İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Türk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ağustos 2020 Çarşamba

Japonya'ya Teşekkür




Bugün bir teşekkür daha etmek istiyorum. Esasında birkaç kişiye.

Yaşadığımız Pandemi süreci, yüreğimize gelen teşekkürleri söylemenin önemini bana farklı şekilde hatırlatıyor. Geleceğin belirsizliğini biraz daha yoğun olarak hissettiğimiz bu günler, söylemek istediklerimizi söylemeyi, en azından bana, daha çok hatırlatıyor.

Japonya'ya yaptığım seyahatlerin en az iki tanesi Wakayama Lions Kulübü Üyesi, Değerli Türk Dostu Sayın Lion Seiji Mukaiyama'nın Türk-Japon Dostluğu adına düzenlediği konserler nedeniyleydi. 2010 yılında Ooshima Adası'na ve oradaki şehitliğe ziyaretim ise, başka bir nedenle Japonya'da bulunduğum bir gezide, Sayın Mukaiyama'nın daveti ve evsahipliğe ile geçirdiğim bir günde gerçekleşmişti.

Sayın Mukaiyama, Lions MD118 Konseyimiz ve Lions 118R Yönetim Çevremiz ile ortak çalışmaları ile 2010 ve 2011 yıllarıda İstanbul'da ve İzmir'de iki Türk-Japon Dostluk konseri de düzenledi. Bu konserlerin masraflarını karşılamakla kalmadı, Japonya'daki konserlerinde olduğu gibi Türkiye'deki konserlerininde de gelirlerini Türk Lions Ailemize bağışladı. 

Japonya'da 2020 yılının Temmuz ayında düzenlediği ilk Türk-Japon Dostluk konserinin gelirini, üyesi olmaktan onur ve mutluluk duyduğum Muğla Fethiye Lions Kulübümüze bağışlamıştı. Biz de bu bağış ile AKUT Fethiye Ekibi ile ortak bir çalışma yaparak bazı gerekli cihazların teminini sağlamıştık.

Sayın Lion Seiji Mukaiyama, detaylara verdiği önem, titiz çalışma şekli, ince düşünceli yaklaşımı, zerafeti, nezaketi, Türk-Japon dostluğuna inancı, bana ve Türk Lions Ailemize verdiği ve gösterdiği değer ve bunu yaptığı çalışmaların her alanına yansıtması ile bana her zaman ilham veriyor. Kendisi ile Japonya'yı farklı boyutları ile tanırken belki yaşama dair de çok şey öğrendim diyebilirim. Kendisine her zaman müteşekkir olacağım. 

11 Mart 2011 tarihinde Tōhoku bölgesinde yaşanan 9 büyüklüğündeki Büyük Japonya Depreminde, Japonya'nın içme suyu bulma konusunda bir sorun yaşadığını öğrenince, Antalya Lions Kulüplerimizin temin ettiği ve gönderimini organize ettiği içme suyunun Japonya'da dağıtılmasında köprü oldu. 

Bu vesile ile, 2010-2011 döneminde Antalya Lions Kulübü'nün başkanlığını yapan Sayın Lion Feridun Uyar'a ve Antalya Falez Lions Kulübü'nün başkanlığını yapan Sayın Lion Cengiz Halil Candurmaz'a da, tüm emeği geçenler ile birlikte tekrar teşekkür ediyorum. Anlamlı bir çalışma yapmamıza ve bize her zaman destek olan Japonya'ya, belki manevi değeri önemli olan bir katkı sağlama şansı yarattılar. Japon Lions Ailesi de bu değerli destek nedeni ile kendilerine 2011 yılında takdir ve teşekkür belgeleri takdim etmişlerdi.

Tabii tüm bu organizasyonların ve çalışmaların yapılabilmesi için dil bariyerini aşabilmek gerekiyordu. Son on yıldır ara ara devam ederek ve son on ayda da daha sıkı bir program ile öğrenmeye devam etmeye çalışsam da, Japonca gibi bir dili öğrenmek kolay değil. Bu teması kurabilmemiz, on yılı aşkın bir süredir devam eden çalışmaları sürdürebilmemiz, çok değerli bir Türk, Japonya'da öğretim görevlisi olarak bulunan ve yaşayan Sayın Halit Mizrakli sayesinde olabildi. Sayın Mızraklı disiplinli ve özverili yaklaşımı, çalışkanlığı, bilgisi ve tecrübesi ile sadece iletişimde önemli bir köprü olmakla kalmadı, bir çok organizasyonun çok önemli aşamlarını organize ve koordine etti. Kendisine yürekten teşekkür ediyorum. Türk-Japon Dostluğuna, Türk Lions ve Japon Lions Ailelerine katkısı gerçekten çok büyük. 

Ve şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, Japon arkadaşlarım Sayın Halit Mızraklı Kardeşim ile tanıştıklarında, Sayın Mızraklı'nın Japonca'sının kendi Japoncalarınından bile iyi olduğunu söylemişlerdi. Diliyorum bu Değerli Kardeşimin yolu her zaman iyiliklerle açık olur.

Eğer Pandemi süreci yaşanmıyor olsaydı Mayıs ayında Sayın Seiji Mukaiyama'nın üyesi olduğu Wakayama Lions Kulübü'nün 60. Kuruluş Yıl Dönümü kutlamalarına katılmak için Japonya'da olacaktık. Yaşamın bizler için farklı planları varmış. Bununla birlikte, başta Sayın Seiji Mukaiyama ve Sayın Halit Mızraklı olmak üzere, farklı kampanyalar ile Türk Lions Ailemize destek gönderen tüm Japon Lionlara, tüm Japon Lions Yönetim Çevrelerine tekrar yürekten teşekkür ediyorum. Diliyorum ki gösterdikleri dostluk ve dayanışma onları daha da kuvvetlendirsin.

Yürekten sevgilerimle.


3 Temmuz 2019 Çarşamba

Lions ile Merhaba Milano

2007 yılından beri üyesi olduğum Lions Ailemizde, Lions 118-R Yönetim Çevremizde 1 Temmuz 2019 tarihinde Genel Yönetmenlik görevimi tamamladıktan iki gün sonra, Lions’un davetlisi olarak dün Milano’ya uçtum. İstanbul’daki yeni havalimanımızın dış hatlar terminalini de o nedenle ilk defa görme şansım oldu. İstanbul’dan İzmir’e ve Dalaman’a gitmek için yeni havalimanını kullanmıştım ama iç hatlar uçuşlarında CIP terminalini kullandığım için, havalimanını sadece İstanbul’a gelişlerde biraz tanıma şansım olmuştu.

Yeni havalimanında Atatürk Havalimanı'nda yaptığım işlemleri ve işleri yapmak aşağı yukarı bir saat fazla zaman aldı.  Büyüklüğün belki avantajları var ama yorduğu da kesin.  Aklıma Dalaman Havalimanı’nın eski yıllardaki minik hali geldi. Uzun rötarlar olduğunda oturacak yer bulmakta zorlansak da, yaşam kendi özel havalimanımızı kullanıyor gibi ne kadar pratikti.

Yeni havalimanın ve yeni havalimanının misafir salonlarını biraz keşfettikten sonra keyifli denilebilecek bir uçak yolculuğu ile Milano Malpensa Havalimanı’na vardık. Uçuşta dikkatimi çeken uçaktaki yolcuların çok azının Türk yolcular olmasıydı.  Milli Takım eşofmanları ile 6-7 kişilik bir sporcu grubu, bir aile ve benim gibi birkaç tek Türk yolcu vardı.  Yine uçakta dikkatimi çeken, yanımda oturan Arap karı koca gibi Arap yolcuların uçağın kişisel özel ekranlı eğlence sisteminde yolculuk boyunca ekranda Kuran-ı Kerim okumaları ve kulaklıkları ile dinlemeleriydi.  Uçağın içindeki kısa yürüyüş molalarımda bunun dikkatimi çektiğini itiraf etmeliyim.  Onun dışında İstanbul-Milanı uçuşu Arap yolcuların biraz fazlalı olması dışında, yolcular ile uzak doğudan Kanada’ya bir Dünya karmasını yansıtıyor gibiydi.  Nedense bize Dünya’nın parçası olduğumuzu hissettiren bu ortamları seviyorum. 

Milano’ya geliş yolculuğum çok rahat olmakla birlikte, Milano Malpensa Havalimanı’na indiğimde manzara biraz daha farklıydı.  Uçaktan inip pasaport kontrol sırasına girdiğimizde, Avrupa Birliği pasaportu olmayan yolcular olarak bizi bekleyen çok uzun sıranın farkına vardık.  

Bekleyişimizin takriben ilk yarım saatinin sonlarına doğru, İtalyan görevlilerden biri, 6-7 kişi kadar önümde beklemekte olan Türk sporcu heyetimize yaklaştı ve onları alarak Avrupa Birliği pasaportu sahipleri bölümünden kontrolden geçirdi.  Önümdeki pasaport kontrol sırası çok yavaş olarak ilerlerken, arkamdaki sıra uzamaya devam ediyordu. 

Beklememizin takriben 60-70. dakikalarında Türk Sporcuları yanına alan İtalyan görevli bu defa yine 3-4 kişi önümde bekleyen Kanadalı Aileyi yanına davet etti. Ailenin, yanaklarında Kanada’nın bayrağının minik çıkartmaları olan iki küçük kızı, ki biri 6-7 diğeri 9-10 yaşlarında olmalıydı, hiç şikayet etmeden bir saati aşkın süredir bazen kenara geçip yere oturuyor, bazen iki kardeş birlikte oyunlar oynuyor ama anne babaları gibi hiç şikayet etmedikleri gibi keyiflerini de hiç bozmuyorlardı.  Uçakta iki çocuğu olan bir Türk Aile vardı, o çocukların bu sırada ne yaptıklarını merak ettiğim için uzun ince pasaport kontrol bekleme sıramızın biraz önüme ve arkama baktım ama doğrusu onları göremedim.  

Milano’ya girişte bu uzun pasaport kontrol sırasının normal olup olmadığını düşünürken uzaktan da olsa pasaport kontrol memurlarının kabinlerini gördüm.  “Diğer Tüm Pasaportlar” yazan altı kabin vardı ve buradaki görevlilerden iki tanesi ara ara gelerek geçiş öncelikleri ile öne geçen pilot ve kabin görevlilerine hizmet veriyordu.  Bu sürede beklerken dikkatimi geçen bir şey de, pasaport kontrol sırasına giren uçak görevlilerden pilotların nedense hem gruplarının en sonunda pasaport kontrolüne girmeleri oldu.  Bu bir kural ya da gelecek mi yoksa tesadüf mü bunu bilmiyorum ve yıllardır yurtdışına yaptığım belki yüzlerce uçak yolculuğunda buna hiç dikkat etmemiş olduğumu fark ediyorum.  Pilotların pasaport kontrollerinde geçişlerine bu şekilde şahit olmamışım belli ki.

Milano Malpensa Havalimanında pasaport kontrol sıramı beklerken beni bekleyen seyahatten ziyade özellikle İstanbul uçağı ile gelen Dünya karması yolcuları seyretmeye daldım.  Hepsini anlamasam da, artık ayırt etmeyi başardığım Çince, Korece ve Japonca dillerinde konuşan uzak doğuluların Arap yolculardan farklılıklarını kendimce gözlemledim.  Uçaktaki Rus ve İspanyol yolcu çokluğunu sırada beklerken fark ettim ve şaşırdım. 

Pasaport kontrolünden geçip beni karşılamak için bekleyen Lions görevlileri ile buluştuğumda uçağın inişinin üzerinden takriben birbuçuk saat geçmişti ama beni karşılayanların güler yüzlerini görünce ben de gerçekten gülümsediğimi ve mutlu olduğumu fark ettim. Ve bir kere daha “Seyahat etmek çok güzel,” dedim. 

İtalya’ya her gelişimde olduğu gibi, İtalyanca bilmiyor olmama rağmen İtalyan sanılmak bu seyahatin de şimdilik değişmez parçası oldu.  İspanyolca öğrenmeye başladıktan sonra İtalya’da daha rahat ettiğimi itiraf etmeliyim, yine de İtalyanların bana yolda bişeyler sormalarına ise halen şaşırmaya devam ediyorum. Dün ve bugün bazen İngilizce konuşan gruplarla birlikte olmama rağmen insanların bana yaklaşıp İtalyanca bişeyler sorma nedenlerini halen tam anlamamış olsam da hoşuma da gidiyor biraz.

Bazen hayatımı Fethiye’den dışarıya bir adım atmaya ihtiyaç duymadan geçirebileceğimi düşünsem de, yeni yerleri, yeni insanları, Dünya’yı, farklı köşelerde keşfetmek gerçekten çok güzel.  

Sevgiyle geçsin, güzel insanlarla buluştursun bizi yolculuklarımız.
Bakalım Lions ile Milano macerası yaşamıma neler getirecek…




26 Temmuz 2016 Salı

Bu Halde Ne Yapmalı?


Bir kitap fanatiği olduğumu inkâr edemem.

Kitaplara garip bir bağımlılığım var ve bunun Japonca’da tsundoku diye bilinen bir adı olduğunu da keşfettikten sonra kitaplarla bu bağ mı, bağımlılık mı dersiniz, bu durumun sadece bana özgü olmadığını keşfetmekle birlikte, bu ilişkide her iki tarafı da özgürleştirmem gerekiyor galiba.  Bunda kitaplarımı koyacak yer bulmak konusunda gerçekten ama gerçekten zorluk yaşıyor olmamın da etkisi var. Evimde, arabamda, ofislerimde, el çantamda, sırt çantamda, salonda, yatak odasında, mutfakta, kitaplar üzerime üzerime geliyor adeta.  Tamam, tamam, ofislerimdeki durum daha vahim evime göre ama bir sorun ile karşı karşıyayım işte.

Bu sorunu yaşayan tek kişi değilim ve tabii kitap almaktan ve biriktirmekten vazgeçememek olarak tarif edebileceğimiz bu duruma Japonların bir kelime yaratmış olması beni iyi hissettiriyor.  Japonya’yı seviyorum ve bazen gerçekten kimi Japon dostlarımın beni kimi Türk tanıdıklarıma göre çok daha iyi anladıklarını hissediyorum. Tsundoku, yani kitap almaktan ve biriktirmekten vazgeçmeme kavramından dolayı değil tabii ki.  Tsundoku’yu Japon arkadaşlarıma hiç anlatmadım.  Sadece onların yaşama ve insana, kimi zaman çok katı da denilebilecek prensiplerle, değişik bir saygı kavramı ile yaklaşmaları yerine göre enteresan bir huzur veriyor bana.  Japonlara güveniyorum ve Japonya’da, bu memleketin dilini hala tam olarak çözememiş olsam da, güvende hissediyorum.

En son kitaplarımı Japonya’da aldım.  Osaka’da kaldığım Hilton Osaka Oteli’nin hemen bitişiğinde altı yedi katlı, her katında sadece beş altı dükkanın olduğu bir alışveriş merkezi vardı. Bir akşam orada dolaşırken çıkmadığım bir katında bir kitabevi olduğunu gördüm.

O katta sadece o kitabevi vardı.  Neredeyse tamamı Japonca kitaplardan oluşan kitapçıda uzun süre oyalandım.  Bildiğim hiragana ve katakana Japon alfabesi ile başlıklarda kitapların adlarını çözmeye çalışmak gibi anlamsız denemelere bile girdim. Kanji denilen Japonca’nın ana yazım işaretlerini bilmeden kitapçıda satılan bir kitabın herhangi bir bölümünü okuyabilmek gibi bir ihtimal yoktu ki.  Şimdi aklıma geliyor, çocuk kitapları bölümüne bakabilirdim belki.

Japonca kitapların arasında dolaşarak belki biyolojideki osmoz benzeri bir süreçle Japoncamı ilerletmek gibi bir arzum var mıydı bilmem ama yanımda bir Japon arkadaşım olmadan Japonya’da bir kitapçıdaki bu ilk yalnız keşfim beni iyi hissettirmişti.  Yani ben Japonca’dan ürkmüyordum artık.  2016 yılının Haziran ayının 19’unda başlayan bu son Japonya yolcuğumda, bu altıncı Japonya seyahatimde, artık Japonca’dan korkmadığımı fark ettim. Yani başka bir deyişle daha önce, onca kuvvetli Japonca öğrenme isteğime ve gayretime rağmen, korktuğumu ve belki de işte tam o nedenle, mehter marşı gibi iki ileri bir geri, bir türlü kalıcı olarak yol alamadığımı.

O akşam kendime Japonca bir kitap alamamıştım ama kitapçının küçükte olsa İngilizce kitaplar bölümünden iki tanesi Japonya’da savaşçının yolu olarak bilinen ve samurayların yaşam felsefesini anlatan bushido üzerine olmak üzere beş tane kitap almayı yine başarmıştım.  Valizimde zaten yer olmadığını bilmeme rağmen almadan geçememiştim.  Tamam, yeni çıkan ve çok satanlardan, Türkiye’de belki bulmam zor olabilir diye, yeni çıkan bireysel gelişim kitaplarından iki tane almıştım.  Yani muhtemelen Türkiye’de bulurdum veya amazon.com’dan internetten sipariş edebilirdim ama.  Ve bir tane de Karate üzerine bir kitap aldım o akşam. Çocukluğumdan beri ilgi duyduğum ve özellikle son bir yıldır hayatımda ayrı bir yeri olan Karate üzerine bir kitap almadan Japonya’dan dönülmezdi değil mi?

Osaka’daki kitapçıdaki o akşam değil ama 4 Temmuz sabahı Türkiye’ye dönüş yolculuğu için valizimi yaparken çocukluğumdan beri garip bir tutku gibi bir şey olan kitaplar ile ilişkimi yeniden ele almaya karar verdim.  Yanımda zaten dört beş tane kitap getirmiştim Türkiye’den.  Katıldığımız eğitimlerden ve toplantılardan birçok doküman çantalarıma eklenmişti. Şimdi beş kitap daha. Hem de bazıları kalın ciltli kapaklı. Ah, Zeynep, yine yaptın yapacağını, demiştim.  Tamam, Japonya’da alışveriş yapmamıştım.  Bu defa birkaç çok küçük hediyelik eşya, Kyoto’daki Kiyomizudera gibi sevdiğim bazı tapınak ve mabedlerden muska gibi minik şeyler almak dışında pek alışveriş yapmamıştım. Eşya fazlalığı istemiyordum.  Ama kitaplar?  O konuda kendime hâkim olamamıştım. Esasında beş kitap neydi ki aslında, dedim kendime ama Türkiye'den Japonya'ya iki haftalık bir seyahate giderken götürdüğüm ve orada aldığım toplam 10 kitap valizimdeki en çok yeri kaplıyordu.  Notları, dosyaları ve defterlerimi saymıyorum. 

Kitaplar ile ilişkimi değiştirmek için bir şey yapmam gerekiyordu galiba. İnsan kırkaltı yaşında da olsa hayatta her zaman yeniliklere yer var değil mi?

*

Son Japonya yolculuğumdan sonra kendime kitap satın alma yasağı koyduğumu itiraf etmeliyim. Yani takriben üç küsur haftadır kitap satın almadım ve bu benim için yeni bir şey.

Gazete satın almak dışında sadece bir dergi satın aldım.  Son birkaç yıldır her ay alıp okumayı ve içindeki tariflerden bazılarını denemeyi sevdiğim Sofra dergisinin Temmuz sayısını.

Kitap satın almamanın değişik bir etkisi vardır.  Yani yine itiraf etmeliyim bu ilk defa deneyimlediğim bir his değil. Ben kitap satın alma orucunu daha önce de denedim. Denedim denemesine ama bu konuda bir haftadan daha uzun bir süre başarılı olmadım.  Bu defa niyetim ciddi. Yani ciddi ciddi karar verdim bu defa.  Etrafımda benimle birlikte ve bana rağmen var olmaya çalışan bu kitap kalabalığının bana ne söylemek istediğini anlamaya gerçekten gayret edeceğim bu defa.

Son yıllarda yeni kitap alma hızımda bir yavaşlama olmaya başlamıştı.  Ve daha önce okuduğum bazı kitapları tekrar okuma isteğimin çoğaldığını fark ediyordum.  Mesela büyük bir iştahla Şibumi’yi tekrar okumak istemiştim.  Ayn Rand’ı da mesela. Mesela Hayatın Kaynağı’nı, The Fountainhead’i.  Oğuz Atay’ı mesela. Mesela Sait Faik’in tüm hikâyelerini tekrar tekrar okumayı. 

Bazen yirmi, yirmi beş yıl önce okuduğum kitapları, bazen ortaokul lisede okuduğum romanları, bazen son on yılda okumaya ağırlık verdiğim bireysel gelişim ve ruhsal konulardaki kitapları. Okuduğum kitapları tekrar okuma isteğim beni mutlu ediyordu aslında. Çok sevdiğim bir filmi tekrar seyredebilenlerdenim ben.  Kitaplarda bu ayrı bir tat alıyor.

Kendi yazdığım kitaplar dâhil, her kitabın yeniden okunduğunda yeni bir kitaba dönüşebildiğini biliyorum.  Tamam, belki her kitap böyle olmasa da her okunuşta yeniden can bulan çok kitap var.  Bu da bu geri dönüşleri benim için gizemli kılıyor.

*

Türkiye’de son iki hafta içinde yaşadıklarımız ile hayat çok farklı bir hal içinde.  Üzüntü, keder, korku, telaş, ümitsizlik, ve bir yandan insan ruhunun nefes almak gibi doğasından gelen küçük şeylerden alınan mutluluk, dostluklardan akan sevgi, arkadaşlıkların ruhumuza akıttığı neşe.  Farklı dalgalar bedenlerimizde, ruhlarımızda çarpışıp duruyor.

Böyle bir halde yaşam pek normal ve pek anormal şekilde devam ederken ne yapmalı?


İşte bu ruh halinde hiçbir şey yapmak istemezken, bu sırada verdiğim Reiki dersleri sırasında heyecanımı, isteğimi o saatler içinde canlandırmayı nasılsa başarırken, en çok yapmayı sevdiğim şey olan yazı yazmayı istemezken, yapmadığımda nefes alamadığımı hissettiğim yazı yazmayı istemezken, yaşama sevincimi tekrar nasıl kazanacaktım ben?


Fethiye’de şehirdeki ve Ada’daki kitaplarımı karıştırmayı deniyordum.  Oradan bir umut ışığı çıkar mıydı bana?  Ayn Rand’ın esasında bugünlerde, tam da bugünlerde bana göre dediğim “İhtiyacımız olan Felsefe” kitabını en az beş defa okumaya başlamaya çalışmama rağmen okuyamadım. 

Doğan Cüceloğlu’nun “Mış gibi Yaşamları” ilerlemiyordu bir türlü. 

Kişisel gelişim dünyasının annesi, her okuyuşta ruha umut verdiğini düşündüğüm Louise Hay’ler bile ağır geliyordu.  “İnsanın Anlam Arayışı”, Halide Edip,  deniyordum, deniyordum da, bu halimde neyi okumayı başarabileceğimi bulamıyordum.  Her kitaptan birkaç sayfa okurken kitaplar biriktikleri yerlerden çıkıp yemek masalarımın üzerinde okunma zorluğu yaşatan kitaplar yığını oluşturmaya başlıyorlardı.

Ta ki, ta ki, o kitabı buluncaya kadar. 

Onbir günlük ruh halimde beni, kelimelerimi çözen kitabı buluncaya kadar. 

Benim travma şifacım, beklenmedik bir şekilde Semahat Arsel’in Divan Oteli’nin kırkıncı yılı için hazırlattığı “Eskimeyen Tatlar, Türk Mutfak Kültürü” kitabı oldu.  Bir yemek kitabı.  Farklı bir yemek kitabı.



Bu kitabı lütfen basit bir yemek kitabı olarak kabul etmeyin.  Satın aldığım günü çok iyi hatırladığım kitaplardan biri olan "Eskimeyen Tatlar"ı aradan geçen onküsur yıl boyunca, hep elimin altında bir yerlerde kendini göstermesine rağmen, hiç okumamıştım.  Sayfalarını karıştırdığım ve çok kısa paragraflarını okuduğum ve içindeki fotoğraflara bakmışlığım vardı ama okumamıştım.  Oysa Divan Oteli, Taksim’deki Divan Pub çocukluğumda ailecek yediğimiz bir çok özel yemeğin hatırasını taşıyordu.

Bu kitap benim için babam, annem, ağabeyim Yaman, İstanbul ve özel aile akşamları ve günleri adına o kadar farklı anıları uyandırıyordu ki.  Sadece hazırlanış nedeni ile.  Mesela, Japonya’ya gitmeden önce Ramazan’da ailecek iftara gittiğimiz Bebek’teki Divan Brasserie’nin bu yaz tadilata gireceğini ve kapalı olacağını öğrendiğimde üzülmüştüm.  Dışarıda yemek yemek veya ille de orada yemek yemek meraklısı olduğumdan değil.  Divan kelimesi beni hep Taksim’deki Divan Oteli’ndeki çocukluk anılarıma götürdüğü için belki. 

Belki o otelin alt katındaki Divan Pastanesi’ne nice bayram çikolatalarını almaya babamla ben gittiğim için.  Pastane çalışanı hanımların aldığımız hediye çikolataların paketlerinin kurdelelerini özenle bağlayışlarını dikkatle ve zevkle seyrettiğimi hatırlarım. Yıllar sonra bu hissi,  Japonya’ya ilk gidişimde, Kyoto’da bir alışveriş merkezinde, sade lacivert döpiyes ve beyaz gömleği ile pek tertipli duran Japon satış görevlisi hanımın, anneme anneler günü hediyesi olarak aldığım yelpazenin paketinin kurdelesini özenle ve sanki şefkatli dokunuşlarla bağlayışını seyrederken almıştım. 

Annem de Divan’ın yemeklerini beğenir.  Klasik Türk mutfağının tatlarını Divan Oteli’nin lokantalarında bulmak mümkündür genelde.  Hani son Ramazan iftarında Divan’ın o klasik güllacının sade lezzetinin Antep fıstığı çorbası, Antep fıstığı muhallebisine dönmesi ile bozulduğunu ve o naif file badem tadını aradığımızı söylemem gerekse de.

Ne çok uzattım ben lafı.  Gelelim sadede.

Canım hiçbir şey yapmak istemediğimde, bundan altı, yedi yıl kadar önce İskoçya’da Findhorn Ekoköyü’nde kaldığımda keşfettiğim bir şey yaparım.  Ellerim ile bir şeyler. 

Orada öğrenmiştim ki Dünya’da yapılan araştırmalara göre elleri ile bir şeyler yapanlar, çalışanlar Dünya’daki araştırmalarda mutlu olduklarını daha çok ifade eden insanlarmış.  Mesela doktorlar arasında cerrahlar.  Yani ücretleri, imkânlarından öte cerrahların ellerini daha farklı şekilde devamlı kullanıyor olmalarının işlerinden aldıkları mutluluğu ve doyumu yükselttiği fark edilmiş.  

Örgü örmek, dikiş dikmek, bahçe ile uğraşmak, tahta oymak, seramik yapmak, ve belki de bir nebze yazı yazmak, adını koyamadığımız bir şekilde doyuruyor olabilir bizi.

Şimdi itiraz edenleriniz olabilir, ve sanırım ben de eskiden itiraz edebilirdim, ama yemek yapmak da esasında en büyük mutluluklardan biri olabiliyor.  Bir kurabiye hamurunu yoğurmak, şekillendirmek, o tepsiye dizmek ve pişerken yaydığı kokunun evi doldurduğunu görmek.  Yeni tarifleri denerken çıkacak sonucu bir yandan zaten başından beri hissetmek ve bir yandan merakla beklemek.

İşte Ada’daki evimin deposundaki kitapların arasından çıkan, İstanbul’daki evimi kapattığımda oradaki evimin kütüphanesinden bu depodaki kitaplar arasında karışan “Eskimeyen Tatlar”, bende hem oradaki yemek tarihini okuma isteği ile kelimelerle aramdaki çekişmeyi ortadan kaldırdı, hem de daha önce nasıl yapmayı düşünmediğime hayret ettirerek bu kitaptaki tüm tarifleri teker teker deneme isteği uyandırdı. Mezeleri, çorbaları, et yemeklerini, tatlıları.  Neden yapmamışım bugüne kadar, dedim.  Türk Mutfağının klasiklerini Divan vesilesi ile gelen tariflerle denemek.

*

Osaka’da 30 Haziran 2016 akşamı o aklımda hep kalacak olan kitapçıda aldığım son kitaplardan sonra, kitap satın alma orucuma devam etmeye kararlıyım.  En azından elimdeki kitapların bana yaşattığı bu yoğun yer darlığının bana söylediklerini anlamayı başarana kadar.

Bu sürede hangi kitapları okumaya yüreğim izin verecek bunu henüz bilmiyorum. Aklım ve yüreğim fazlası ile karışık ve ben artık duygularına rağmen yaşama hiçbir şey olmamışçasına devam edebilenlerden değilim.  Bununla birlikte “Eskimeyen Tatlar”ın bana hatırlattığı izden ilerleyeceğim. Tatların, lezzetlerin yaşamımızı nasıl zenginleştirebileceğini, keyiflendirebileceğini, geçmiş kadar geleceği de keşfetmemizi sağlayabileceğini hissederek.

Eğer sizde yoksa “Eskimeyen Tatlar”ı almaya ve içindeki tarifleri denemeye ne dersiniz?

Ya da, başka seçenekler olsa da, tarifleri ile az yanıltan Sofra dergisinin eski veya yeni, herhangi bir sayısından denemediğiniz bir tarifi keşfetmeye? 

Yaşamda bazen hava, Fethiye’nin sıcak ve nemli havasının ötesinde ağır ve dayanılmaz olabilirken, yine Güzel Fethiye gibi, bir gün doğumu, bir gün batımı, Fethiye Körfezi’nden gelen beklenmedik serin bir rüzgârın saçlarımızı karıştırırken bizi tebessüm ettirmesi gibi, bir şeyler hayata taze bir can üfleyebiliyor.  Yemeklerin tatlarının rüzgârı da yüreklerimizi, ruhumuzu serinletebilir belki.

Ve belki de, bu halde, yapılabilecek en iyi şey sevdiklerimizle ve sevdiklerimiz için yemek yapmaktır.

2 Kasım 2015 Pazartesi

İnsan

Birkaç yıl önce Çin'e gitme fırsatım olmuştu.
Çin'de 'insanın' tarihini düşünmeden gezmek mümkün değil.
Türk ve Moğol akınlarından korunmak için M. Ö. 300-400'lerde yapılmaya başlayan Çin Seddi tarihin Dünya'daki önemli izlerinden biri. İmparatorlar gelmiş geçmiş. Yaşam bugüne, bugünkü Çin'in gerçeğine akmış.
Tarih bazen görünen izler bırakıyor, bazen manevi izler.
Bireysel tarihimizi, ülkelerimizin tarihini niyetlerimiz ile, davranışlarımız ile, yapmayı seçtiklerimiz ile yazıyoruz. Gücü elinde tutanlar daha çok ama hepimiz, hepimiz bu hikayenin satırlarını yazıyoruz.
Her an, her gün bizler için bir karar anı. Ne yapmayı seçeceğiz?
Yaptıklarım sevgi, anlayış, adaletle olsun. Ve yapabildiğim ne ise onu yaparak yaşamdan aldığımdan fazlasını vermek için olsun diyorum ben.
Bugün kendiniz için ve çevrenizdeki en az bir kişi için sizin ve onun yaşamına katkı getirecek, mümkünse kalıcı katkı getirecek neler yapabilirsiniz? Benim bugün kendim için sorum bu. Bugün neler yapabilirim? Bakalım yanıtları ile neler olacak.
Sevgiyle kalalım, içimizdeki o sihirli olumlu gücü hatırlayarak.

8 Eylül 2015 Salı

Uğurlama Zamanı


Bugün, Fethiye'de, trafikte en çok dikkatimi çeken şey, arabaların, taksilerin, dolmuşların, Belediye otobüslerinin, minibüslerin önlerinde, arkalarında, yanlarında, üzerlerinde asılı olan Türk Bayrakları.
Kimileri küçük, kimileri büyük, kimileri kocaman.

Evlerde, otellerde, dükkanlar ya da sokaklarda Belediye tarafından asılan bayrakları görmeye Fethiye'de alışığız biz. Onlar da var. Var ama, bugünün farkı yollardaki bayraklar.

Bir an fotoğraflarını çekmeyi düşündüm. Sonra vazgeçtim. Fethiye'de olanlar zaten görüyor. Benim de hafızamda kalsınlar istiyorum. Paylaştığım bayrak fotoğrafını ise birkaç yıl önce Antalya'da çekmiştim.

Esasında Fethiye'de, araçlarda bayrak görmeye de alışığızdır biz.
Asker uğurlamalarında.
Aile ve arkadaşları askere gidecek gençleri neredeyse arabaları tamamen örten bayraklar ile sarılı araçlar ile, mini konvoylar ile uğurlarlar.
Bir aracın üzerinde kocaman bir Türk Bayrağı görüyorsanız, bir gencimiz askere uğurlanıyor demektir.

Bugün Fethiye, tanıyanı, tanımayanı ile bir askerini uğurlamaya hazırlanıyor.
Bugün Fethiye belli ki bu işi usulüyle yapmak istiyor.
Şehit Uzman Çavuş Adnan Ergen'in cenazesi ikindi namazını müteakip Eşen'de toprağa veriliyor.

Allah rahmet eylesin. Hep nurlar içinde olsun.

30 Ağustos 2015 Pazar

Türk İşaret Dili Öğrenme Zamanı Geldi

Türk İşaret Dili hakkındaki yazım Lions Relife Dergisi'nin online sitesinde yayında:

http://www.lionsrelife.com/kose-yazisi/turk-isaret-dili-ogrenme-zamani-geldi/

*

Ve,

Türk İşaret Dili'ni öğrenme maceramın iki aşaması 2015 yılının Temmuz ayı sonlarında tamamlandı. Şimdi öğrenmeye ve kullanmaya devam etme zamanı başlıyor.