanıştım, hem de hemen sonrasında da Türkiye’ye yeni taşınan Güney Kore’den bir hanım ile.
Keyifli sohbetler sonrası, Zen Budizmi öğretmeni, enteresan bir özgeçmişi olan Haemin Sunim’in kitabını tekrar okuyorum. Belirli bir sıra ile değil. Ara ara tesadüfen açılan bölümlerini okuyarak.
Hepsi paylaşılabilir belki ama bugün okuduğum cümlelerden biri şu:
“Bir insanın hayatını
haklı sözler değil,
sevgi değiştirebilir.”

27 Temmuz 2019 Cumartesi

Günün sonunda bakıyorum da, bu güzel yaşamda, en çok paylaşmak istediklerim galiba bir yandan da en çok benim öğrenmem ve yaşamıma katmam gerekenler.  
Bugün iki danışanım benim kitaplarımdan iki ayrı bölümü bana göndermişler. Tesadüf bu ya, okurken tam da benim ihtiyacım olan zamanda bana ne kadar da gereken iki hatırlatma çıktı karşıma.
Yaşam ne kadar muhteşem, ne kadar sabırlı, ne kadar güzel sürprizlerle dolu bir bir öğretmen.

4 Haziran 2019 Salı

Yaşam Akarken Yaşasın Sorgulamak


Birkaç gün önce tesadüfen karşıma çıkan Susanna Tamaro’nun “Her Sözcük Bir Tohumdur” kitabını Ramazan Bayramının birinci gününde, bayramlaşmalar ve ruhuma da iyi gelen sohbetlerden sonra kendime ayırdığım birkaç saatlik bir akşamüstü dinlenmesinde okudum.   

Yeniden okudum demem gerekiyor belki.  Kenarlarını kıvırdığım sayfalar dahil bu kitabı ve Tamaro’nun söylediklerini gerçekten hiç hatırlamıyordum.   

Fethiye’de bu harika Haziran gününde, ne sıcak ne soğuk denilebilecek bir havada, bayram olmasına rağmen Şövalye Adası’nda sakin geçen günde bu kitap karşıma çıktığı için mutlu hissediyorum.


Tamaro’nun söyledikleri, beni kimileri oldukça tanıdık dünyalara ve düşüncelere götürse de beni mutlu eden şey paylaştıkları değil.  Düşünen, sorgulayan ve görünenin altındakini görme gayretinden vazgeçmeyenlerin varlığını hatırlattığı için mutluyum.  Kitap okumayı neden bir bağımlılık gibi sevdiğimi tekrar hatırlattığı için.

Belki her yazar, anlam arayışına, yazmayı tercih etmeyenlerden biraz daha fazla adanmıştır.  Yazmak okunabilir olmanın şeffaflığı ile bizi daha samimi olmaya mecbur eder.  Kendi iç dünyamızdaki sorgulamalarımız kendimizi oyalamaya ya da kandırmaya bazen müsaade ederken, dış dünya ile paylaşmak en azından olabildiğimiz en gerçekçi samimiyeti yakalamamızı sağlar.  Ve belki de bu yüzden yazarız.

“Her Sözcük Bir Tohumdur” sorgulamanın gerekliliğini bütününden yaydığı enerji ile hatırlatırken, hep inandığım sessizliğin gücü ile birlikte, bazen benim akışa bırakmak dediğim, onun eylemsizlik dediği, birşeyleri oldurmak için zorlamadan olmasına müsaade etmenin gerekliliğine işaret ediyor. Ya da belki daha doğru bir deyiş ile, aslında belki başka bir yolun da olmadığına.  

Roma’da babasından bahsederken ben de Roma’da geziniyorum. Trevi Çeşmesine yakın hep kaldığım otel, bir defasında babamla gittiğimiz sevdiğim pizzacıdan aldığımız sebzeli kare dilim pizzanın tadı damağıma gelir gibi oluyor.  İtalyanca öğrenmeyi arzulamasam da İtalya’da görmeye alıştığımız insanlardan yansıyan yaşama sevincini etrafımda daha çok görmeyi arzuladığımı fark ediyorum.   Yaşamdan tat almayı seçenler ile olmanın keyfini daha çok arzuluyorum.  

Tamaro’nun altını çizdiği büyük resmin içindeki kısacık yaşam maceramızda, yaşadığımızı hissettiren duyguların ruhumuzu, zihnimizi ve bedenimizi uyandırdığı ve canlı tuttuğu günler dileğiyle.

Sevgi ve ışıkla.

3 Haziran 2019 Pazartesi

Sözcüklerdeki Tohumlar


Bugün Ada’daki evimin odalarından birinde birkaç başka kitabın altına saklanmış bir kitap buldum.  2007 yılında almışım.  Susanna Tamaro’dan “Her Sözcük bir Tohumdur”.

Bu nispeten ince deneme kitabını belli ki daha önce okumuşum.  Kitabın dört yerinde sayfaların kenarını katlamışım.  Benim kitaplarımda satırların altını çizmek kadar zaman zaman kenarlarını katlama alışkanlığım da var.  Ortaokul yıllarımda kısa bir süre kitaplarımı tamamen temiz tutmak ve sayfalarını korumak gibi bir mücadeleye girişsem de, kitap okurken onlarla yaşadığımı fark ediyorum. Bu yaşanmışlığın izlerinin olması artık beni rahatsız etmiyor.  

Bununla birlikte okuduğum bir kitabı hatırlamamak sık yaşadığım bir şey değil.  Kimi kitaplarımın içeriklerini tam olarak hatırlamasam da neredeyse tüm kitaplarımı nereden aldığımı ve ne zaman okuduğu hatırlarım.  Bugün bulduğum kitabın son kıvrılmış sayfasına göre, 104 sayfalık kitabın en azından 68. Sayfasına kadar okumuş olmalıyım. Hatırlamıyor olmam beni meraklandırıyor. Bu kitabı bu akşam yeniden okuyacağım.  Bakalım okurken hatırlayacak mıyım.

Kitapları bu kitap gibi hiç hatırlamadığım olmaz ama farklı okuyuşlarımda farklı detayları fark ettiğim olur.  Bu kendi yazdığım kitap ve yazılar için de geçerli.  Evrenin duymamız gerekenleri bize fark ettireceğine olan inancımı hiçbir zaman tamamen yitirmesem de aklıma gelmediği de oluyor.  Özellikle gündelik yaşamın telaşına daldığımda.  

Peki, özümüzün bize fark ettirmek istediklerini, parçası olduğumuz Evren’in bize fark ettirmek istediklerini görebilmek için ne yapmak gerekiyor?  Tabii, yaşamın bizi bizim için daha iyi olacak ihtimallere yönlendirdiğine inanmıyor olabilirsiniz, ya da iç sesimizin bizi korumak için aslında daima konuştuğunu kabul etmiyor da olabilirsiniz.  Yine de “aklıma gelen başıma geldi,” dediğiniz olmadı mı hiç?  Ya da görünüşte herşey yolunda görünse de, içinize sinmeyen bir insanın başınıza açtığı dertler, içinize sinmeyen bir anlaşmanın sizi zorda bıraktığı işlemler, adını koyamasanız da gitmek istemediğiniz bir yerde başınıza gelen terslikler, bunun gibi şeyler hiç olmadı mı hayatınızda?

Yaşam bize işaretler veriyor.  Bir farkında olmayı seçmezsek, bazen kafamıza adeta bir tuğla düşmesi de gerekebiliyor.  Biz uyanmayı seçmeksek Evren daha radikal ve keskin uyarılar ile karşımıza çıkabiliyor. Bu bazen hastalıklar, bazen kayıplar olabiliyor.  Zararlı bir yoldan gitmekten vazgeçmiyorsak, bizi itip yere yatırmayı seçebiliyor.  

Ruhumuzun sesini duyabilmek için öncelikle sessizliğe ihtiyacımız var.  Biraz da yalnızlığa.  Kendimiz ile kalabilmeye. Kendimiz ile gerçekten tanışabilmeye.  Korkuların, kaygıların, endişeli düşüncelerin ardındaki güvenilir sesi duyabilmek için, içimizdeki farklı farklı sesleri duymamıza ihtiyaç var.  

İçimizdeki sesi duymanın en güzel yollarından beri kendimizle çıkacağımız yürüyüşler.  İçimizdeki sesi bizimle konuşmasına onu zorlamadan izin vereceğimiz yürüyüşler.  Hayatımı değiştiren bir çok önemli kararı, İstanbul’da Boğaz’da yaptığım yürüyüşlerden sonra aldım.  Bir anda aklıma geliveren fikirler yaşamımı hızla açtı.  Yürüyüş sırasında etrafımızda değişen manzaranın, ruhumuzda farklı çağrışımlar yaparak, aklımızdaki soruların yanıtlarını adeta sihirli bir şekilde bulmamızı sağladığını da söylerler.  İnsanoğlunun genlerinde yürümenin açtığı kimbilir hangi özel kodlar ve düğümler var. 

Genelde içimizdeki sesin konuşabilmeye başlaması için en az yirmi dakikaya ihtiyacımız olduğu söylenir.  Kimi meditasyonlarda en az yirmi dakika zaman ayırmamız biraz da bundandır. Yürüyüşler de ise, zihnimdeki sesi duyabilmek için benim en az otuz dakikalık yürüyüşlere ihtiyacım olur.

Evet, ne diyordum? İşaretler.  

Susanna Tamaro’nun kitabında yeniden okuyunca neleri keşfedeceğimi henüz bilmiyorum ama kitabın adının bana mesajı oldukça kuvvetli.  Kendimiz için ve yaşamımızdaki tüm insanlar ile diyaloglarımızda “Her Sözcük Bir Tohumdur”, ve ektiğimiz tohumlar yaşamları, bütünün hayrı için, kuvvetlendirmeye dair olsun.

28 Şubat 2017 Salı

Helen Keller

Hayat zorlaşır gibi olduğunda, ışıklar azaldığında, yaşamın beklenmedik sürprizleri karşımıza çıktığında, üzülürken veya şükrederken, sevdiğimiz seyleri yaparken veya sevgilere özlemimiz arttığında, ya da kendimizi çok şanslı veya şanssız hissederken, Helen Keller'i okumak lazım.
1925 yılında Lions Kulübü Üyelerinden "Körlerin Şövalyesi" olmalarını isteyen, 92 yıldır Lionları Türkiye'de ve Dünya'da milyonlarca insana göz sağlığı hizmeti götürmeleri için yüreklendiren, o kör ve sağır kadın Helen Keller'in hayatını okumak lazım.
Ona, açtığı yola, bu yolda yürümeyi seçenlere, sevgi dolu cesarete ve emeklere, şükran ve teşekkürler. Nefes alıyorsak her zaman umut olduğunu hatırlayarak.

26 Temmuz 2016 Salı

Bu Halde Ne Yapmalı?


Bir kitap fanatiği olduğumu inkâr edemem.

Kitaplara garip bir bağımlılığım var ve bunun Japonca’da tsundoku diye bilinen bir adı olduğunu da keşfettikten sonra kitaplarla bu bağ mı, bağımlılık mı dersiniz, bu durumun sadece bana özgü olmadığını keşfetmekle birlikte, bu ilişkide her iki tarafı da özgürleştirmem gerekiyor galiba.  Bunda kitaplarımı koyacak yer bulmak konusunda gerçekten ama gerçekten zorluk yaşıyor olmamın da etkisi var. Evimde, arabamda, ofislerimde, el çantamda, sırt çantamda, salonda, yatak odasında, mutfakta, kitaplar üzerime üzerime geliyor adeta.  Tamam, tamam, ofislerimdeki durum daha vahim evime göre ama bir sorun ile karşı karşıyayım işte.

Bu sorunu yaşayan tek kişi değilim ve tabii kitap almaktan ve biriktirmekten vazgeçememek olarak tarif edebileceğimiz bu duruma Japonların bir kelime yaratmış olması beni iyi hissettiriyor.  Japonya’yı seviyorum ve bazen gerçekten kimi Japon dostlarımın beni kimi Türk tanıdıklarıma göre çok daha iyi anladıklarını hissediyorum. Tsundoku, yani kitap almaktan ve biriktirmekten vazgeçmeme kavramından dolayı değil tabii ki.  Tsundoku’yu Japon arkadaşlarıma hiç anlatmadım.  Sadece onların yaşama ve insana, kimi zaman çok katı da denilebilecek prensiplerle, değişik bir saygı kavramı ile yaklaşmaları yerine göre enteresan bir huzur veriyor bana.  Japonlara güveniyorum ve Japonya’da, bu memleketin dilini hala tam olarak çözememiş olsam da, güvende hissediyorum.

En son kitaplarımı Japonya’da aldım.  Osaka’da kaldığım Hilton Osaka Oteli’nin hemen bitişiğinde altı yedi katlı, her katında sadece beş altı dükkanın olduğu bir alışveriş merkezi vardı. Bir akşam orada dolaşırken çıkmadığım bir katında bir kitabevi olduğunu gördüm.

O katta sadece o kitabevi vardı.  Neredeyse tamamı Japonca kitaplardan oluşan kitapçıda uzun süre oyalandım.  Bildiğim hiragana ve katakana Japon alfabesi ile başlıklarda kitapların adlarını çözmeye çalışmak gibi anlamsız denemelere bile girdim. Kanji denilen Japonca’nın ana yazım işaretlerini bilmeden kitapçıda satılan bir kitabın herhangi bir bölümünü okuyabilmek gibi bir ihtimal yoktu ki.  Şimdi aklıma geliyor, çocuk kitapları bölümüne bakabilirdim belki.

Japonca kitapların arasında dolaşarak belki biyolojideki osmoz benzeri bir süreçle Japoncamı ilerletmek gibi bir arzum var mıydı bilmem ama yanımda bir Japon arkadaşım olmadan Japonya’da bir kitapçıdaki bu ilk yalnız keşfim beni iyi hissettirmişti.  Yani ben Japonca’dan ürkmüyordum artık.  2016 yılının Haziran ayının 19’unda başlayan bu son Japonya yolcuğumda, bu altıncı Japonya seyahatimde, artık Japonca’dan korkmadığımı fark ettim. Yani başka bir deyişle daha önce, onca kuvvetli Japonca öğrenme isteğime ve gayretime rağmen, korktuğumu ve belki de işte tam o nedenle, mehter marşı gibi iki ileri bir geri, bir türlü kalıcı olarak yol alamadığımı.

O akşam kendime Japonca bir kitap alamamıştım ama kitapçının küçükte olsa İngilizce kitaplar bölümünden iki tanesi Japonya’da savaşçının yolu olarak bilinen ve samurayların yaşam felsefesini anlatan bushido üzerine olmak üzere beş tane kitap almayı yine başarmıştım.  Valizimde zaten yer olmadığını bilmeme rağmen almadan geçememiştim.  Tamam, yeni çıkan ve çok satanlardan, Türkiye’de belki bulmam zor olabilir diye, yeni çıkan bireysel gelişim kitaplarından iki tane almıştım.  Yani muhtemelen Türkiye’de bulurdum veya amazon.com’dan internetten sipariş edebilirdim ama.  Ve bir tane de Karate üzerine bir kitap aldım o akşam. Çocukluğumdan beri ilgi duyduğum ve özellikle son bir yıldır hayatımda ayrı bir yeri olan Karate üzerine bir kitap almadan Japonya’dan dönülmezdi değil mi?

Osaka’daki kitapçıdaki o akşam değil ama 4 Temmuz sabahı Türkiye’ye dönüş yolculuğu için valizimi yaparken çocukluğumdan beri garip bir tutku gibi bir şey olan kitaplar ile ilişkimi yeniden ele almaya karar verdim.  Yanımda zaten dört beş tane kitap getirmiştim Türkiye’den.  Katıldığımız eğitimlerden ve toplantılardan birçok doküman çantalarıma eklenmişti. Şimdi beş kitap daha. Hem de bazıları kalın ciltli kapaklı. Ah, Zeynep, yine yaptın yapacağını, demiştim.  Tamam, Japonya’da alışveriş yapmamıştım.  Bu defa birkaç çok küçük hediyelik eşya, Kyoto’daki Kiyomizudera gibi sevdiğim bazı tapınak ve mabedlerden muska gibi minik şeyler almak dışında pek alışveriş yapmamıştım. Eşya fazlalığı istemiyordum.  Ama kitaplar?  O konuda kendime hâkim olamamıştım. Esasında beş kitap neydi ki aslında, dedim kendime ama Türkiye'den Japonya'ya iki haftalık bir seyahate giderken götürdüğüm ve orada aldığım toplam 10 kitap valizimdeki en çok yeri kaplıyordu.  Notları, dosyaları ve defterlerimi saymıyorum. 

Kitaplar ile ilişkimi değiştirmek için bir şey yapmam gerekiyordu galiba. İnsan kırkaltı yaşında da olsa hayatta her zaman yeniliklere yer var değil mi?

*

Son Japonya yolculuğumdan sonra kendime kitap satın alma yasağı koyduğumu itiraf etmeliyim. Yani takriben üç küsur haftadır kitap satın almadım ve bu benim için yeni bir şey.

Gazete satın almak dışında sadece bir dergi satın aldım.  Son birkaç yıldır her ay alıp okumayı ve içindeki tariflerden bazılarını denemeyi sevdiğim Sofra dergisinin Temmuz sayısını.

Kitap satın almamanın değişik bir etkisi vardır.  Yani yine itiraf etmeliyim bu ilk defa deneyimlediğim bir his değil. Ben kitap satın alma orucunu daha önce de denedim. Denedim denemesine ama bu konuda bir haftadan daha uzun bir süre başarılı olmadım.  Bu defa niyetim ciddi. Yani ciddi ciddi karar verdim bu defa.  Etrafımda benimle birlikte ve bana rağmen var olmaya çalışan bu kitap kalabalığının bana ne söylemek istediğini anlamaya gerçekten gayret edeceğim bu defa.

Son yıllarda yeni kitap alma hızımda bir yavaşlama olmaya başlamıştı.  Ve daha önce okuduğum bazı kitapları tekrar okuma isteğimin çoğaldığını fark ediyordum.  Mesela büyük bir iştahla Şibumi’yi tekrar okumak istemiştim.  Ayn Rand’ı da mesela. Mesela Hayatın Kaynağı’nı, The Fountainhead’i.  Oğuz Atay’ı mesela. Mesela Sait Faik’in tüm hikâyelerini tekrar tekrar okumayı. 

Bazen yirmi, yirmi beş yıl önce okuduğum kitapları, bazen ortaokul lisede okuduğum romanları, bazen son on yılda okumaya ağırlık verdiğim bireysel gelişim ve ruhsal konulardaki kitapları. Okuduğum kitapları tekrar okuma isteğim beni mutlu ediyordu aslında. Çok sevdiğim bir filmi tekrar seyredebilenlerdenim ben.  Kitaplarda bu ayrı bir tat alıyor.

Kendi yazdığım kitaplar dâhil, her kitabın yeniden okunduğunda yeni bir kitaba dönüşebildiğini biliyorum.  Tamam, belki her kitap böyle olmasa da her okunuşta yeniden can bulan çok kitap var.  Bu da bu geri dönüşleri benim için gizemli kılıyor.

*

Türkiye’de son iki hafta içinde yaşadıklarımız ile hayat çok farklı bir hal içinde.  Üzüntü, keder, korku, telaş, ümitsizlik, ve bir yandan insan ruhunun nefes almak gibi doğasından gelen küçük şeylerden alınan mutluluk, dostluklardan akan sevgi, arkadaşlıkların ruhumuza akıttığı neşe.  Farklı dalgalar bedenlerimizde, ruhlarımızda çarpışıp duruyor.

Böyle bir halde yaşam pek normal ve pek anormal şekilde devam ederken ne yapmalı?


İşte bu ruh halinde hiçbir şey yapmak istemezken, bu sırada verdiğim Reiki dersleri sırasında heyecanımı, isteğimi o saatler içinde canlandırmayı nasılsa başarırken, en çok yapmayı sevdiğim şey olan yazı yazmayı istemezken, yapmadığımda nefes alamadığımı hissettiğim yazı yazmayı istemezken, yaşama sevincimi tekrar nasıl kazanacaktım ben?


Fethiye’de şehirdeki ve Ada’daki kitaplarımı karıştırmayı deniyordum.  Oradan bir umut ışığı çıkar mıydı bana?  Ayn Rand’ın esasında bugünlerde, tam da bugünlerde bana göre dediğim “İhtiyacımız olan Felsefe” kitabını en az beş defa okumaya başlamaya çalışmama rağmen okuyamadım. 

Doğan Cüceloğlu’nun “Mış gibi Yaşamları” ilerlemiyordu bir türlü. 

Kişisel gelişim dünyasının annesi, her okuyuşta ruha umut verdiğini düşündüğüm Louise Hay’ler bile ağır geliyordu.  “İnsanın Anlam Arayışı”, Halide Edip,  deniyordum, deniyordum da, bu halimde neyi okumayı başarabileceğimi bulamıyordum.  Her kitaptan birkaç sayfa okurken kitaplar biriktikleri yerlerden çıkıp yemek masalarımın üzerinde okunma zorluğu yaşatan kitaplar yığını oluşturmaya başlıyorlardı.

Ta ki, ta ki, o kitabı buluncaya kadar. 

Onbir günlük ruh halimde beni, kelimelerimi çözen kitabı buluncaya kadar. 

Benim travma şifacım, beklenmedik bir şekilde Semahat Arsel’in Divan Oteli’nin kırkıncı yılı için hazırlattığı “Eskimeyen Tatlar, Türk Mutfak Kültürü” kitabı oldu.  Bir yemek kitabı.  Farklı bir yemek kitabı.



Bu kitabı lütfen basit bir yemek kitabı olarak kabul etmeyin.  Satın aldığım günü çok iyi hatırladığım kitaplardan biri olan "Eskimeyen Tatlar"ı aradan geçen onküsur yıl boyunca, hep elimin altında bir yerlerde kendini göstermesine rağmen, hiç okumamıştım.  Sayfalarını karıştırdığım ve çok kısa paragraflarını okuduğum ve içindeki fotoğraflara bakmışlığım vardı ama okumamıştım.  Oysa Divan Oteli, Taksim’deki Divan Pub çocukluğumda ailecek yediğimiz bir çok özel yemeğin hatırasını taşıyordu.

Bu kitap benim için babam, annem, ağabeyim Yaman, İstanbul ve özel aile akşamları ve günleri adına o kadar farklı anıları uyandırıyordu ki.  Sadece hazırlanış nedeni ile.  Mesela, Japonya’ya gitmeden önce Ramazan’da ailecek iftara gittiğimiz Bebek’teki Divan Brasserie’nin bu yaz tadilata gireceğini ve kapalı olacağını öğrendiğimde üzülmüştüm.  Dışarıda yemek yemek veya ille de orada yemek yemek meraklısı olduğumdan değil.  Divan kelimesi beni hep Taksim’deki Divan Oteli’ndeki çocukluk anılarıma götürdüğü için belki. 

Belki o otelin alt katındaki Divan Pastanesi’ne nice bayram çikolatalarını almaya babamla ben gittiğim için.  Pastane çalışanı hanımların aldığımız hediye çikolataların paketlerinin kurdelelerini özenle bağlayışlarını dikkatle ve zevkle seyrettiğimi hatırlarım. Yıllar sonra bu hissi,  Japonya’ya ilk gidişimde, Kyoto’da bir alışveriş merkezinde, sade lacivert döpiyes ve beyaz gömleği ile pek tertipli duran Japon satış görevlisi hanımın, anneme anneler günü hediyesi olarak aldığım yelpazenin paketinin kurdelesini özenle ve sanki şefkatli dokunuşlarla bağlayışını seyrederken almıştım. 

Annem de Divan’ın yemeklerini beğenir.  Klasik Türk mutfağının tatlarını Divan Oteli’nin lokantalarında bulmak mümkündür genelde.  Hani son Ramazan iftarında Divan’ın o klasik güllacının sade lezzetinin Antep fıstığı çorbası, Antep fıstığı muhallebisine dönmesi ile bozulduğunu ve o naif file badem tadını aradığımızı söylemem gerekse de.

Ne çok uzattım ben lafı.  Gelelim sadede.

Canım hiçbir şey yapmak istemediğimde, bundan altı, yedi yıl kadar önce İskoçya’da Findhorn Ekoköyü’nde kaldığımda keşfettiğim bir şey yaparım.  Ellerim ile bir şeyler. 

Orada öğrenmiştim ki Dünya’da yapılan araştırmalara göre elleri ile bir şeyler yapanlar, çalışanlar Dünya’daki araştırmalarda mutlu olduklarını daha çok ifade eden insanlarmış.  Mesela doktorlar arasında cerrahlar.  Yani ücretleri, imkânlarından öte cerrahların ellerini daha farklı şekilde devamlı kullanıyor olmalarının işlerinden aldıkları mutluluğu ve doyumu yükselttiği fark edilmiş.  

Örgü örmek, dikiş dikmek, bahçe ile uğraşmak, tahta oymak, seramik yapmak, ve belki de bir nebze yazı yazmak, adını koyamadığımız bir şekilde doyuruyor olabilir bizi.

Şimdi itiraz edenleriniz olabilir, ve sanırım ben de eskiden itiraz edebilirdim, ama yemek yapmak da esasında en büyük mutluluklardan biri olabiliyor.  Bir kurabiye hamurunu yoğurmak, şekillendirmek, o tepsiye dizmek ve pişerken yaydığı kokunun evi doldurduğunu görmek.  Yeni tarifleri denerken çıkacak sonucu bir yandan zaten başından beri hissetmek ve bir yandan merakla beklemek.

İşte Ada’daki evimin deposundaki kitapların arasından çıkan, İstanbul’daki evimi kapattığımda oradaki evimin kütüphanesinden bu depodaki kitaplar arasında karışan “Eskimeyen Tatlar”, bende hem oradaki yemek tarihini okuma isteği ile kelimelerle aramdaki çekişmeyi ortadan kaldırdı, hem de daha önce nasıl yapmayı düşünmediğime hayret ettirerek bu kitaptaki tüm tarifleri teker teker deneme isteği uyandırdı. Mezeleri, çorbaları, et yemeklerini, tatlıları.  Neden yapmamışım bugüne kadar, dedim.  Türk Mutfağının klasiklerini Divan vesilesi ile gelen tariflerle denemek.

*

Osaka’da 30 Haziran 2016 akşamı o aklımda hep kalacak olan kitapçıda aldığım son kitaplardan sonra, kitap satın alma orucuma devam etmeye kararlıyım.  En azından elimdeki kitapların bana yaşattığı bu yoğun yer darlığının bana söylediklerini anlamayı başarana kadar.

Bu sürede hangi kitapları okumaya yüreğim izin verecek bunu henüz bilmiyorum. Aklım ve yüreğim fazlası ile karışık ve ben artık duygularına rağmen yaşama hiçbir şey olmamışçasına devam edebilenlerden değilim.  Bununla birlikte “Eskimeyen Tatlar”ın bana hatırlattığı izden ilerleyeceğim. Tatların, lezzetlerin yaşamımızı nasıl zenginleştirebileceğini, keyiflendirebileceğini, geçmiş kadar geleceği de keşfetmemizi sağlayabileceğini hissederek.

Eğer sizde yoksa “Eskimeyen Tatlar”ı almaya ve içindeki tarifleri denemeye ne dersiniz?

Ya da, başka seçenekler olsa da, tarifleri ile az yanıltan Sofra dergisinin eski veya yeni, herhangi bir sayısından denemediğiniz bir tarifi keşfetmeye? 

Yaşamda bazen hava, Fethiye’nin sıcak ve nemli havasının ötesinde ağır ve dayanılmaz olabilirken, yine Güzel Fethiye gibi, bir gün doğumu, bir gün batımı, Fethiye Körfezi’nden gelen beklenmedik serin bir rüzgârın saçlarımızı karıştırırken bizi tebessüm ettirmesi gibi, bir şeyler hayata taze bir can üfleyebiliyor.  Yemeklerin tatlarının rüzgârı da yüreklerimizi, ruhumuzu serinletebilir belki.

Ve belki de, bu halde, yapılabilecek en iyi şey sevdiklerimizle ve sevdiklerimiz için yemek yapmaktır.

15 Nisan 2016 Cuma

Mor Salkım Festivali 2016

Üsküdar Amerikan Lisesinden Yetişenler Derneği'miz 30 Nisan 2016 tarihinde düzenlenecek olan Mor Salkım Festivali'ne, programdaki okulumuzdan mezun yazarlar için çalışmaya, bölüme, mezunlardan biri olarak beni de davet ettiler. Davetin Dünya Sanat Günü'ne denk gelmesi ayrıca mutlu etti beni galiba.

30 Nisan'da Üsküdar Amerikan Lisemizde buluşmak üzere.

8 Şubat 2016 Pazartesi

Yaratıcılık Dünyası

Yaratıcılık çalışmalarının benim için önemini birçok arkadaşım ve bu konuda beraber çalışmalar yaptığımız dostlar biliyorlar.

Benim bireysel gelişim yolumda harika bir rehberim oldu ve bu nedenle keyifle ve büyük katkısına gönülden inanarak yaptırıyorum.

2016 yılında üç aylık bu çalışmalarımıza Fethiye ve İstanbul'da yeni gruplarımız ile başlayacağız. Bu çalışmalara ait duyuruları buradan ve Wordpress blogumdan ve Facebook sayfamdan duyuracağım. 

Bununla birlikte yaratıcılık süreçleri konusunda bireysel bir yolculuğun hikayesini okumayı arzu edenler, bu konuda farklı bir bilgi almak adına, bu çalışmayı daha önce beraber yaptığımız Değerli Dostum Sayın Selcan Yıldırıcı'nın çalışmamız hakkında yazdığı "Beyaz Sabah Sayfaları" adlı kitabını okuyabilirler. 

Sayın Selcan Yıldırıcı'nın bir kitabı daha var. İlk kitabı "1 2 3 Sıçra" da kişisel gelişim yolculuğunu anlatıyor ve kendisinin "Bir İki Üç SIÇRA" adı ile bir Facebook sayfası da var. Orada ilham veren sözlerin dünyası ile bizleri buluşturuyor.

Yaratıcılık, sağlık, sevgi, neşe ve bereket dolu günler bizimle olsun.
Saygı ve sevgilerimle.

7 Kasım 2015 Cumartesi

Standın İçinden Bakarken


34. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı'nda yayınevinin standında masam beni böyle bekliyordu.
Kitap Fuarı'nın o gerçekten ruhu doyuran sonsuz kitap zenginliği ne büyük mutluluk veriyor. 
Ve o dünyaya bir yayınevi standının içinden bakmak da keyifli.
Yaşam aradığımız kaynaklara gereken zamanda, gerektiğinde kolaylıkla ulaşmamızı sağlasın hep.
Sevgiyle.

34. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı


Bugün İstanbul'da, TÜYAP 34. Uluslararası Kitap Fuarı başlıyor.

7-15 Kasım 2015 tarihleri arasında devam edecek olan Fuar'ın bu yıl ki teması "Mizah: Hayata Gülümseyerek Bakmak" ve buna ne çok ihtiyacımız var. Keyifle ve gülümseyerek olsun.

Bugün Fuar etkinlikleri içinde "Oktay Akbal" Paneli var, "Vedat Türkali'nin Edebiyatı ve Yeni Romanlarımız" Söyleşisi var. Yarın İlber Ortaylı'nın "Türklerin Tarihi" Söyleşisi var. O kadar çok aktivite var ki. 750 Yayınevi katılıyor Fuar'a. Siz hesap edin.

Ben bugün Saat 14:00-16:00 arası 8 Kitabımı basan ve E-kitap olarak da yayınlayan Cinius Yayınları'nın standında olacağım. Yayınevi gece bir eposta göndermiş, stand yerinde ufak bir yer değişikliği olduğunu iletmiş. Stand Adresi 'Salon 3 605D' olmuş. Fuar enerjisinin içinde farklı şekilde olacağım birkaç saat. Hayırlısı.
En önemlisi, gülümseyerek olsun. Fuar. Anlar. Anılar. Yaşam.
Gülümseyerek olsun.
Severek olsun.

9 Kasım 2014 Pazar

Kırmızı Kurdeleli Yaşam

İlkokul arkadaşlarımdan biri Facebook'ta ilkokul günlerimizden bende olmayan bir sınıf fotoğrafımızı yollamış.  O fotoğrafı görünce ve bugün bana iki farklı şehirden gelen iki benzer konu üzerindeki soruları okuyunca aklım birçok düşünceye, olaya gitti.  Başarı, başarısızlık, yaşam, yaşamı keşfetmek üzerine.

*


İlkokula, İstanbul'da, evimizin tam karşısındaki, Dolmabahçe Sarayı'nın arkasındaki tepede ve Vişnezade Camii'nin hemen yanında olan Süheyla Artam İlkokulu'nda gittim.  Okuma yazma öğrenmeye başladığımız birinci sınıfta, sınıfımda okuma yazma öğrenen öğrenciler içinde sanırım son üç öğrencinin içindeyim.  Okul yılında aylar ilerliyor, okuma yazmayı öğrenen sınıf arkadaşlarımız kırmızı kurdelelerini yakalarına mutlulukla takıyorlardı.  O kırmızı kurdeleler siyah önlüklerine iğnelenirken arkadaşlarımın yüzündeki gülümsemeyi hatırlarım. O nedenle gururdan daha çok sevinç ve mutlulukla parladıklarını hatırlarım. 

O günlerde, benim okuma yazmayı , özellikle okumayı sökememiş olmam nedeniyle ben de bilemediğim bir çaresizlik içindeydim. Olmuyordu işte.  Oysa üç dört basamaklı matematik işlemlerini, toplama ve çıkarmaları daha anaokuluna başlamadan önce yapabiliyordum.  Matematikte bir sorunum yoktu. Ama okuyamıyordum işte. Okuyamıyordum.

Ne öğretmenim, ne ailem bana bu konuda hiçbir eleştiri getirmiyordu.  Okuyamadığımı kimse söylemiyordu ama sınıfımdaki arkadaşlarım yapıyorlardı işte. İspatı kırmızı kurdeleleri de alıyorlardı.  Ben yapamıyordum.

Bir akşam Rahmetli Babam ile Annemin salonda fısıltı ile bu konudaki endişelerini konuştuklarını onlara fark ettirmeden dinlemeyi başarmıştım. Sonraki günlerde Babam hiç yapmadığı ve o günlerden sonra bir daha da hiç yapmayacağı şekilde bana akşamları ders çalıştırmaya çalışıyordu.  Bir türlü beceremediğim dört harfli kelimeleri okumayı bana öğretmeye çalışıyordu.  Çizgilerim, harfleri yazımım da belli ki çok kötüydü.  Bunu da  yine bana söylendiği için değil ama evde merakla duymak için gayret göstererek keşfetmiştim.   Annem rahmetli Babama "Ne yapacağız Sinan?" diyordu. Babamın yanıtını ise hiç duymadım. Muhtemelen, her zaman yaptığı gibi, yanıt vermek yerine, neler yapabileceğini düşünmeye başlamıştı bile.

Sonunda birinci sınıfı bitirmeden sınıfın ya sonuncu ya da sondan birkaç önceki öğrencisi olarak okuma yazmayı öğrendim.  Sorsam annem hatırlar mı bilmiyorum ama o detayı ben de aklıma net yazmamışım.  Kırmızı kurdelem önlüğüme takıldığında, bunu atlattım diye düşündüğümü hatırlıyorum.  Yüz ifadem kim bilir nasıldı diye merak ediyorum şimdi. O güne ait bir fotoğraf yok.  Mutluluğun yüzüme nasıl yansıdığını hayalime bırakıyorum.

*

İlkokulu birincilikle bitirdikten sonra, o yıllarda beşinci sınıfta bitirdiğimiz ilkokuldan sonra gideceğimiz ortaokul ve liseyi belirlemek için, tüm liseler Anadolu Lisesi olarak adlandırılmaya başlamadan önce, özel ortaokul ve liselere ve Anadolu Liselerine gidebilmek için girmemiz gereken sınava hazırlanmıştım.  O yıllarda sınavlar iki aşamalı yapılıyordu. İlk sınavda Türkiye’de ilk 700’e girmeyi başarmıştım.  İkinci sınavda ise sıralamada binküsurlardaydım.  Birinci tercihim olan ve ağabeyimin o yıllarda okuduğu Robert Kolej’e giremedim. İkinci tercihim olan Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’ni kazandım.  Ağabeyimin gittiği okula gidemediğim için çok ağladığımı hatırlarım.

Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’ne başladığım ilk yıl hazırlık sınıfı yılımızdı. Yani özellikle İngilizce öğrenmemizin hedef alındığı, resim, müzik ve matematik gibi derslerin varsa bile çok hafif olarak üzerinde durulduğu bir yıl.  Herşey İngilizce öğrenmemiz içindi. Bir devlet ilkokulu’ndan geldiğim için hiç İngilizce bilgim yoktu. Ağabeyim Robert Kolej’deki üçüncü yılına, ortaokul ikiye geçmişti ama İngilizce adına yes ve no kelimeleri dışında hiçbir şey bilmiyordum.  Kolej sınavları olarak da bilinen ortaokul giriş sınavlarına hazırlanmam gerektiğin için, yani belki, İngilizceyi gireceğim okulda öğrenmem ya da hangi okula girersem orada öğretilecek olan dili öğrenmem düşünülmüş olabilir. Bunu da aileme hiç sormadım. 

Doğrusu okullarımızın bize gerektiği zaman gerekeni vereceğine dair bir inancımız vardı. Ve esasında bu inanç benim okul yaşamımda hep doğru çıktı. Okullarım her aşamada bana vermesi gerekeni verdi.  Bunun birçok insanın okul yaşamındaki deneyimlerine uymadığını ise zamanla keşfettim. Gerçekten anaokulundan üniversiteden mezuniyetime kadar ne kadar şanslı bir dönem geçirdiğimi sonradan fark ettim.  Bu konuda da söylenecek çok şey var ama gelin onu sonraya bırakalım.

Hazırlık sınıfına başladım ve sorun yine başladı. İngilizce öğrenmeyi beceremiyordum.  

Arkadaşlarımın bir kısmı İstanbul’un ve Türkiye’nin farklı şehirlerinin başarılı özel ilkokullarından geliyor ve İngilizce biliyorlardı. İçlerinde yurtdışında bulunmuş ve ailesinde bizim lisemizden mezun olan veya çok iyi İngilizce bilenler vardı.  Benim annem ve babam Fransızca biliyorlardı.  Ağabeyim Robert Kolej’deydi ama benden sadece iki yaş büyüktü. Onun da dersleri başından aşkındı.  Doğrusu ben de yardım istemedim.  Nasıl yapacağım diyordum. Ben nasıl öğreneceğim. Anlayamıyordum.  Beceremiyordum.  

Notlarımız eve iletiliyordu ama annem veya babam bu konuda bana bir şey söylemiyorlardı.  Mutlaka ki gözlüyorlardı.  Hani bugünlerde olsa hemen ek özel ders aldırılır böyle bir durumda diye düşünüyorum. Ama bana özel ders aldırmadılar.  Bocalamaya devam ettim. Derslerimi dinliyordum, çalışıyordum, elimden geleni yapıyordum.  Olmuyordu, oluyorsa bile sınırda oluyordu.  Hazırlık sınıfının ikinci dönemi ilerlerken sınıfta kalabileceğimi düşünmeye başladım. Bu benim gibi ilkokulda okumayı öğrendikten sonra hep okulun en başarılı öğrencisi olan Zeynep için bir felaketti.  Sınıfta kalmak.

Elimden geleni yapmaya devam ettim. İngilizce'yi esasında öğrenmek istiyordum.  Seviyordum.  Olmuyordu, sadece öğrenmeyi, konuşmayı, yazmayı yeterince beceremiyordum.  Yılın sonunda İngilizce’den 10 üzerinden 4,5’tan 5 alarak sınıfı geçtim ve ortaokul birinci sınıfa geçmeye hak kazandım.  4,5’tan 5 alarak.

Sonrasında yine ilkokulda olan gibi bir süreç başladı.  Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nde ortaokulu ve liseyi birincilikle bitirdim ve üniversitenin verdiği burs ile Cornell Üniversitesi’nde mühendislik okumak üzere burs alarak üniversite eğitimim için Amerika Birleşik Devletleri’ne gittim.

*

Geriye dönüp baktığımda anneme ve rahmetli babama büyük bir teşekkürüm var.   Bu olanlar sırasında ben olanları zaten gözlerken, kendime yol açmaya çalışırken, başarmaya çalışırken bana varsa bile tereddüt ve endişelerini hiç yansıtmadılar.  Sadece birkaç defa meraklı çocukların her zaman başarabildiği gibi fısıltı ile yaptıkları özel konuşmalarını dinlemeyi başardım ve doğrusu orada bile kendilerinin bile benimle ilgili endişelerini bu kadar kapalı ve bu kadar az dillendirmeleri ne kadar doğruymuş.  Yüzlerinden kaygılarını okuyabiliyordum ama ne mutlu ki kelimeleri ile bunu gerçek kılmadılar.  Yapamıyorsun demediler, neden yapamıyorsun demediler, kızmadılar, azarlamadılar, zorlamadılar.  

Yanımdaydılar ama sanki yani yürümeyi öğrenen bir çocuğa yapılan gibi hareket etmem için gereken mesafeyi hep bıraktılar.  Çünkü benim yapmam gerekiyordu.  Benim öğrenmem, nasıl öğrenebileceğimi keşfetmem, benim yolumu bulmam gerekiyordu.  Benim yapmam gerekiyordu. Okumayı öğrenecek olan bendim, İngilizce’yi öğrenmeyi becermesi, başarması gereken bendim.  Öğretenler öğretiyordu.  Öğrenmek, bunun yolunu bulmak benim görevimdi.

*

Geçmişin muhasebesini her zaman yapmak mümkün değil.  Bugün gelen bir fotoğraf ve iki eposta bana bu yılları tekrar hatırlattı.  

Sınıfın okuma yazma öğrenemeyen çocuğu olmaktan, çok hızlı okumayı başardığım için ne kadar açık ve hızlı okumanın mümkün olduğunu göstermek için öğretmenlerin bana farklı sınıflarda sesli okumalar yaptırdığı bir öğrenci olmuştum.  

İngilizceyi öğrenmeyi başaramayan bir küçük kız iken yıllar sonra Amerika’da Amerikalı öğrencilerden İngilizce derslerinde daha iyi notlar alan,  eğitimini almamış olsam da İngilizce’den Türkçe’ye, Türkçe’den İngilizce simültane tercüme yapabilen, İngilizce yazılar yazan, yayınlayan bir insan olmuştum.  Mühendislik okuyor olmama rağmen Amerika’daki hocalarımın İngilizce’ye çok farklı bir yeteneğimin olduğunu söylediklerine inanmayarak şahit olmuştum. Yazıp konuşuyordum işte. Bunun neresi özeldi. İngilizce'ye bir yeteneğim olduğu cümlesini üniversiteden sonraki yirmi küsur yılda o kadar çok duydum ki. İngilizce'yi öğrenemeyen ve bu nedenle neredeyse sınıfta kalacak olan kızın yeteneği.

O nedenle bana farklı nedenlerle herhangi bir konuda başarı ve başarısızlık üzerine sorular geldiğinde hayatımdaki bu iki deneyimi hatırlarım.  Okumayı becerememekten okul birincisi olmaya, ve esasında bu hiç de önemli değil, esas kitaplara aşık olmaya, binlerce kitap sahibi olmaya ve kitap okumaya doyamama, kitap yazma arzusuna dönüşen yoluma bakarım.  Ya birileri o ilkokul birinci sınıfta bu kız yapamıyor deseydi?  Beceremeyecek deselerdi? Bundan adam olmayacak deselerdi?  Ya da hazırlık sınıfında, bu kızda dil yeteneği yok deselerdi?  Diğer konularda iyi ama dil buna göre değil deselerdi?  Beni tanıyanlar bilir sadece İngilizce değil, yabancı dilleri konuşmak, öğrenmek, o dillerde okumak benim en büyük tutkularımdan biri. Bunlar olmasa, hayatımda İngilizce olmamış olsa kim olurdum bilmiyorum.


Okul ve öğrencilik yılları kadar kişisel gelişim yolunda da kendimizi keşfediyoruz.  Yol bazen kolay olacak. Bazen sabır isteyecek.  Beceremiyorum veya olmuyor diyerek dövünebiliriz, yakınabilir, sızlanabiliriz.  Bunu seçmek her zaman elimizde.

Ya da deneyebiliriz.  

Denemeye devam edebiliriz.

Yapmaya, elimizden geleni yapmaya devam edebiliriz.

Yaşam bana bugüne kadar defalarca farklı şekillerde gösterdi ki anahtar yapmakta ve yapmaya devam etmekte.  Yaparsak, istersek, denersek, oluyor.

Seçim bizim elimizde.