İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
İnşaat Mühendisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İnşaat Mühendisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Haziran 2009 Çarşamba

Seçtiğimiz Yol


"Benim zamanımda mühendis olmak çok kıymetli bir şeydi. Mesela ben bir vali kadar maaş alıyordum daha mezun olmadan. Yazın staj için Doğu’ya gitmiştik. Karayolları’nda çalışıyoruz. Yıl 1949-50. Daha Devlet Su İşleri kurulmamış. O kadar iyi çalışıyoruz ki Bölge Müdürü bizi daimi kadroya almayı teklif etti. İki arkadaş gitmiştik. 17-18 yaşlarındayım ve şartlar muhteşem. Okul başladı, bir ay geçti, ben çalışıyorum. “Teklife hayır,” dedim “bu böyle olmamalı ben okula dönmek istiyorum.” Bir ay geç başladım okula o sene. Düşündüm ki okulu bitirmeliyim. Müdür de haklı. O yıllarda mühendis yok, teknik eleman yok. Bulmuş, kaçırmak istemiyor. Arkadaşım kaldı, uzun yıllarda çalıştı Karayolları’nda. Çok yıllar sonra okula döndü ve mühendis diplomasını aldı. Belki onunda kalmasına müsaade etmemeliydim, ama teklif edilen şartlar o kadar iyiydi ki …”


Özgeçmişine bakınca babamın, genelde sorarlar: “Bu işlerin hepsini siz mi yaptınız?” diye. Ve evet gerçekten o bahsettiği işlerin şantiyelerinin hepsinde bizzat bulunmuştu babam. O işleri yapmıştı. Yaptığı işleri alt alta sıralayınca birçok insana bir ömre sığması zor görünürdü. Yapabilmek ve ortaya çıkarabilmek konusunda farklı bir gücü vardı babamın. Peki, bu güç nereden geliyordu?


Kızım en zor şey gece başını yastığa koyduğunda rahat uyuyabilmektir. Şimdi iş hayatında farklı yollar var seçebileceğin. Ben başımı yastığa koyduğumda uyuyabilmek istiyorum. Müteahhitlikte, bizim yaptığımız birim fiyatlı işlerde kar marjı bellidir. Birim fiyat tarifinde müteahhitlik karı %25’dir. Bunun üzerinden indirim yapman gerekiyor. Taşeron bulursun, ucuza yaptırırsın, karın artar. İş bitirme belgesine ihtiyacın vardır, işi yüksek indirimle alırsın, kazancın kazandığın iş bitirme belgesidir. Ya da boş durmak istemezsin, çark dönsün dersin işi para kazanmayacağını bile bile alırsın. İş mevcut iş makinelerine uyar, tamam makinenden yersin ana yine de işin hesabı sana uymuş olur. Müteahhitlik budur kızım. İyi çalışırsan para kazanabilirsin. Kısmet de işin parçası. Bir işi altın diye alırsın toprak olur, toprak diye alırsın altın olur Müteahhitlik ile para kazanırsın. Zengin olmak istiyorsan kızım, bu yol senin yolun değil bilesin.”


*


Mühendis olmak istediğime ne zaman karar verdim bilmiyorum. Ağabeyimin inşaat mühendisi olmaya karar vermesinden çok daha önce olmalıydı. Ama üniversite sınavları yaklaştığında bu konuyu daha ciddi olarak ele almam gerekiyordu.


Lisede matematik bölümünü seçmiştim, matematiği, kimya ve biyolojiyi çok seviyordum. Fen dersleri arasında fizik dersleri beni o kadar çok çekmiyordu. Daha sonra gözlem olarak fizik derslerini sevenlerin mühendis olmaya daha yatkın olduklarını düşünmüşümdür. Beni mühendisliğe yönlendiren nokta babam ve ağabeyimin meslek seçimleri kadar matematiğe olan sevgim olmuştu.


Üniversitede eğitimini aldığım mühendislik bilgilerini hiçbir zaman tam anlamı ile kullanmadım. İnşaat işlerimizde yaptığım işlerin hiçbirini yapmak için mühendis olmama gerek yoktu.
Ancak mühendislik eğitiminin bana verdiğini kesinlikle söyleyebileceğim şeyler var. Kendine güven, anlatılanı anlayabileceğime dair bir inanç, detaylardan ve uzun vadeli çalışmalardan çekinmemek. Mühendislik insana problem çözme yaklaşımını kazandıran bir eğitim. Çözeceğimiz problemler bambaşka dünyalara ait ve çözümler çoğu zaman beklenmedik yerlerde olsa da.
Tekrar üniversiteye gitme şansım olsa öğrenmek istediğim dallar var. Son yıllarda tıp ve psikoloji çok ilgimi çekiyor. Üniversiteye giderek olmasa da bu konularda okuyorum ve daha kısa süreli eğitimler alıyorum. Ama yine de geriye dönüp baktığımda, bugün yaptığım yaşam koçluğu, eğitmenlik ve danışmanlık çalışmalarımda mühendislik eğitiminin bana çok şey kazandırdığını biliyorum. Mühendis olmak çözüme odaklı ve detaylardan korkmayan, hem detaya hem bütüne bakmayı öğreten bir bakış açısı öğretiyor insana.


Babam her yönüyle tam bir mühendisti. Hatta gençlik yıllarında Türkiye’deki en iyi şantiye şefi diye de tanınırmış. Artık mühendislik yapmıyor olsam da, geri planda yaşamıma destek olan mühendis Zeynep’in varlığı kuvvet veriyor bana.

8 Haziran 2009 Pazartesi

Küçük Zarfın Büyük Ağırlığı


Teklif zarflarının verilmesi saat 14.00’de bitiyordu. İhale salonunda müteahhitler yavaş yavaş toplanmaya başlamıştı. İzmir, Çeşme yolu üzerinde yapılacak olan bu baraj belki uzun zamandır yaşadığımız İstanbul’dan çok uzaklarda, ağırlıklı olarak Doğu Anadolu’da iş yapan bizler için iyi olabilirdi. Kolay bir inşaat değildi. Ancak İzmir’e yakındı. Bu iyi olabilirdi. Ben mi babamı heveslendirdim, babam mı beni heveslendirdi bilmiyorum, ama ihale zarfındaki birim fiyatlardan indirim oranımız teklif zarfına %55,55 olarak yazıldı kalemimin ucundan.


Bilgileri dikkatlice yazmıştım bilgileri. Bir harf hatası, ya da virgül yerine yazılan bir nokta işareti, teklifin geçersiz olmasına neden olabiliyordu. Başka bir ihalede bir bankanın geçici teminat mektubu’nda şube görevlisi mektuptaki limitleri yazarken bir daktilo hatası yapmış, bu bizimde dikkatimizden kaçmış ve bu yazım hatası nedeni ihale dışı kalmıştık. Babam bu hatama bir şey dememişti ama “Bunu nasıl atlayabildim?” diye ihale komitesinin önünde yerin dibine batmıştım doğrusu. Bir de hayatı yapan bankada olsa teminat mektubunun damga vergisi ve diğer masraflarını bizden yine de almışlardı. Tüm ihale masraflarımız boşa gitmişti. Ayırdığımız onca zaman, seyahat masrafları boşa gitmişti. Her şey bir yana bir iş imkânı ellerimizin ucundan kaçmıştı. Benim için çok büyük bir dersti o ihale. İş hayatımın sanırım üçüncü yılıydı. O günden sonra detaylara özen göstermek konusunda hep daha çok çaba harcadım. Yazım hataları konusunda elimden gelen dikkati göstermeye çalıştım. Ve önemli evrakları defalarca kontrol eder oldum. Bedeli ağır ödenen dersler zihinlerimize daha bir derin kazınıyor.


Ve gelelim İzmir’deki işin ihalesine. İhale saati geldi. Bu kapalı zarf usulü açık bir ihaleydi. Yani ihale komitesi teker teker teklif zarflarını ihale katılımcılarının önünde açacaktı. O dönemdeki ihale yönetmeliklerine göre, en yüksek indirim oranı ile işi yapmayı teklif eden firma işi alacaktı.


Gözümüzü karartmış ve hiç para kazanmamayı göze alarak bir teklif atmıştık. Değişik bir kavram değil mi? Para kazanmayacağını bile bile bir işe teklif vermek. Baban Sinan Kocasinan böyle bir adamdı. Boş durmaktansa, kazancı olmadan çalışmayı göze alabiliyordu. Bir şeyleri yapıyor olmak, işini yapıyor olmak babama mutluluk veriyordu. Bir de sanırım, bir işi başından sonuna kadar görme şansım olursa, belki de müteahhitliği yapabileceğimi düşünüyordu. O güne kadar hep ben işe başlamadan önce inşaatı başlayan projelerde çalışmıştım. Babam eski işlerini anlatırdı, şantiye yeri bulmanın ve şantiyeyi kurmanın ilk zorluklarını. Görmek ve yaşamak başka bir şeydi.


O günlerde ben de yapabileceğimi düşünüyor olmalıydım ki o ihalede %55,55 gibi bir indirim oranını o zarfa yazmaya razı ve istekli olmalıydım. Konunun ciddiyetinin tamamen farkındaydım, ama yine de yapmıştık işte. İşi yapmak para kazanmaktan daha önemli olabilir miydi bizim için?


Teklif zarfları açılmadan önce, ne yaptık biz diye düşündüğümüzü hatırlıyorum. İzmir’e, Çeşme’ye, yani modern hayata çok yakın ama çok zorlu bir çalışma dönemi ve şartları bekleyecekti bizi. Zarflar açılmaya başlandığında, benim içimi bir korku ve endişe kaplamaya başlamıştı bile. Ta ki, bir firma %58,55 teklif ile işi alana kadar. Sanırım bizim indirim oranımız ancak 3. olabilmişti çok şükür. Çeşme’de baraj yapma rüyası da sona ermişti.


Bir işin en zevkli aşaması ihale aşamadır kızım. Hayaller kurarız. Bir iş sanki herkesin kapmak istediği bir av gibidir. Bir an için insanın gözlerini kör eder, cesaretini artırır. İşin üzerinde kaldığı belli olana kadar. O zaman bir yük insanın omuzlarına biner. Bir gece önce ihale heyecanı ile uyuyamaz insan. İhaleden sonraki gece de işin sorumluluğu nedeni ile.”


*


Ofiste, yolculuklarımızda elli yıllık iş hayatında yaşadıklarından, karşılaştıklarından bahsederdi babam. Ondan o kadar çok şey öğrendim ki. Bu tecrübe dolu bilge adamı çok özlüyorum.




- “Ben hiç işsiz kalmadım evladım bu güne kadar. Hep bir iş bittiğinde diğeri çıktı karşıma. İşi ben aldım ama hep bir iş çıktı karşıma diğeri bittiğinde.”
- “İnşallah babacığım bizimde karşımıza yenileri çıkar.”
- “Allah zeval vermesin evladım.”
- “O nedir babacığım, ben zeval kelimesini bilmiyorum.”

Evet, bilmediğim bir kelime çıkmıştı karşıma uzun yıllardan sonra. Babamın bu sözü kullandığını da duymamıştım herhalde. Nasıl bilmiyordum ben bunu?

- “Zeval, üst nokta, tepe nokta demek. Yani en üst noktaya gelince, geriye inmek kalır kızım. Hep ileri gidebileceğin bir yer olsun. Budur hayat. Budur hayatta güzel olan. Vardın mı, yol biter.”


Emekliye ayrılmadan, işimi tamamladım demeden hayata veda etti babam. Neredeyse sağlığının iyice bozulduğu son günlerine kadar işimizin nasıl devam edebileceğine dair ihtimalleri aradı. İnşaat müteahhitliği, devletin ve inşaat yaptıran idarelerin şart ve yaklaşımları son yıllarda bizimki gibi orta ve küçük ölçekli firmaların eskisi gibi iş yapmasına pek imkân tanımıyordu. Bir de babamın bilgi ve tecrübesi doğal olarak ben de yoktu. Babam sadece müteahhitlik firması olan bir iş adamı değil, inşaatı seven, teknik çalışmaları, arazi çalışmasını seven tutkulu bir inşaat mühendisiydi.


Babamın ölümünden sonra elimizdeki projeleri tamamlamak dışında yeni bir inşaat işi yapmaya girişmedim. Elli yılı aşan bir süre inandığı titizlik ve doğrularla müteahhitlik yapmış olan babamın ismini zedelemek istemedim. Para kazanılabilirdi, kaybedilebilirdi, ama babamın onca yıllık uğraşından sonra Sinan Kocasinan isminin yaptığı yedi baraj ve binlerce kilometre yol ve hizmet ile anılıyor olması daha doğru geldi bana.


Bu çalışkan ve dürüst adamın kıymeti bilindi mi? Cevabı kolay bir soru değil bu. Fakat şartlar ne olursa olsun babam yaptığını yapmaktan vazgeçer miydi diye sorarsam biliyorum cevabı ‘hayır’ olacaktı. Babam ülkesine hizmet etmeyi görev edinmişti. Edirne’de, Eskişehir’de, Kayseri’de, Adıyaman’da veya Elazığ’da. Belki bir ömür yollarda, dağlarda, şantiyelerde geçmişti ama sanırım sorabilsem “Başka türlüsünü seçmezdim kızım” derdi bana.


Ruhu şad olsun. Nur içinde yatsın.

30 Ocak 2009 Cuma

Kesişmeyen Dünyalarımızda Nerede Buluşuyoruz?


Olmadık zamanlarda aklıma gelir bazı sözler. Tam yatacakken bir telaş alır yüreğimi ve yazmadan uyuyamayacağımı bilirim. Salondaki bilgisayarımın başına gider tekrar açar ve yazarım. Başka çaresi yok.

Bu akşam değişik kavramlar ve duygular uçuşuyor zihnimde.

Tarih… Bireysel ve ulusal tarihimizi ne kadar biliyoruz?

Ve aklıma babam geliyor, “Osmanlı’nın son dönemlerini değerlendirebilmek için tarihi bilmen lazım. Tarihi ne kadar biliyorsun?” diye soran ve “Senin Deden bir Osmanlı subayıydı ve ülkesi için savaştı,” diyen babam geliyor.

Son zamanlarda babam çok sık aklıma geliyor.

Bu akşam benim aklıma 1920’lerin başında Şam’da görev yapan Yusuf İzzettin Dedem ve 1 günde Şam’daki evlerini boşaltmak zorunda kalan babaannem geliyor. Dedem bir Osmanlı Subayı, ve görevi icabı Osmanlı’nın ve sonrasında da Kurmay Albay olarak Türkiye’nin farklı bölgelerinde hizmet veriyor. Kuleli Askeri Lisesi’nde okurken başlayan savaşlar nedeni ile cephelere gönderiliyorlar. Şam’dan ayrılırken verilen 24 saat içinde sadece özel eşyalarını toplayabilmiş babanannem, oradaki evlerini olduğu gibi bırakmak zorunda kalmışlar. Daha büyük halam ve babam doğmadan önce.

Babam çocukluğu ile ilgili olarak babasının askeri görevleri nedeni ile şehir değiştirecekleri zaman eşyaların nasıl sandıklar ile taşındığını anlatırdı. Babam belki çocukluğunda ve gençliğinde çok yer değiştirmek zorunda kaldığı için, mühendislik meslek yaşamında Türkiye’nin yüzlerce farklı bölgesine gitmek ve çalışmak belki de o kadar zor gelmemişti. Çocukluktan yaşayarak öğrendikleri geleceğe bakış açısını etkiliyordu mutlaka. Belki bu yüzden seyahati çok severdi babam, ve bir fırsat oldu mu ailecek hemen hazırlanır yola koyulurduk. Seyahat sevgim babamdan mı miras kaldı bana?

Ben ata binmeyi bilmiyorum. Küçükken pek de küçük olmayan bir midilliye bindirmişlerdi annemler beni. Korktuğumu hatırlıyorum. Bundan herhalde üç dört yıl önce de çok sevdiğim bir arkadaşım beni davetti ve İstanbul’da bir kulüpte ata binme şansım oldu. Tecrübesizliğimden dolayı bana daha küçük ve yaşlı bir at verdiler. Meğerse bindiğim at eskiden Koç Ailesi’ne aitmiş, sonra yaşlanınca bakmaları için bu kulübe vermişler. Orman’ın içinde bir gezi yaptık. O gezi sırasında İzzettin Dedemin üniforması ile at üzerindeki bir fotoğrafı geldi gözlerimin önüne. Babamı hiç at üzerinde görmedim ama Antalya’da dedemin orada Alay Komutanı olduğu yıllarda at ile yaptıkları gezileri anlatırdı. Ben bağlanamadım, belki de çok daha küçük yaşta başlamak lazım.

1950’lerin ortalarında ölen ve hiç görmediğim dedemden geriye bir kadife kutu içinde madalyalar, ufak bir fotoğraf defteri ve bazı yazıları kalıyor. Belki halamlarda ve diğer kuzenlerimde farklı bir şeyler vardır, ama babamdan dedem ile ilgili bize kalanlar bunlar.

Dedem ve babaannemin vefatlarından neredeyse on yıl sonra evlenen babamın çocukları olarak ağabeyim ve ben onları göremedik. Annemin babası da çok genç yaşta, kırklı yaşlarının başında, hayatını kaybettiği için O’nu da göremedik. Reşat dede’den de sadece bir iki fotoğraf var geriye bize kalan. Bizim bir tek anneannemiz oldu büyüklerimizden görebildiğimiz. Köklerimizi, daha doğrusu adlandıramadığımız ama bizi biz yapan özelliklerimizi anlayabilmek için, kendi anne ve babalarımızı anlayabilmek için dedelerimizi, atalarımızı tanımak gerekiyor sanki. Sanki yoksa yapboz’un bazı parçaları eksik kalıyor.

Ama bu akşam nedense babamın anlattığı dedemlerin Şam maceralarını hatırladım. Dedemin nasıl mükemmel Fransızca konuştuğunu, Şam’da otobüste o güzel Fransızcası ile Fransız askerleri ile tartışmalarını.

Ve sonra vücudundaki şarapnel yaralarını. Ben görmedim, babam anlattı. Benim görebildiğim sadece bir kadife kutu içinde madalyaları. İstiklal Madalyası ise maalesef kayıp. Dedemden babama, babamdan da ağabeyime geçecek olan madalya. Kendisi yok, ama temsil ettiği duygular herhalde hala bizlerle.

Benim sadece baba dedem değil anne dedem de askerdi. Hem annem hem babam babalarının hizmetleri nedeni ile Türkiye’nin çok farklı yerlerinde yaşamışlar. Mesela her ikisinin de yolu Sarıkamış’a düşmüş, babam bebekken ve annem de ilkokul yıllarında. Kızakla okula gidişlerini, sıralarının ve binaların güzelliğini anlatır annem. Soğuğu, karı, şehre inen kurtları.

İTÜ İnşaat Yüksek Mühendisliği mezunu olan babam 1951 yılı mezunuydu, ve “Beni devlet okuttu” derdi. Gerçekten de devlet mühendislerini okutmuş o zaman. Giysi için kumaş dahi verilirmiş. Sınav ile öğrenci alan İstanbul Teknik Üniversitesi zamanın en zeki ve çalışkan öğrencilerini bünyesine çekmeyi başarmış. Öğrencilerde okullarını sever, kıymetini bilirlermiş. Babamın üniversitesine saygısı ve sevgisi son nefesine kadar devam etti. Ne kuvvetli bir bağ kurabilmişler. Babamın birçok sınıf arkadaşı, okul arkadaşları uzun yıllar Türkiye’nin gerek politik gerekse teknik alanlarının en yüksek konumlarında yer aldılar, Türkiye’nin bir dönemine damgalarını vurdular.

O dönemin insanları, ki babamı da dâhil edeceğim, gerçekten de ülkelerini seven, aydın, çalışkan insanlardı, ve bir şeyler yapma, ülkelerine hizmet etme aşkını ve şevkini taşıyorlardı. Bunu babamda da arkadaşlarında da gördüm. Sözlerinde vardı, işlerinde vardı, ruhlarında vardı. Cumhuriyet sonrası yıllarda onlar için çalışmak bir milli görev imiş adeta. Belki savaşları görmüş olmak, belki savaşların izlerini babalarının bedenlerindeki şarapnel yaralarında görmüş olmak, onlarda farklı duygular bırakmış olabilir.

Dedem hakkında ancak anlatılanları bilebiliyorum, ve bunlardan hatırlayabildiklerimi.
Tanımadığım bir insanı nasıl sevebiliyorum? Olmadık bir akşamda, durduk yerde aniden yüreğimde canlanan hikâyesi ile yataktan kalkıyor ve hissettiklerimi anlamaya çalışıyorum. Nasıl bir bağ bu?

Biz dede ve torun, kesişmemiş dünyalarımızda kim bilir nerelerde nasıl buluşuyoruz?

Şimdiki aklım olsa babama ne çok şey sorardım… Sorabiliyorsanız siz lütfen yapın.



Ve benim henüz doğmamış çocuklarım bir gün yaşam bulurlarda dedelerinin kim olduğunu merak ederlerse, onlara benden benim babama dair neler kalacak?



Yaşamının son yıllarını İstanbul’da Arnavutköy’de geçiren babam pencereden Boğaz’ın karşı yakasına bakarken dalar ve gözleri dolardı.

Boğaz’ın karşı yakasında babası Yusuf İzzettin’in 1910’ların sonralarında öğrenciyken alınıp cephelere gönderildiği Kuleli Askeri Lisesi durmaktaydı…

16 Ocak 2009 Cuma

Ah, Babam Oğuz Atay'a 'Bizim Oğuz'' dedi.




Sanırım ortaokulda olmalıyım. Çok etkilendiğim bir romanı okuyorduk derste. Sözde ödevdi ama ben bitmesini istemiyordum. Nedense çok sevmiştim. Romanın adı “Bir Bilim Adamının Romanı”, Yazarı ‘Oğuz Atay’.

Ben ilkokul yıllarında matematiği her şeyden çok severdim. Toplama, çıkarma, bölme, çarpma, gerçekten sanki oyun oynar gibi severdim matematik işlemleri yapmayı. Belki o zaman atıldı ileride mühendis olma arzumun tohumları.

Ancak sonra bir şey oldu, ve ben kitapları sevmeye başladım. Üsküdar Amerikan Lisesi’nde gerçekten bana edebiyatı sevdiren iki muhteşem edebiyat hocamız vardı, Fahrünissa ve Neyire Hanımlar. Ne olduysa bana, orta birinci sınıfta edebiyat derslerinin başlaması ile oldu. Belki derslerin adı edebiyat değil de Türkçe’ydi, inanın hatırlamıyor. Ancak sanki ruhum ilk defa bir kitabın tadı ile gerçekten buluştu. Nasılını tam hatırlamıyorum, ama hazırlık sınıfının bitip orta birinci sınıfının ilk birkaç ayından sonra bende ardı arkası kesilmeyen bir okuma tutkusu başladı. Cuma akşamları yeni bir kitabı okumaya başlar çoğu zaman Cumartesi sabahının erken saatlerine kadar okur, bitirir ve ondan sonra uyurdum. Bu arada hızlı okumamı okuyarak kazandım diyemeyeceğim, bir şekilde ilk an’dan beri çok hızlı okuyabildiğimi fark ettim.

Bu okumayı hızlı öğrendiğim anlamına gelmesin. Metamatik işlemleri konusunda ilkokul birinci sınıfta belki üstüme yoktu, ama sınıfın okumayı en son sökenleri arasındaydım. Hatta genelde benden şüphesi olmayan babam bir akşam bana dört harfli heceleri çalıştırmaya bile çalışmıştı. O akşam soğuk terler döktüğümü hala hatırlıyorum. Aradan, eh çok zaman geçmiş.

Babam kendi babasının asker olması nedeni ile ilkokul birinci sınıftan itibaren liseyi bitirinceye kadar Türkiye’nin farklı yerlerinde birçok yerde okumuş, neredeyse her birkaç yılda bir hem şehir hem de okul değiştirmiş. İlkokul birinci sınıfı Kırklareli’nde okurken okul numarası da bir’miş. Sarıkamış, Antalya, Eskişehir, evet liseyi de Eskişehir Lisesi’nde bitirmiş.

Üzüldüğüm bir şey var. Ben Babamı yeterince can kulağı ile dinlememişim. Yok bu değil. Dinledim esasında ama kimi insanlar vardır hani her söyleneni aradan 20, 30, 40 yıl geçse de hatırlarlar. Ben onlardan değilim. Ben yazmazsam unuturum. Bu yüzden yıllardır düzenli olarak dosyalayamasam da hep yazarım. Günlük yazarım, dersleri dinlerken yazarım, yazarım. Dinleyebilmek için yazarım, hafızamda kalmalarına şans vermek için yazarım. Babamın anlattıklarını yeterince kaydetmemişim ve şimdi artık çok geç.

Babam Rahmetli, inşaat yüksek mühendisi’ydi. Meraklı bir adamdı, ne sorsanız bilir. Hani ‘Kim 500 Milyar İster’ yarışmalarında aramak isteyeceğiniz türden biri. Mühendisti, ve sanırım ruhunda da vardı mühendislik. Zaman zaman hocalarından bahsederdi, ve çoğu sonradan bizim ders kitaplarında okuduğumuz ünlü Türk yazarların nasıl zamanında onların edebiyat öğretmenleri olduğundan. Ve şimdi ben kimler olduğunu hatırlamıyorum. Beni üzüyor bu ve telafisi mümkün değil.

*

İşte çok beğendiğimi fark ettiğim ‘Bir Bilim Adamının Romanı’nı okuduğumuz o günlerde sanırım akşam yemeği sofrasında bundan bahsetmiş olmalıyım ki, Babam bana kitabın kimin hakkında olduğuna dair sorular sordu. Kitap Mustafa İnan isimli bir bilim adamını anlatıyordu. “Mustafa İnan bizim hocamızdı” demişti Babam “O’nun dersine girmek için sinemayı kırardık.” Nasıl yani babam Mustafa İnan’ı tanıyor muydu? İnşaat Yüksek Mühendisi olan babam İstanbul Teknik Üniversitesi, İTÜ mezunuydu.

Sonra “Yazarı kim?” diye sormuştu Babam. “Oğuz Atay Babacığım” demiştim. Ve beni esas şaşırtan cevabını vermişti. “Bizim Oğuz”. Hadi Mustafa İnan’ı tanıyordu da yazar Oğuz Atay’ı nasıl tanıyor olabilirdi? 13-14 yaşındaki Zeynep için bu tesadüfler gerçekten enteresan olmaya başlamıştı.

Tabi ben Oğuz Atay’ın inşaat mühendisi olduğu bilgisini tamamen atlamıştım ve Babamın Oğuz Atay’ı mühendis olarak tanıdığını bilmiyordum. “Gerçekten de mühendis olmaktan farklı bir cevher vardı O’nda" dedi. 1927 doğumlu olan Babam ile 1934 doğumlu olan Oğuz Atay’ın tanışıklıkları çok daha eskilere dayanıyordu.

Babam 2004 yılında yaşama veda etti, Oğuz Atay’da 1977’de, ben daha yedi yaşındayken. Nereden geldi şimdi bütün bunları aklıma; Kim bilir belki ikisi de bu akşam rahmet istedi.