İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Üsküdar Amerikan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Üsküdar Amerikan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mayıs 2020 Cumartesi

Kader Nerede? 50'ye 6 Gün Kala İle O 11 Yaş

İngilizce öğrenmeye başladığım günleri çok net hatırlıyorum.  İngilzcenin bugünlerde olduğu gibi rahatlıkla duyulabildiği, erişilebildiği günlerde çok öncelerde, 1981 yılında, Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nin hazırlık sınıfına başladığım İngilizce ile tanıştım. Öncesinde ise sanırım, gerçekten, bildiğim iki kelime vardı.  Evet ve hayır.  Başka bir kelime bildiğimi hatırlamıyorum.

Bugünlerin eğitim sistemleri ve yaklaşımları ile kıyaslayınca ne kadar farklı geliyor. Ne kadar geç.  Oysa, benden iki yaş büyük olan ağabeyim, benden iki yıl önce Robert Kolej’e başlamıştı.  Ona çok imrendiğimi hatırlıyorum.

İlkokulda başarılı bir öğrenciydim. Matematiği çok severdim ve o zamanlarda adlandırdığımız şekilde kolej sınavlarında başarılı olmam bekleniyordu.  Ağabeyim girilmesi en zor okul olan Robert Kolej’e girmeyi başarmıştı.  Benden de böyle bir başarı bekleniyordu sanırım, hiç söylenmese de.  Ben de çok istiyordum.  

En çok hoşuma giden şey ağabeyimin İngilizce öğrenmeye başlamasıydı. Doğrusu okulu konusunda, ya da dersleri konusunda onunla çok konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Muhtemelen ilkokul çocuğu olan Zeynep ile koleje yeni başlamış Yaman’ın, oyun için biraraya geldiğimiz saatler dışında farklı işleri ve dertleri vardı.  Sadece gözlemlediğimi, ağabeyimi seyrettiğimi hatırlıyorum.  Onun ders kitaplarına arada bakmış da olabilirim, çok net hatırlamıyorum doğrusu.

Ama şunu hatırlıyorum.  Hani bazı sahneleri ömür boyu ilk günkü gibi hatırlarsınız ya, şunu hatırlıyorum.

O zaman oturduğumuz Akaretler’deki evimizin misafir tuvaletinde, aynanın önünde, İngilize konuşur gibi yaptığımı hatırlıyorum.  Annemin evdeki İngilizce öğrenme kasetleri dışında İngilizce neredeyse hiç duymadığım düşünülürse, ağabeyimden duyabildiklerim kadarı ile kendmce İngilizce konuşmaya çalıştığımı, benzer sesler çıkarmaya çalıştığımı hatırlıyorum.

Kısacası, benim için kolej sınavlarına çalışmak için en büyük motivasyon İngilizce öğrenme isteğimdi.

O zaman iki aşamalı yapılan sınavların birincisinde 600 küsuruncu, ikincisinde ise biraz daha kötü bir sıralama ile binli sıralamalarda yer almıştım.  Esasında başarılı bir öğrenciydim ve doğrusu Robert Koleji kazanmam doğal olarak bekleniyordu.  Geneldeki sonuçlarıma göre, ama ilk sınavdan önce de ama ikinci sınavdan önce kaygılanmaya başladığımı hatırlıyorum.  Bir şeyi çok istemek üzerimizde değişik bir baskı yaratıyor. Bu arada, açıkça söylemeliyim, ailem, ima ederek bile hiçbir zaman üzerimde bir baskı oluşturmadı, benden bir beklentileri olduğuna dair hiçbir şey söylemediler, hiç bir şey hissettirmediler. Bu konuda anneme ve babama ömür boyu çok müteşekkirim. Beni o küçük yaşımda sonuna kadar desteklediklerini hissettim ama üzerimde bir baskı hissetmedim. İlerleyen yaşlarda, belki iş hayatında, belki onlar da yaşlandıkları için birşeyi yapmam ya da yapmamam konusunda daha belirgin tavırlar ortaya koyduklarını gördüm ama 10,11 yaşındaki Zeynep için ideal bir anne babaydılar doğrusu.  Bir stres yaratan varsa, o benden başkası değildi.

Sınav sonuçlarını öğrendikten sonra uzunca bir süre ağladım.  Kaç gün bilmiyorum.  Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’ni kazanmıştım.  İkinci tercihimi.  Türkiye’nin en iyi okullarından biri olduğunu söylüyorlardı.  Söylüyorlardı ama ben sanırım ağabeyimin okuluna gitmek istiyorumdum.

Yaşama, kadere, yaşamımıza anlam katacak insanlar ile buluşmalarımıza dair bir şeyleri bilmem tabii ki o günlerde mümkün değildi.  Oysa bugün, geriye baktığımda, beni ben yapan bir çok şeyin o yol ayrımı ile belirlendiğini düşünmeden edemiyorum.

Elli yaşımı tamamlamama altı gün kalan bugünden geride dönüp, o günlerden bugüne geçen otuzdokuz, kırk yıla bakınca, beni mutlu eden, beni yerine göre çok başarılı kılan ve hayalini kurmamın bile mümkün olmadığı farklılıkları yaşamamı sağlayan şeylerin, o dönemde saklı olduğunu görüyorum.

Günahları ve sevapları ile olduğum Zeynep tam da olmak için doğduğum Zeynep gibi geliyor şu anda.  Pişmanlıklarım, keşkelerim, kendimce zaferlerim, gerçekten havalara uçuran mutluluklarım, kuşkularım, endişelerim, korkularım ve peşinden koşmayı muhtemelen bırakamayacağım meraklarım ile.

Yaşamda geriye dönüp baktığım, o çocukluk günlerde farklı bir şey yapabilir miydim bilmiyorum.  Her zaman elimden gelenin en iyisini yaptım.

Geriye dönüp 39, 40 yılıma baktığım da ise, daha farklı yapmak istediğim bir şey var.  Ve öyle düşündüğü neredeyse bir yıldır çok yoğun olarak fark ettiğimi için yaklaşık olarak sekiz aydır farklı yaptığım bir şey var.

Nereden başlamıştık söze.  Ağabeyim, İngilizce ve misafir tuvaletini aynasının karşısında İngilizce konuşmaya çalışan Zeynep diyorduk.

Amerika’da Cornell Üniversitesi’nde mühendislik okuduktan sonra babamın 1950’lerde kurduğu inşaat işimizde çalışmaya başladım.  Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’ne baraj inşaatları yapıyorduk ve şantiyelerimiz hep Türkiye’deydi. O nedenle, belki seyrettiğim filmler, çok çok yoğun çalıştığım için uykuya zor zaman bulabildiğim ve Türkçe okumayı da sevdiğim için nadiren okuyabildiğim İngilizce kitaplar ve gittiğim yurtdışı tatilleri dışında çok uzun süre İngilizce konuşmadım ve yazmadım.  Üniversite arkadaşlarım ile gittikçe seyretleşen yazışmalarımız dışında, ki o günlerde bu belki birkaçı ile yaptığım faks ile karşılıklı yazışma dışında kart ya da mektup yazmak anlamına geliyordu.

Derken, farklı boyutları var ama, Türkiye’de yaşayan farklı yabancılar, hocalar, eğitmenler karşıma çıkmaya başladı.  Birden, sanki aniden, içimde bir şey uyanmaya başladı.

Lise de, İngilizce ek olarak Almanca öğrenmeye başlamıştım.  Lisemizdeki tek ikinci yabancı dil seçeneği Almanca’ydı.  Üniversite’de Almanca derslerine devam etmiştim ama mühendislik dersleri yanında zaman ayırmakta gerçekten zorlansam da, bir nokta da Bertold Brecht’i hiç ama hiç zorlanmadan ve herşeyi de anlayarak okuyabildiğimi hatırlıyorum.  Tabii dil oldukça nankör ve şu anda Almanca haberlere denk geldiğimde duyduklarımı tam olarak anlayamadığımda televizyon kanalını değiştirme refleksimi tam olarak yenemiyorum.  Zürih’te ya da Münih’te üç, dört gün kaldıktan sonra kulaklarımın alışmaya ve beynimin saklı sayfalarını açmaya başladığını deneyimlemiş olsam da Almanca rahat olduğum bir dil değil. Benim için rahat olduğun bir dil demek konuştuğumu fark etmediğim bir dil demek.

Bu ne mi demek?  Mesela, bir Fransız flimi seyrettim diyelim. Alt yazılı bir film. Ve bana sordunuz, alt yazılar hangi dildeydi, Türkçe mi İngilizce mi, diye. Buna yanıt veremem çünkü farkına varmam. Nereden mi bilmiyorum çünkü bu soru ile birkaç defa karşılaştım.   Bir söz Türkçe mi söylendi, İngilizce mi, bunu ayırt etmem çünkü her ikisi de ana dilim gibi gelir.  İngilizcemin mükemmel olduğunu söyleyemem. Bilmediğim çok kelime var muhtemelen, ve eminim Türkiye’de bu dili benden çok çok daha iyi konuşan onbinlerce kişi var ama İngilizce ile aramda, tarif edilmesi zor bi yakınlık var.

Mesela, İngilizce-Türkçe simültane, yani eş zamanlı anında çeviri yapabiliyorum.  Bunu ortaokul yıllarımdan beri yapıyorum ama simültane tercüme kabininde de yapmışlığım var.  Bir buçuk gün, bir uluslararası mimarlık toplantısında.  Doğrusu bunun İngilizce bilen biri için çok da özel bir durum olduğunu düşünmemiştim, sadece simültane tercüme yapabilmenin, bu konuda hiçbir bilgi ve eğitim almamış olsam da, çok hoşuma gittiğini, beni mutlu ettiğini biliyordum. Kabinde tercüme işi için ücret almış olsam da, en çok yapmış olmak beni mutlu etmişti.  Neyse, toplantı bittiğinde kabin malzemelerinin kiralandığı firmanın temsilcisi genç bir bey yanıma geldi. Toplantı sırasında arkaplanda kendisini görmüştüm ama hiç konuşmamıştık. Şimdi malzemeleri topluyorlardı ve ben de üzerimde hissettiğim yorgunluğu atmak için dinleniyordum.  Toplantının son yarım saatinde bir noktada çok yorulmuştum ve konuşmacılar benim için bir on dakika dinlenme arası vermişlerdi ve sonrasında toplantıyı kapatmıştık.  

İşte, ben eve gitmek için yola çıkmadan önce biraz oturup kendime gelmeye çalışırken bu genç bey yanıma geldi.  “Zeynep Hanım, sizi çok tebrik ederim,” dedi. “Teşekkür ederim,” dedim ama sesinden algıladığım kadarı ile, bu, iş bitimlerinde söylenen tebrik, teşekkür cümlelerinden biraz farklı gibiydi. Biraz merakla yüzüne baktığımı hatırlıyorum.  Ve genç adam devam etti.  “Zeynep Hanım, ben on yılı aşkın süredir bu işi yapıyorum, Türkiye’nin çok farklı yerlerinde kabin kurduk, toplantılara hizmet verdik, ben bugüne kadar birbuçuk gün kabinde tek başına tercüme yapan ve bunu bu kadar iyi yapan birini hiç görmedim. Genelde iki kişi, yarım saat, bazen yirmi dakikalık sürelerde değişerek tercüme yaparlar. Siz tek başınıza bunu yaptınız. Çok başarılısınız. Sizin bu konuda yeteneğiniz var. Bana düşmez ama bu işi yapabilirsiniz,” dedi ve beni tekrar tebrik ederek, elimi sıkarak uzaklaştı.  Ben, genç adamın söylediklerini idrak etmeye çalışırken iskemleme tekrar oturdum ve sanırım bir on, onbeş dakika öyleye kaldım.  Sonrasında yüzüme derince bir gülümsemenin yayıldığını hatırlıyorum.  Ve adeta uçarak arabama bindiğimi ve eve gittiğimi.

Bu sabah uyandığımda aklımdan geçen birkaç cümleyi yazmak için oturmuştum bilgisayarın başıma ve yine neler geldi aklıma.  

Oysa bu sabah 11 yaşında İngilizce konuşmaya çalışan Zeynep’i hatırlamıştım.  Sabah, son sekiz aydır ciddiyetle çalışmaya başladığım Japonca kelimeleri, cümleleri kendime tekrar etmeye çalışırken. Dinlediğim ve büyük kısımlarını halen anlayamadığım Japonca röportajlardaki ifadeleri tekrar etmeye çalıştığımı hatırlayarak tekrar 11 yaşındaki Zeynep gibi hissettiğimi ve davrandığımı fark ederek.  Almanca’dan sonra İspanyolca ve Fransızca’da öğrendiğim halde Japonca’nın beni İngilizce gibi heyecanlandırdığını fark ederek.

Merak ile heyecanlanan bir çocuk gibi hissetmek ne güzel.

Ve daha da güzeli bizi heyecanlandıran şeylerin izinden gitmeyi seçebilmek.

Yabancı dilleri bilmek ve konuşmak beni inanılmaz şekilde mutlu ediyor ve heyecanlandırıyor.  Genlerimde bir yerlerde gizli kalmış atalarıma kavuşmanın mutluluğu mudur yoksa yabancı bir dil ile açılan dünyaları keşfetmenin sihrinden midir bilmiyorum ama hayatıma anlam katıyor. Nerede, ne zaman, ne için kullanacağımın hiçbir önemi ve anlamı olmadan, sanki arkadan biri beni kovalıyormuşcasına bir hız ve istekle yabancı dilleri çalışıyorum. İşe başladığım ilk on yıl nasıl uzak kalabildiğimi ve nasıl ruhumu ihmal ettiğimi de fark ediyorum.

Bir dersim ya da mesajım yok.  

Sadece bundan sonra, daha kuvvetli bir inanç ve teslimiyetle, beni mutlu eden şeylerin peşinden gitmeyi seçiyorum.

Sevgiyle kalın.

16 Mayıs 2020
Arnavutköy, Beşiktaş, İstanbul

15 Nisan 2016 Cuma

Mor Salkım Festivali 2016

Üsküdar Amerikan Lisesinden Yetişenler Derneği'miz 30 Nisan 2016 tarihinde düzenlenecek olan Mor Salkım Festivali'ne, programdaki okulumuzdan mezun yazarlar için çalışmaya, bölüme, mezunlardan biri olarak beni de davet ettiler. Davetin Dünya Sanat Günü'ne denk gelmesi ayrıca mutlu etti beni galiba.

30 Nisan'da Üsküdar Amerikan Lisemizde buluşmak üzere.

1 Ocak 2015 Perşembe

Zeynep Kocasinan: Eğitmenlik, Danışmanlık Özgeçmişi

Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'ni birincilikle bitiren Zeynep Kocasinan, Cornell Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü'nden lisans derecesine sahip.

 ICF onaylı Erickson College "Koçluk Bilimi ve Sanatı", "Takım Koçluğu", "İnsan Potansiyeli Yönetsel Koçluğu" ve Innerlinks Frameworks Coaching Process eğitimlerini tamamlayarak Koçluk yapan Zeynep Kocasinan aynı zaman da 2004 yılından beri kendi resim atölyesinde resim çalışmalarına devam ediyor ve aralarında Genç Gelişim, Astrolife, Aşk Dergisi, Sabah Gazetesi ve Land of Lights gazetesinin de olduğu muhtelif Türkçe ve İngilizce dergi ve gazetelerde yazılar yazıyor, ekler hazırlıyor,

Yaratıcılık ve Kişisel Gelişim üzerine dersler veriyor.

Reiki (Usui Reiki Master), EFT, Jyorei,Inverse Akım Terapisi, Bio-enerji, Kuantum Uygulama Teknikleri, Meditasyon, Astroloji, Numeroloji, Aromaterapi, Bach Çiçek Özleri ve farklı enerji metotları üzerine çalışmalar ve uygulamalar yapıyor.

Reiki Master ve Dönüşüm Oyunu Kolaylaştırıcısı Zeynep Kocasinan, İngilizce, Türk İşaret Dili ve orta/az derecelerde İspanyolca, Almanca, Japonca ve Fransızca biliyor. 

Zeynep Kocasinan Fethiye'de yaşıyor.

6 Türkçe ve 2 İngilizce olmak üzere 8 kitabı bulunuyor.

01.01.2015

24 Ocak 2012 Salı


Üsküdar Amerikan Lisesi'nden Yetişenler Derneğimize, yeni çıkan kitaplarım "Kitaplar Soru Sorar" ve "Doğru Yanlış Güzel Çirkin, Findhorn'da Sürdürülebilir Yaşam Macerası" isimli son kitaplarıma internet sitelerinde ve Dernek Facebook sayfalarında yer verdikleri için yürekten teşekkürler.

Bu güzel ailenin parçası olmaktan gurur duyuyorum.

İnternet Sayfası: http://www.ualyetder.org/includes/haberler.asp?user_level=1

Facebook Sayfası: https://www.facebook.com/UALYETDER

7 Şubat 2009 Cumartesi

Ben Böyle Yaşamaya Devam Edebilir miyim?


Aşağı yukarı 15-16 aydır yaşamıma giren yeni kavramlar var: Küresel ısınma, ekolojik ayak izi, çevre koruma, sürdürülebilirlik.
Peki, yaşamımın diğer 36 yılında dünyaya zarar vererek mi yaşadım? Eh, istemeden de olsa tahmin ettiğimden daha fazla vermiş olabilirim. Neyi doğru yapmam gerektiğini bildiğimi sansam da, bilmediğimi biliyorum artık.



Türkiye’de ekmeğin karne ile verildiği dönemleri bilen bir anne ve babamın çocuğuyum ben. Babam 1927 doğumluydu, Annem ise 1940 doğumlu. Onların yaşadıkları savaş yıllarının tasarruf, tutumluluk, eldekini koruma ve iyi kullanma hakkında onlara öğrettiği çok şeyler var. Ben ilkokul yıllarımda Türkiye’de benzin kuyruklarını gördüm, yağ kuyruklarını daha az hatırlıyorum, ama hafif de olsa benim de yaşamımdan geçti o günler.

Ancak gerek bir Amerikan lisesinde okumuş olmam, gerekse üniversite yıllarını Amerika’da geçirmiş olmam, ya da sadece İstanbullu olmak insanı dünyanın kaynaklarını kullanmak ve tüketmek konusunda biraz daha sorumsuz yapıyor. Özellikle İstanbul’da beton denizi içinde yüzerken doğanın bir parçası olduğumuzu unutuyoruz adeta.

Büyük şehirlerde bilgi ve imkânların fazlalığı bizi beklenin tersine daha duyarsız hale getirebiliyor.

Amerika’ya gittiğim ilk yıllarda bozulan şeylerin tamir edilmek yerine atıldığını ve yerine yenisinin alındığını görmek beni şaşırtmıştı. Bir ayakkabı veya çanta tamircisi yoktu ortalıkta. Ütü bozulduğu zaman belki gidecek bir servis vardı garanti kapsamında, ama ya sonrasında. Neredeydi Türkiye’de her mahallede bulunan ve neredeyse her şeyi düzeltebilen tamirciler? Bir yirmi yıl içinde bizde neredeye aynı duruma geldik.

İstanbul ve yaşamımız dünyada hangi şehirlere benziyor diye düşünürüm arada. Şehir yapısı olarak İstanbul’u Barselona’ya benzetsem de İstanbul ve Türkiye’deki yaşamın ve yaşam tarzlarının Avrupa’ya benzediğini söylemek zor. Türkiye 1990’ların başında beri küçük Amerika, küçük A.B.D. olma yolunda ilerliyor. Tüketim alışkanlıklarımız bu yolu en hızlı takip eden özelliklerimizden.

Bir İstanbullunun tüketim alışkanlıkları ile dünyaya etkisi bir NewYorkluyu geçmeye başladı adeta.

Tüketiyoruz. Tüketmenin ve tüketiyor olabilmenin özenilir olduğu bir dönemleri yaşıyoruz. Ama bu kelime sadece bir kelime olarak baktığımızda çağrıştırdığı diğer anlamlar neler oluyor?

Ama alışkanlıkları değiştirmek o kadar kolay değil.



2007 yılının Ekim ayında Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde katıldığım bir Uluslararası Çalıştay’dan beri ben kendime göre ciddi olarak tüketim alışkanlıklarımı değiştirmeye gayret ediyorum. Atıkların geri dönüşümü çevre koruma ve küresel ısınma için önemli. Ama esas çözüm atıkları geri dönüştürmek değil, geri dönüştürülmesi gereken atık miktarını azaltmak gibi görünüyor. Bu düşünce tarzı bizi bambaşka bir tüketim yaklaşımına götürüyor. Belki anne babalarımızın, dede ve ninelerimizin çok iyi bildiği, ama bizim unutmaya başladığımız yaklaşımları.



Bir giysi sizin için ne zaman eski sayılır? Babam okul yıllarında yamalı kıyafetler ile okula gelen çok arkadaşı olduğunu söylerdi. “İnsanların giysileri eski olabilir, asla bu yüzden kimseyi yargılama ve küçümseme” diye tembih ederdi. Çocukluk yıllarında iki en fazla iki belki üç çift ayakkabıları olduğundan ve bunlardan bir çiftinin mutlaka ‘bayramlık’ diye adlandırdığı ve özel günlere ait olduğunu hatırlatırdı.

Yurtdışına gittiğimde çevre konularına kendini adamış ve bu konularda bireysel olarak yaptıklarımızın önemine inanan birçok dostumun, hocamın giysileri hep dikkatimi çeker. Önemli bir konuşmacının konferansını dinlemeye gidiyorum. Türkiye’de ve Dünya’da da alışmışız, konuşmacı iki dirhem bir çekirdek giyinmiş olacak. Belki Türkiye’de dış görünüze biraz daha fazla mı önem veriyoruz acaba? Konferans sırasında bir bakıyorum konuşmacı belli ki uzun yıllardır giymekte olduğu temiz ama pek de yeni olmayan pantolon, gömlek ve hırkası ile konuşmakta. Temiz ama bariz şekilde pek de yeni olmayan.

Mesela ODTÜ’deki çalıştayda Brezilyalı bir hanım eğitmen vardı. Eğitim verdiği 4 gün boyunca oldukça şık 3 elbise giydi. Ancak hanımın kendisini uzun yıllardan beri tanıyanlardan şu cümleyi duyduk “May bu elbiseleri Birleşmiş Milletlerdeki toplantılarda da giyiyor.” Bir vakfın Birleşmiş Milletlerdeki temsilciliğine de yapan bu hanım beğendiği çok az miktarda giysiye sahipti ve bunları daimi olarak kullanıyordu. Ben sonradan internette bu eğitmen hanım ile ilgili araştırma yaparken, oradaki fotoğraflarda da tanıdık elbiselerine rastladım hep.

Bu eğitmenler alıp kullandıkları her giysinin, her eşyanın yapılmasında tüm aşamalarda kullanılan tüm kaynakların tüketimini, ortaya çıkan karbon salınımlarını ve ortaya çıkan birim zararı birey olarak nasıl giderebileceklerini ciddi olarak dikkate alıyorlardı.

Çok uçak yolculuğu yapıyorlarsa, dünyada ihtiyaç olan bölgelerde ağaç diktiriyorlardı. Ve eğer mümkün ise uçak yolculuğu yerine tren ile yolculuk etmeye gayret ediyorlardı. ODTÜ’de bu konuların öncülüğünü yapan iki hocamız var, Prof. Dr. İnci Gökmen ve Prof. Dr. Ali Gökmen. Onlar Ankara’dan İstanbul’a gelecekleri zaman uçak, otobüs veya araba kullanmıyor. Tren hatta yataklı tren ile seyahat ediyorlar. Türkiye’de uçak bilet fiyatlarının oldukça düştüğü ve uçak ile seyahatin teşvik edildiği günlerde, bir uçak yolculuğumuzun çevreye etkilerinin farkında mıyız?

Ben gerçekten çok sık uçuyorum, gerek yurtiçinde ve gerekse yurtdışına gittiğim zamanlarda. Bir yıl içinde yurtiçinde en az 25-30 uçuyorum, 50-60’ı bulduğu yıllar oldu. 2008’de biri Japonya’ya olmak üzere 5 yurtdışı seyahatim oldu. Çoğu eğitimler ve dernek çalışmaları için ve bir iki tanesi de çevre konuları ile ilgili çalışmalar için gittiğim seyahatler oldu. Belki ben 2008 yılında ne kadar kaynak tükettim?

İş dönüp yaşam tarzımıza geliyor. Ben böyle yaşamaya devam edebilir miyim? Böyle yaşama hakkım var mı? Ve yaşıyorsam, bu tercihlerimin etkilerini ortadan kaldırmak, bertaraf etmek için neler yapabilirim?

Ekim 2007’den beri ve özellikle geçen ayında Haziran ayında İskoçya’daki Findhorn’a yaptığım geziden beri gerçekten, uçak yolculuklarım dışında, daha az “tüketmeye” özen gösteriyorum. Kaynakları özenli kullanmaya. Ve geri dönüştürmek değil daha az atık üretmek gerektiğini fark ediyorum.

Ben her hafta birkaç kitap almadan duramazdım, son altı ayda gerçekten mutlaka sahip olmam gerekmiyorsa almıyorum. Yurtdışında inanın çok kitap okunmasına rağmen buna bile dikkat ediyorlar. Kütüphanelerden yararlanıyorlar, kitap grupları kuruyorlar ve kitaplarını paylaşıyorlar. Bizde de bu vardır, kitapları paylaşırız. Bence buradaki fark tasarrufu ve paylaşımı sadece gereksiz para harcamamak için değil, bu tüketimin çevreye etkisini azaltmak düşüncesi ile de yapıyorlar.

Gardırobumdaki giysileri inceliyorum. Nelere eski, nelere yeni diyorum – buna bakıyorum. Üç dört yıl önce artık eskidi diyerek ayırdığım giysi ve eşyalarımı tekrar kullanmaya başlıyorum. Seviyorsam ve kullanılabilir haldeyse varsın biraz eski yüzlü olsun hırkam. Alışkanlıklarımı değiştirmeye çalışıyorum.

Anne babalarımızın zaten yaptığı, belki birçoğunuzun yaptığı şeyler. Savurgan sorumsuz bir insandım diyemem, ama hayata fazla batılı yaklaşan bir ekol ile yaşar olmuşum bir süredir. Şimdiler de kendime gelmeye çalışıyorum.

Bu nedenle Fethiye’ye geldiğim günlerde eskiden hissetmediğim bir sıkıntı yaşıyorum. Buradaki evim klima ve elektrikli ısıtıcılar ile ısınıyor. Yılın çok uzun bir dönemi güneşli olan bu bölgede gerçekten evin sıcak su ısıtıcısı dışında güneşi kullanmıyor olmamız çok büyük bir eksiklik. Dünyanın uzun kışları olan bölgelerinde bile kısıtlı güneşli günlerden yararlanmaya çalışırken biz yüz binlerce insanın yaşadığı il ve ilçelerimizi elektrikli ile ısıtmaya çalışıyoruz. Burada bir şeylerin değişmesi gerekiyor. Fethiye geri dönüşüm anlamında çok iyi çalışan bir şehir, ancak kışın ısıtma konusu bence ele alınması gereken büyük bir yara. Sadece bu İlçenin değil tüm Türkiye’nin ele alması gereken bir konu.

Alışkanlıklar kolay değişmiyor ama benim düşünce yapımda ve alışkanlıklarımda büyük değişiklikler olmaya başlıyor.

Bu beni nereye götürecek zaman gösterecek, ama en azından yaşadığım dünya sanki varlığını korumaya gayret ettiğim için bana biraz daha gülümseyerek bakıyor. Ya da ben öyle olduğunu düşünüp huzur buluyorum.

16 Ocak 2009 Cuma

Ah, Babam Oğuz Atay'a 'Bizim Oğuz'' dedi.




Sanırım ortaokulda olmalıyım. Çok etkilendiğim bir romanı okuyorduk derste. Sözde ödevdi ama ben bitmesini istemiyordum. Nedense çok sevmiştim. Romanın adı “Bir Bilim Adamının Romanı”, Yazarı ‘Oğuz Atay’.

Ben ilkokul yıllarında matematiği her şeyden çok severdim. Toplama, çıkarma, bölme, çarpma, gerçekten sanki oyun oynar gibi severdim matematik işlemleri yapmayı. Belki o zaman atıldı ileride mühendis olma arzumun tohumları.

Ancak sonra bir şey oldu, ve ben kitapları sevmeye başladım. Üsküdar Amerikan Lisesi’nde gerçekten bana edebiyatı sevdiren iki muhteşem edebiyat hocamız vardı, Fahrünissa ve Neyire Hanımlar. Ne olduysa bana, orta birinci sınıfta edebiyat derslerinin başlaması ile oldu. Belki derslerin adı edebiyat değil de Türkçe’ydi, inanın hatırlamıyor. Ancak sanki ruhum ilk defa bir kitabın tadı ile gerçekten buluştu. Nasılını tam hatırlamıyorum, ama hazırlık sınıfının bitip orta birinci sınıfının ilk birkaç ayından sonra bende ardı arkası kesilmeyen bir okuma tutkusu başladı. Cuma akşamları yeni bir kitabı okumaya başlar çoğu zaman Cumartesi sabahının erken saatlerine kadar okur, bitirir ve ondan sonra uyurdum. Bu arada hızlı okumamı okuyarak kazandım diyemeyeceğim, bir şekilde ilk an’dan beri çok hızlı okuyabildiğimi fark ettim.

Bu okumayı hızlı öğrendiğim anlamına gelmesin. Metamatik işlemleri konusunda ilkokul birinci sınıfta belki üstüme yoktu, ama sınıfın okumayı en son sökenleri arasındaydım. Hatta genelde benden şüphesi olmayan babam bir akşam bana dört harfli heceleri çalıştırmaya bile çalışmıştı. O akşam soğuk terler döktüğümü hala hatırlıyorum. Aradan, eh çok zaman geçmiş.

Babam kendi babasının asker olması nedeni ile ilkokul birinci sınıftan itibaren liseyi bitirinceye kadar Türkiye’nin farklı yerlerinde birçok yerde okumuş, neredeyse her birkaç yılda bir hem şehir hem de okul değiştirmiş. İlkokul birinci sınıfı Kırklareli’nde okurken okul numarası da bir’miş. Sarıkamış, Antalya, Eskişehir, evet liseyi de Eskişehir Lisesi’nde bitirmiş.

Üzüldüğüm bir şey var. Ben Babamı yeterince can kulağı ile dinlememişim. Yok bu değil. Dinledim esasında ama kimi insanlar vardır hani her söyleneni aradan 20, 30, 40 yıl geçse de hatırlarlar. Ben onlardan değilim. Ben yazmazsam unuturum. Bu yüzden yıllardır düzenli olarak dosyalayamasam da hep yazarım. Günlük yazarım, dersleri dinlerken yazarım, yazarım. Dinleyebilmek için yazarım, hafızamda kalmalarına şans vermek için yazarım. Babamın anlattıklarını yeterince kaydetmemişim ve şimdi artık çok geç.

Babam Rahmetli, inşaat yüksek mühendisi’ydi. Meraklı bir adamdı, ne sorsanız bilir. Hani ‘Kim 500 Milyar İster’ yarışmalarında aramak isteyeceğiniz türden biri. Mühendisti, ve sanırım ruhunda da vardı mühendislik. Zaman zaman hocalarından bahsederdi, ve çoğu sonradan bizim ders kitaplarında okuduğumuz ünlü Türk yazarların nasıl zamanında onların edebiyat öğretmenleri olduğundan. Ve şimdi ben kimler olduğunu hatırlamıyorum. Beni üzüyor bu ve telafisi mümkün değil.

*

İşte çok beğendiğimi fark ettiğim ‘Bir Bilim Adamının Romanı’nı okuduğumuz o günlerde sanırım akşam yemeği sofrasında bundan bahsetmiş olmalıyım ki, Babam bana kitabın kimin hakkında olduğuna dair sorular sordu. Kitap Mustafa İnan isimli bir bilim adamını anlatıyordu. “Mustafa İnan bizim hocamızdı” demişti Babam “O’nun dersine girmek için sinemayı kırardık.” Nasıl yani babam Mustafa İnan’ı tanıyor muydu? İnşaat Yüksek Mühendisi olan babam İstanbul Teknik Üniversitesi, İTÜ mezunuydu.

Sonra “Yazarı kim?” diye sormuştu Babam. “Oğuz Atay Babacığım” demiştim. Ve beni esas şaşırtan cevabını vermişti. “Bizim Oğuz”. Hadi Mustafa İnan’ı tanıyordu da yazar Oğuz Atay’ı nasıl tanıyor olabilirdi? 13-14 yaşındaki Zeynep için bu tesadüfler gerçekten enteresan olmaya başlamıştı.

Tabi ben Oğuz Atay’ın inşaat mühendisi olduğu bilgisini tamamen atlamıştım ve Babamın Oğuz Atay’ı mühendis olarak tanıdığını bilmiyordum. “Gerçekten de mühendis olmaktan farklı bir cevher vardı O’nda" dedi. 1927 doğumlu olan Babam ile 1934 doğumlu olan Oğuz Atay’ın tanışıklıkları çok daha eskilere dayanıyordu.

Babam 2004 yılında yaşama veda etti, Oğuz Atay’da 1977’de, ben daha yedi yaşındayken. Nereden geldi şimdi bütün bunları aklıma; Kim bilir belki ikisi de bu akşam rahmet istedi.