İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
İTÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İTÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ocak 2009 Cuma

Kesişmeyen Dünyalarımızda Nerede Buluşuyoruz?


Olmadık zamanlarda aklıma gelir bazı sözler. Tam yatacakken bir telaş alır yüreğimi ve yazmadan uyuyamayacağımı bilirim. Salondaki bilgisayarımın başına gider tekrar açar ve yazarım. Başka çaresi yok.

Bu akşam değişik kavramlar ve duygular uçuşuyor zihnimde.

Tarih… Bireysel ve ulusal tarihimizi ne kadar biliyoruz?

Ve aklıma babam geliyor, “Osmanlı’nın son dönemlerini değerlendirebilmek için tarihi bilmen lazım. Tarihi ne kadar biliyorsun?” diye soran ve “Senin Deden bir Osmanlı subayıydı ve ülkesi için savaştı,” diyen babam geliyor.

Son zamanlarda babam çok sık aklıma geliyor.

Bu akşam benim aklıma 1920’lerin başında Şam’da görev yapan Yusuf İzzettin Dedem ve 1 günde Şam’daki evlerini boşaltmak zorunda kalan babaannem geliyor. Dedem bir Osmanlı Subayı, ve görevi icabı Osmanlı’nın ve sonrasında da Kurmay Albay olarak Türkiye’nin farklı bölgelerinde hizmet veriyor. Kuleli Askeri Lisesi’nde okurken başlayan savaşlar nedeni ile cephelere gönderiliyorlar. Şam’dan ayrılırken verilen 24 saat içinde sadece özel eşyalarını toplayabilmiş babanannem, oradaki evlerini olduğu gibi bırakmak zorunda kalmışlar. Daha büyük halam ve babam doğmadan önce.

Babam çocukluğu ile ilgili olarak babasının askeri görevleri nedeni ile şehir değiştirecekleri zaman eşyaların nasıl sandıklar ile taşındığını anlatırdı. Babam belki çocukluğunda ve gençliğinde çok yer değiştirmek zorunda kaldığı için, mühendislik meslek yaşamında Türkiye’nin yüzlerce farklı bölgesine gitmek ve çalışmak belki de o kadar zor gelmemişti. Çocukluktan yaşayarak öğrendikleri geleceğe bakış açısını etkiliyordu mutlaka. Belki bu yüzden seyahati çok severdi babam, ve bir fırsat oldu mu ailecek hemen hazırlanır yola koyulurduk. Seyahat sevgim babamdan mı miras kaldı bana?

Ben ata binmeyi bilmiyorum. Küçükken pek de küçük olmayan bir midilliye bindirmişlerdi annemler beni. Korktuğumu hatırlıyorum. Bundan herhalde üç dört yıl önce de çok sevdiğim bir arkadaşım beni davetti ve İstanbul’da bir kulüpte ata binme şansım oldu. Tecrübesizliğimden dolayı bana daha küçük ve yaşlı bir at verdiler. Meğerse bindiğim at eskiden Koç Ailesi’ne aitmiş, sonra yaşlanınca bakmaları için bu kulübe vermişler. Orman’ın içinde bir gezi yaptık. O gezi sırasında İzzettin Dedemin üniforması ile at üzerindeki bir fotoğrafı geldi gözlerimin önüne. Babamı hiç at üzerinde görmedim ama Antalya’da dedemin orada Alay Komutanı olduğu yıllarda at ile yaptıkları gezileri anlatırdı. Ben bağlanamadım, belki de çok daha küçük yaşta başlamak lazım.

1950’lerin ortalarında ölen ve hiç görmediğim dedemden geriye bir kadife kutu içinde madalyalar, ufak bir fotoğraf defteri ve bazı yazıları kalıyor. Belki halamlarda ve diğer kuzenlerimde farklı bir şeyler vardır, ama babamdan dedem ile ilgili bize kalanlar bunlar.

Dedem ve babaannemin vefatlarından neredeyse on yıl sonra evlenen babamın çocukları olarak ağabeyim ve ben onları göremedik. Annemin babası da çok genç yaşta, kırklı yaşlarının başında, hayatını kaybettiği için O’nu da göremedik. Reşat dede’den de sadece bir iki fotoğraf var geriye bize kalan. Bizim bir tek anneannemiz oldu büyüklerimizden görebildiğimiz. Köklerimizi, daha doğrusu adlandıramadığımız ama bizi biz yapan özelliklerimizi anlayabilmek için, kendi anne ve babalarımızı anlayabilmek için dedelerimizi, atalarımızı tanımak gerekiyor sanki. Sanki yoksa yapboz’un bazı parçaları eksik kalıyor.

Ama bu akşam nedense babamın anlattığı dedemlerin Şam maceralarını hatırladım. Dedemin nasıl mükemmel Fransızca konuştuğunu, Şam’da otobüste o güzel Fransızcası ile Fransız askerleri ile tartışmalarını.

Ve sonra vücudundaki şarapnel yaralarını. Ben görmedim, babam anlattı. Benim görebildiğim sadece bir kadife kutu içinde madalyaları. İstiklal Madalyası ise maalesef kayıp. Dedemden babama, babamdan da ağabeyime geçecek olan madalya. Kendisi yok, ama temsil ettiği duygular herhalde hala bizlerle.

Benim sadece baba dedem değil anne dedem de askerdi. Hem annem hem babam babalarının hizmetleri nedeni ile Türkiye’nin çok farklı yerlerinde yaşamışlar. Mesela her ikisinin de yolu Sarıkamış’a düşmüş, babam bebekken ve annem de ilkokul yıllarında. Kızakla okula gidişlerini, sıralarının ve binaların güzelliğini anlatır annem. Soğuğu, karı, şehre inen kurtları.

İTÜ İnşaat Yüksek Mühendisliği mezunu olan babam 1951 yılı mezunuydu, ve “Beni devlet okuttu” derdi. Gerçekten de devlet mühendislerini okutmuş o zaman. Giysi için kumaş dahi verilirmiş. Sınav ile öğrenci alan İstanbul Teknik Üniversitesi zamanın en zeki ve çalışkan öğrencilerini bünyesine çekmeyi başarmış. Öğrencilerde okullarını sever, kıymetini bilirlermiş. Babamın üniversitesine saygısı ve sevgisi son nefesine kadar devam etti. Ne kuvvetli bir bağ kurabilmişler. Babamın birçok sınıf arkadaşı, okul arkadaşları uzun yıllar Türkiye’nin gerek politik gerekse teknik alanlarının en yüksek konumlarında yer aldılar, Türkiye’nin bir dönemine damgalarını vurdular.

O dönemin insanları, ki babamı da dâhil edeceğim, gerçekten de ülkelerini seven, aydın, çalışkan insanlardı, ve bir şeyler yapma, ülkelerine hizmet etme aşkını ve şevkini taşıyorlardı. Bunu babamda da arkadaşlarında da gördüm. Sözlerinde vardı, işlerinde vardı, ruhlarında vardı. Cumhuriyet sonrası yıllarda onlar için çalışmak bir milli görev imiş adeta. Belki savaşları görmüş olmak, belki savaşların izlerini babalarının bedenlerindeki şarapnel yaralarında görmüş olmak, onlarda farklı duygular bırakmış olabilir.

Dedem hakkında ancak anlatılanları bilebiliyorum, ve bunlardan hatırlayabildiklerimi.
Tanımadığım bir insanı nasıl sevebiliyorum? Olmadık bir akşamda, durduk yerde aniden yüreğimde canlanan hikâyesi ile yataktan kalkıyor ve hissettiklerimi anlamaya çalışıyorum. Nasıl bir bağ bu?

Biz dede ve torun, kesişmemiş dünyalarımızda kim bilir nerelerde nasıl buluşuyoruz?

Şimdiki aklım olsa babama ne çok şey sorardım… Sorabiliyorsanız siz lütfen yapın.



Ve benim henüz doğmamış çocuklarım bir gün yaşam bulurlarda dedelerinin kim olduğunu merak ederlerse, onlara benden benim babama dair neler kalacak?



Yaşamının son yıllarını İstanbul’da Arnavutköy’de geçiren babam pencereden Boğaz’ın karşı yakasına bakarken dalar ve gözleri dolardı.

Boğaz’ın karşı yakasında babası Yusuf İzzettin’in 1910’ların sonralarında öğrenciyken alınıp cephelere gönderildiği Kuleli Askeri Lisesi durmaktaydı…

16 Ocak 2009 Cuma

Ah, Babam Oğuz Atay'a 'Bizim Oğuz'' dedi.




Sanırım ortaokulda olmalıyım. Çok etkilendiğim bir romanı okuyorduk derste. Sözde ödevdi ama ben bitmesini istemiyordum. Nedense çok sevmiştim. Romanın adı “Bir Bilim Adamının Romanı”, Yazarı ‘Oğuz Atay’.

Ben ilkokul yıllarında matematiği her şeyden çok severdim. Toplama, çıkarma, bölme, çarpma, gerçekten sanki oyun oynar gibi severdim matematik işlemleri yapmayı. Belki o zaman atıldı ileride mühendis olma arzumun tohumları.

Ancak sonra bir şey oldu, ve ben kitapları sevmeye başladım. Üsküdar Amerikan Lisesi’nde gerçekten bana edebiyatı sevdiren iki muhteşem edebiyat hocamız vardı, Fahrünissa ve Neyire Hanımlar. Ne olduysa bana, orta birinci sınıfta edebiyat derslerinin başlaması ile oldu. Belki derslerin adı edebiyat değil de Türkçe’ydi, inanın hatırlamıyor. Ancak sanki ruhum ilk defa bir kitabın tadı ile gerçekten buluştu. Nasılını tam hatırlamıyorum, ama hazırlık sınıfının bitip orta birinci sınıfının ilk birkaç ayından sonra bende ardı arkası kesilmeyen bir okuma tutkusu başladı. Cuma akşamları yeni bir kitabı okumaya başlar çoğu zaman Cumartesi sabahının erken saatlerine kadar okur, bitirir ve ondan sonra uyurdum. Bu arada hızlı okumamı okuyarak kazandım diyemeyeceğim, bir şekilde ilk an’dan beri çok hızlı okuyabildiğimi fark ettim.

Bu okumayı hızlı öğrendiğim anlamına gelmesin. Metamatik işlemleri konusunda ilkokul birinci sınıfta belki üstüme yoktu, ama sınıfın okumayı en son sökenleri arasındaydım. Hatta genelde benden şüphesi olmayan babam bir akşam bana dört harfli heceleri çalıştırmaya bile çalışmıştı. O akşam soğuk terler döktüğümü hala hatırlıyorum. Aradan, eh çok zaman geçmiş.

Babam kendi babasının asker olması nedeni ile ilkokul birinci sınıftan itibaren liseyi bitirinceye kadar Türkiye’nin farklı yerlerinde birçok yerde okumuş, neredeyse her birkaç yılda bir hem şehir hem de okul değiştirmiş. İlkokul birinci sınıfı Kırklareli’nde okurken okul numarası da bir’miş. Sarıkamış, Antalya, Eskişehir, evet liseyi de Eskişehir Lisesi’nde bitirmiş.

Üzüldüğüm bir şey var. Ben Babamı yeterince can kulağı ile dinlememişim. Yok bu değil. Dinledim esasında ama kimi insanlar vardır hani her söyleneni aradan 20, 30, 40 yıl geçse de hatırlarlar. Ben onlardan değilim. Ben yazmazsam unuturum. Bu yüzden yıllardır düzenli olarak dosyalayamasam da hep yazarım. Günlük yazarım, dersleri dinlerken yazarım, yazarım. Dinleyebilmek için yazarım, hafızamda kalmalarına şans vermek için yazarım. Babamın anlattıklarını yeterince kaydetmemişim ve şimdi artık çok geç.

Babam Rahmetli, inşaat yüksek mühendisi’ydi. Meraklı bir adamdı, ne sorsanız bilir. Hani ‘Kim 500 Milyar İster’ yarışmalarında aramak isteyeceğiniz türden biri. Mühendisti, ve sanırım ruhunda da vardı mühendislik. Zaman zaman hocalarından bahsederdi, ve çoğu sonradan bizim ders kitaplarında okuduğumuz ünlü Türk yazarların nasıl zamanında onların edebiyat öğretmenleri olduğundan. Ve şimdi ben kimler olduğunu hatırlamıyorum. Beni üzüyor bu ve telafisi mümkün değil.

*

İşte çok beğendiğimi fark ettiğim ‘Bir Bilim Adamının Romanı’nı okuduğumuz o günlerde sanırım akşam yemeği sofrasında bundan bahsetmiş olmalıyım ki, Babam bana kitabın kimin hakkında olduğuna dair sorular sordu. Kitap Mustafa İnan isimli bir bilim adamını anlatıyordu. “Mustafa İnan bizim hocamızdı” demişti Babam “O’nun dersine girmek için sinemayı kırardık.” Nasıl yani babam Mustafa İnan’ı tanıyor muydu? İnşaat Yüksek Mühendisi olan babam İstanbul Teknik Üniversitesi, İTÜ mezunuydu.

Sonra “Yazarı kim?” diye sormuştu Babam. “Oğuz Atay Babacığım” demiştim. Ve beni esas şaşırtan cevabını vermişti. “Bizim Oğuz”. Hadi Mustafa İnan’ı tanıyordu da yazar Oğuz Atay’ı nasıl tanıyor olabilirdi? 13-14 yaşındaki Zeynep için bu tesadüfler gerçekten enteresan olmaya başlamıştı.

Tabi ben Oğuz Atay’ın inşaat mühendisi olduğu bilgisini tamamen atlamıştım ve Babamın Oğuz Atay’ı mühendis olarak tanıdığını bilmiyordum. “Gerçekten de mühendis olmaktan farklı bir cevher vardı O’nda" dedi. 1927 doğumlu olan Babam ile 1934 doğumlu olan Oğuz Atay’ın tanışıklıkları çok daha eskilere dayanıyordu.

Babam 2004 yılında yaşama veda etti, Oğuz Atay’da 1977’de, ben daha yedi yaşındayken. Nereden geldi şimdi bütün bunları aklıma; Kim bilir belki ikisi de bu akşam rahmet istedi.