İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Antalya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Antalya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Temmuz 2020 Salı

Düşe Kalka

Çocukluğumda 3 defa boğulma tehlikesi yaşadım.  2 tanesi yüzerken, 1 tanesi bir şeker yerken.

İki tanesini ailem biliyordu. 

Çünkü şeker ile boğulmaktan beni kurtaran babamdı. 

Yüzme okulunun havuzundaki boğulma maceramdan ise, o sırada yüzme dersimiz devam ederken okulun büyük havuzunun bir kenarında güneşlenmekte olan anneminde gözleri önünde, bir yüzme hocası giysileri ile suya atlayarak beni kurtarmıştı.   Yüzemediğimden değildi. Dersin sonunda havuzdan çıkmak için en sona kalan öğrenci olmuştum. Ve merdivenlere doğru yüzerken, bir anda, yüzmeyi yeni öğrenmekte olan öğrencilerin havuzun kenarına tutunarak ayaklarını çırpmaya başlamaları ile gelen darbeler ve dalgalarla,  kendimi, havuzun içine onların ayaklarını yorulurlarsa basabilmeleri için konulmuş olan platformunun altında bulmuştum. Bunu da dikkatli bir öğretmen sayesinde atlatmıştım.

*

Üçüncü defasında ise, etrafımda ağabeyim ve bir arkadaşımız dışında kimse yoktu.  Esasında ağabeyim ve benim ilkokul yaşlarımızda kendi başımıza çok uzaklara gitmemiz ya da kendi başımıza denize girmeye gitmemiz pek yaşadığımız bir şey değildi. Antalya’da, Rahmetli Halam Gülten Yalçın'ın yazlığında geçirdiğimiz tatil ise farklı bir düzen getirmişti. Halamın yazlığının olduğu sitede bizim yaşlarımızdaki çocuklar, gençlerle birlikte zaman geçiriyor ve çok da büyük olmayan sitede aileler çocukların özgürce oynamasına izin veriyorlardı.

Babam zaten o günlerde Elmalı’da yapmakta olduğu bir inşaat işi nedeni ile bizlerle olamıyordu ama annem de gün içinde yemek saatlerimiz dışında daha çok halamlarla oluyor, ağabeyim ve benimle normalden daha az zaman geçiriyordu.  Ağabeyim ve ben kendimize göre farklı bir özgürlük yaşıyorduk.  O tatilin çocukluğumdaki en güzel tatillerden biri olduğunu söyleyebilirim.  Çocuklukta bir şekilde hemen kaynaşabildiğimiz ve birlikte keyifle oynayabildiğimiz arkadaşlar bulmak bir yaz tatili için harika bir hediyeydi.

İşte o gün de, ağabeyim ve bir arkadaşımızla sitenin plajına gitmiştik.  Genelde çocukluğumuz İstanbul’da Kilyos ve Silivri sahillerinde geçtiği için, bizim deniz deneyimimizin çoğunluğu Marmara ve ondan biraz farlı olan Karadeniz’in zaman zaman ürkütücü olabilen deniziydi.  

Çocukluğumuzda birçok yaz uzun süre kaldığımız Kilyos’taki Turban Tesisleri'nde, cankurtaranların uyarı anonsları, denizden boğulmak üzereyken ya da maalesef boğulduktan sonra çıkarılmış, hatta kimilerinin yüzücü olduğunu öğrendiğimiz insanların seydeler üzerindeki görüntüleri silikleşse de hala gözümün önündedir.  

Bu benim denizi ve yüzmeyi sevmeme mani olmadı.  Çocukluğumun sonraki yıllarında, deniz maceralarımız, Silivri Semizkumlar’da, metrelerce gitseniz de hala bileğinizde olabilen sıcak, sakin, çoğunlukla sığ ve o zamanlar pırıl pırıl olan bir denizde yüzerek keyifle geçti.

Oysa Antalya'daki, Kemer'deki o yaz farklı bir denizle uzun bir süre ve çoğu zaman yanımızda bir yetişkin olmadan başbaşa kalmayı ilk defa deneyimliyordum. Çok küçük sayılmazdık aslında. Sanırım ben onbir, ağabeyim onüç yaşındaydı.  Daha önce Alanya'ya ya da Foça'ya Fransız Tatil Köyü'ne ya da Bodrum'a seyahatlerimizde hep ailecek tatil yaptığımız için bu neredeyse tatilin her anını annem ve babamla geçirmek anlamına gelirken, Kemer'de yanımızda büyükler olmadan daha çok zaman geçiriyorduk.

Esasında bahsedeceğim o günden önce, belki bir haftadır o sahilde denize giriyorduk. Giriyorduk ama Akdeniz’in o günkü halini değerlendirmeme imkan verecek kadar tanımıyorduk, tanımıyordum henüz.  Akdeniz’in dalgalarını.

Özellikle Silivri'nin sakin denizi yerine Kemer'deki denizin hareketliliği çok keyifli gelmişti.  Birçok çocuk gibi ben de dalgalar ile oynamayı, atlamayı, savrulmayı, sürüklenmeyi, dalgalarla adete savaşmayı çok sevmiştim.  Kemer'de o gün denize girdikten sonra ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum.  Keyif aldığımız zamanlarda olduğu gibi yaşadığım mutlulukla etrafımdaki değişimi fark etmemiş olmalıydım.  Ben neşe içinde oynamaya devam ederken o sırada muhtemelen hava değişmiş ve dalgalar da değişmeye başlamış olmalıydı.  Ve dalgaların neye dönüşebileceklerine dair fikrim olmadığını keşfedecektim.

Ne olduysa bir anda oldu.  Ve bir dalganın üzerine atlayarak kendimi o dalganın akışına bırakmışken, nefes almak için başımı suyun dışına çıkarmak isterken, bir anda kendimi başka bir dalganın içinde buldum.  Dalgalar sanki ardı ardına üstüme gelmeye başlamışlardı.

Esasında o günlerde artık oldukça iyi bir yüzücüydüm, Yüzme İhtisas Kulübü'nün Ortaköy'deki yüzme okulunda yüzmeyi öğrendiğim günlerin üzerinden dört, beş yıl geçmişti.  Ama işte o sırada ne olduysa, kendimi içinden bir türlü çıkmayı başaramadığım bir suyun içinde bulmuştum.  Bu arada gözlerim o yaşta da ileri derecede miyop olduğundan zaten gözlüksüz çok net görmem mümkün değildi.  İleride kullanacağım numaraları deniz gözlüklerine kavuşmama daha uzun yıllar vardı.  Ve işte o sırada suyun içinde tüm yön duygumu da yitirdiğim için bir türlü kendimi dışarı çıkarmam ve havaya ulaşmam mümkün olmuyordu.

Zorlu zamanlarda kısa süreler bize asırlar gibi gelebiliyor.  O nedenle suyun altında geçirdiğim bu yüzeye çıkabilme mücadelem ne kadar sürdü bilmiyorum.  Bir ara suyun dışına çıkar gibi olduğumda uzaktan sahili seçebildim. Ve, kendimi tekrar ve tekrar o yöne doğru atmaya çalışarak üzerime devrilip beni suya batırmaya devam eden dalgaların içinden ve arasından sahile ulaşmayı sonunda başardım.

Kumsala bastığımda bacaklarımın zangır zangır titrediğini hatırlıyorum.  Kumsalda ağabeyim ve arkadaşımız, iki oğlan sanırım sahilde oturmaya ve sohbet etmeye devam ediyorlardı.  Az önce olan bitenden pek haberleri var gibi de görünmüyordu.

Ben de bir şey söylemedim.  Annem duyarsa çok ama çok kızacaktı. Havluma sarıldım ve bir süre ayakta kendime gelmeye çalıştım.  Oturursam kalkamayabilirim gibi gelmişti.   Biraz su yutmuştum ama çocuk aklımla kendimi bir kontrol ettim.  Yok, nefes alabiliyordum, sadece burnum ve  boğazım biraz yanıyordu. Muhtemelen tuzlu sudandı ve su içmeye ihtiyacım vardı.  Yine de, plajdan niye yalnız erken döndüğümü izah etmek istemediğim için ağabeyimi bekledim.  Uzun zamandan beri ilk defa çok korkmuştum.  Ve korktuğumun belli olmasını da istemiyordum.

*

Geriye dönüp baktığımda, çocukluğum ile ilgili anılarımda, genelde yanımda annem ya da babam vardır.    Babam özellikle yazları daha da aktif olarak şantiyelerde çalışıyor olsa da, çocukluğumuz genelde büyüklerimizin ya da bizimle ilgilenen abla ya da ağabeylerimizin yakın takibi ile geçti.  Belki çocuk olarak fazla korunaklı olarak büyüdüğümüz bile söylenebilir.  İstanbul’un merkezinde büyüyen bir çocuğun olabileceği kadar özgürdük.   Herhalde en azından ortaokula kadar ve sanırım sonrasında da bir kaç yıl daha yanımızda bir büyük olmadan gitmemize izin olan tek yer, evimizin hemen önündeki ilkokulumuzun bahçesindeki oyun alanı ve park ve daha az olarak apartmanımızın hemen yakınlarındaki iki bakkal, eczane ve marketti. Annemin evimizin salonundan neredeyse her köşesini görebildiğini park bizim özgürlük alanımızdı.

Bununla birlikte ve buna rağmen, benim bile istemeden, farkında olmadan kendime riskli şekilde incitme ihtimali ile karşı karşıya kaldığım çok durum oldu.  Mesela bir kere o Akaretler'de, Dolmabahçe Sarayı'nın hemen arkasındaki tepedeki evimizin önündeki parkta, salıncakta sallanırken, nasıl başardıysam salıncak bağlı olduğu demirin etrafında bir tam tur atmıştı. Şimdiki salıncaklarda bu mümkün mü bilmiyorum. Hızlı sallanmayı çok severdim ama o gün salıncağı 360 derece döndürmeyi ve o sırada salıncaktan uçmamayı nasıl başarmıştım bilmiyorum. Avuçlarımın içlerinin zincire tutunmaktan uzun bir süre kırmızı kaldığını hatırlıyorum.  İlkokul üçüncü ya da dördüncü sınıfta olduğum o günden sonra salıncağa çok bindiğimi söyleyemem.

Ailemin bildiği birkaç tanesi çok riskli denilebilecek iki boğulma, dört beş kaza vakam varsa, en az bir kaç katı kadar da atlattığım ama annem ya da babam ile paylaşmadığım tehlikeli durum yaşadım çocuklukta.  Muhtemelen birçok çocuğun yaşadığından çok az da olsa.

Çocuk olmak bir yandan düşerek ve kalkarak yaşamı öğrenmek demek. Ama bir yandan da aslında ne kadar çok tehlikeyi atlayarak büyüyoruz.  Benimki gibi büyüklerin korumak ve kollamak için çok büyük özen gösterdiği, neredeyse daimi bir mesai yaptığı bir çocuklukta bile ne çok tehlike atlatıyoruz.

Yaşamın tehditleri yıllar geçtikçe azalmıyor.  Riskler ve tehlikeler değişiyor ve genişliyor bir yandan. Bununla birlikte, çocuklukta, tehlikeli anlar ile karşılaştığımızdaki o bilinmezlik ile yüzleşme hissi sonraki yılların korkularından farklı.

*

Yazın gelmesin ile birlikte son birkaç aydır boğulan çocuk haberleri çıkıyor karşıma.  Genelde yaptığım gibi ya kanalı değiştiriyorum ya da televizyondan uzaklaşıyorum.  Yine de duymak istemediğim o haberi duyduğum o kısa saniyelerde Antalya’da, Kemer’de, üzerime kırılan dalgaların içindeki boğuşmam ve onların son dakikalarında hissetmiş olabilecekleri geliyor, çoğu zaman ürperiyorum.  Melekler çocukları korur derler, bazen belli ki onların da gücü yetmiyor.  Mesela Amerika'da boğulma kaza ile ölümlerde 5. sırada ve çocuklarda kaza ile ölümlerde 2.  Türkiye'de farklı araştırmalara bir göz atmıştım.  Çocuk ve Ergen Sağlığı Daire Başkanlığı'nın yayınlarına ve bazı bölgesel araştırmalara.  Çocuk ölümlerinde boğulma hala önemli nedenlerden biri. Çocuklarımızı korumak için yüzme öğrenmelerini teşvik etmek gerekiyor.  Tabii, Türkiye'de çocukların belki çok daha acil denilebilecek ihtiyaçları ve korunma ihtiyaçları arasında bu biraz önemini yitiriyor.

Dünya'nın farklı köşelerde çocukların ve yetişkinlerin boğulmalarını önlemek için farklı tedbirler alanlar var.  Mesela, üniversiteyi okuduğum Amerika'daki Cornell Üniversitesi'nin mezun olmanız için bir kuralı vardı.  Bildiğimiz anlamda ders çalışmak ile ilgili olmayan, bir üniversiteden mezun olmamız için gerekebileceğiniz düşüneceğimizden farklı bir kuralı.  

Cornell'den mezun olabilmek için yüzmeyi bilmeniz gerekiyordu.  Ve bunu aslında sonraki yıllara bırakmanıza pek izin verilmeden, hemen okula başladığınızda yılın başında geçmeniz gereken bir test ya da yazılmanız gereken bir kurs ila göstermeniz gerekiyordu.  

Yüzmeyi bildiğinizi yüzme havuzunun derin kısmına atlayarak ve 75 yard, yani takriben 70 metre, kesintiniz olarak yüzerek geçmeniz gereken test ile belgelemeniz gerekiyordu. Bu testte, ilk 25 yardı serbest ya da kurbağalama gibi bir stilde, sonraki 25 yardı sırt üstü yüzerek ve son 25 yardı istediğiniz bir stil ile tamamlamanız isteniyordu.

1975'ten beri bu tarif ettiğim şekilde uygulanan test aslında erkek öğrencilere 1905, kız öğrenciler için ise 1920 yılından itibaren zorunlu olarak, yıllar içinde farklı uzunluklar ve şekillerde uygulanarak bugüne kadar gelmiş.  Kuralın nedenini boğulma tehlikesi ile karşı karşıya kalırsak hayatta kalabilmemiz ve kendimizi güvene alabilmemizi sağlamak olarak izah etmişlerdi.  Okulun kurucularından birinin çocuğunun boğularak hayatını kaybettiğinden de.

Yüzme bilmiyorsanız, o zaman ilgili başlangıç yüzme beden eğitimi dersine yazılmanız ya da yüzme ile ilgili çok özel bir sorununuz veya engeliniz varsa sonraki yıllarda yapılan bir ilave ile doğada acil yardım dersini almamız gerekiyordu.

Okuduğum yıllarda bana İstanbul Boğazını hatırlatan ince uzun Cayuga Gölü'nün kenarındaki ve şelaleleri ile meşhur Cornell Üniversitesi, erkek öğrenciler için 115, kız öğrenciler için 100 yıldır uyguladığı bu mezuniyet kuralını Covid-19 pandemisi nedeni ile ilk defa bu yıl askıya aldı.  Türkiye'de olduğu gibi Dünya'daki bir çok üniversite uzaktan eğitim ile bu özel dönemi öğrencilerini koruyarak geçirmeye özen gösteriyor.   Covid tehlikesi bir süre daha diğer tehlikelerin önünde olacak gibi görünüyor.

*
Çocuklarımıza kendilerini korumaları için ihtiyaç duyabilecekleri donanımları sağlayabildiğimiz, bir yandan da şiddet ya da istismar gibi tehlikelerle karşı karşıya kalmayacakları, korunmaya ihtiyaç duymacakları daha güvenli bir dünya yaratabilmemiz dileğiyle.

26 Ocak 2011 Çarşamba

Sevmek


Sevgi üzerine düşünüyorum. Dedem ve anneannemi düşünüyorum. Ortanca kızları olan anneme Sevgi adını koyarken neler düşünüyorlardı acaba? Zaten 44 yaşında çok genç yaşta ölen dedemi görmedim ama anneanneme de sormadım hiç. Sormak aklıma yeni geliyor. Ve şimdi yine çok geç.

Antalya’dayım. Kendimi Facebook’ta yazarken bulduğum üzere babamın babası olan dedemin alay komutanlığı yaptığı, babamın doğduğu ve halamın öldüğü şehirdeyim. Antalya Lions Kulüplerini Lions 118-R Yönetim Çevresi Genel Yönetmen Ziyaretleri var. Bu kulüplerden bir tanesi olan Antalya Lions Kulübü ile benim dönem başkanlığını yaptığım Fethiye Lions Kulübü aynı bölgeye bağlı. Ben de bu nedenle Antalya’ya gelerek katılmak istedim. Yüreğim istedi.

Antalya her gelişimde şaşırtır beni biraz ve hep babamı hatırlatır. 2004 yılının öncesinde neyi hatırlatırdı doğrusu şimdi bilemiyorum. Babamın yaşamın yeri olan bir şehir olması dışında doğası ile de babamı hatırlatır Antalya bana. Babamın sevdiği bir doğası olduğu için değil. Dağ ve deniz, en güzel doğa, derdi babam ama sanki yüksek heybetli dağlar ve deniz babamı da tarif eder sanki. Antalya gibidir sanki babamın ruhu. Bazen güneşle parlayan çarşaf gibi bir deniz, ama her zaman arkasında yüksek dev ve kuvvetli dağlar. Biraz korkutucu, biraz heybetli, insanı etkileyen dağlar. Dev bir deniz, sakinliği içinde bile kuvvetini unutturmayan bir deniz. Geniş, sınırsız.

Fethiye’de de benzer bir manzara vardır. Fethiye Körfezinde deniz belki aynı sınırsızlık hissini vermez ama geniştir, ferahtır, biraz daha şefkatli görünür belki. Yüksek dağlar Fethiye’nin etrafını sarar, yüksektirler ama aşılmazlık hissini vermezler sanki. Antalya’da doğa büyük insan çok küçük görünür bana. Fethiye’de ise kimi fırtınalı günlerde doğa yüreğimi titretse de sanki yaşam kaldırabileceğim hissini veren bir ağırlıktadır. Babam gibi ben de dağ ve denizi bir arada seviyorum bu kesin. Ruhumn kaldırabileceği dereceleri farklı günlerde farklı olsa da.

Antalya’dayım. Yoğun iş günlerimin arasında bir mola bu iki gün. Bir yandan evraklarım, bilgisayarım yanımda, çalışıyorum. Diğer yandan zihnim farklı dünyalara seyahat ediyor. Farklı yerlerde olmayı seviyorum. Gözümün önündeki manzaranın değişmesini seviyorum.

Farklı şehirlerde farklı Zeynep’ler belirir. Şehirlerin ruhu mu benim ruhumu etkiler yoksa farklı parçalarım ile mi birleşirim bilmiyorum ama farklı şehirlerin aynalarında farklı Zeynep’ler çıkar karşıma. Sanki bunu da severim. Bilmediğim, görmediğim, unuttuğum yönlerim ile karşılaşırım. Bazen beş yaşındaki Zeynep güler odanın içindeki aynadan, bazen yabancı bir bakış şaşırtır beni. Bazen yüzlerce yıldır parçası hissederim içinde durduğum mekânın, bazen adını koyamadığım hisler kaçmak ister kaçamayacağını bilerek. Farklı şehirleri severim ben. Macerayı severim. Babamın da macerayı sevdiğini bilirim, yıllarca Türkiye’nin farklı köşelerinde şantiyelerden şantiyelere koşarken toprağın onu beslediğini bilirim. Antalya’yı sevdiği kadar, dünyanın farklı köşeleri de gezmeyi, bazen bir mezranın kenarında durup arabadan inerek havayı solumayı ne çok sevdiğini, bastığı toprağa sonsuza kadar ait hissettiği, bazen beş yıldızlı bir otelin çay saatinde piyanonun seslerinde ruhunu bulduğunu, Avrupa’nın sanki hepsine ait olduğu hissini veren şehirlerinden bir tanesine gezerken başka bir yere ait değilmişçesine var olabildiğini. Ama ömrünün çok daha büyük kısmını bu ülkenin bilinen ve hiç bilinmeyen köşelerinde geçirdiğini.

Babamı özlüyorum. Çok. Bir yandan ulaşılamayan diyarlarda. Bir yandan hemen yanı başımda. Neredeyse her zaman. Babamı özlüyorum. Ve ayrılık derin bir acı olsa da özlemek de güzel. Özleyebilmek.

Antalya’dayım ve yüreğim sevmek istiyor. Güneşle parlayan, sonra bir anda bulutlanan, tekrar açılan, parlayan ve kararan gökyüzü ile Antalya’yı sevmek istiyor mesela. Şu anda Antalya’da olmayı sevdiğim kadar. Aynadaki sanki babamın gözlerinden gördüğüm Zeynep’i sevmek istiyorum. Günahımla sevabımla. Bilmeyerek yaptığım hatalar geliyor aklıma. Ve merak ediyorum bilerek yaptığım neler var.

Karşıma çıkan bir insana sevgi ile bakabilmek bir hayal mi düşünüyorum bazen. Yoksa tek gerçek mi? Karşıma çıkan her insanın kaderimde yazılı olduğuna inanıyorsam eğer hepsine beni sevdikleri için razı olmadılar mı benim yazımda yer almaya?

Antalya’da cesur hissediyorum nedense. Kendimle yüzleşmek için yeterince kuvvetli. Kendime sabırlı, kendime şefkatli ve hoşlanmadığım resimlerime bakmaya hazır.

Yarın İstanbul’a kalkacak uçağım beni hangi duygu hallerine taşır bilmiyorum ama bugün için zamanın dakikaları olmam gereken yerde olduğunu hissettirecek kadar yavaş ilerliyor. Nefes alıyorum veriyorum. Alıyorum, veriyorum. Sanki dört bir tarafa dağılmış parçalarım bugün birleşebiliyor. Yanımdaki sessiz fısıltı “Hoş geldin kızım”, diyor. Yok, daha çok “Seni seviyorum kızım,” diyor. O ses belki bana hep sesliyor. Ruhum bugün uzun zamandır olmadığı kadar çok yaşama, babama ve bu şehirdeki zamana şükrediyor.



16 Ocak 2009 Cuma

Ah, Babam Oğuz Atay'a 'Bizim Oğuz'' dedi.




Sanırım ortaokulda olmalıyım. Çok etkilendiğim bir romanı okuyorduk derste. Sözde ödevdi ama ben bitmesini istemiyordum. Nedense çok sevmiştim. Romanın adı “Bir Bilim Adamının Romanı”, Yazarı ‘Oğuz Atay’.

Ben ilkokul yıllarında matematiği her şeyden çok severdim. Toplama, çıkarma, bölme, çarpma, gerçekten sanki oyun oynar gibi severdim matematik işlemleri yapmayı. Belki o zaman atıldı ileride mühendis olma arzumun tohumları.

Ancak sonra bir şey oldu, ve ben kitapları sevmeye başladım. Üsküdar Amerikan Lisesi’nde gerçekten bana edebiyatı sevdiren iki muhteşem edebiyat hocamız vardı, Fahrünissa ve Neyire Hanımlar. Ne olduysa bana, orta birinci sınıfta edebiyat derslerinin başlaması ile oldu. Belki derslerin adı edebiyat değil de Türkçe’ydi, inanın hatırlamıyor. Ancak sanki ruhum ilk defa bir kitabın tadı ile gerçekten buluştu. Nasılını tam hatırlamıyorum, ama hazırlık sınıfının bitip orta birinci sınıfının ilk birkaç ayından sonra bende ardı arkası kesilmeyen bir okuma tutkusu başladı. Cuma akşamları yeni bir kitabı okumaya başlar çoğu zaman Cumartesi sabahının erken saatlerine kadar okur, bitirir ve ondan sonra uyurdum. Bu arada hızlı okumamı okuyarak kazandım diyemeyeceğim, bir şekilde ilk an’dan beri çok hızlı okuyabildiğimi fark ettim.

Bu okumayı hızlı öğrendiğim anlamına gelmesin. Metamatik işlemleri konusunda ilkokul birinci sınıfta belki üstüme yoktu, ama sınıfın okumayı en son sökenleri arasındaydım. Hatta genelde benden şüphesi olmayan babam bir akşam bana dört harfli heceleri çalıştırmaya bile çalışmıştı. O akşam soğuk terler döktüğümü hala hatırlıyorum. Aradan, eh çok zaman geçmiş.

Babam kendi babasının asker olması nedeni ile ilkokul birinci sınıftan itibaren liseyi bitirinceye kadar Türkiye’nin farklı yerlerinde birçok yerde okumuş, neredeyse her birkaç yılda bir hem şehir hem de okul değiştirmiş. İlkokul birinci sınıfı Kırklareli’nde okurken okul numarası da bir’miş. Sarıkamış, Antalya, Eskişehir, evet liseyi de Eskişehir Lisesi’nde bitirmiş.

Üzüldüğüm bir şey var. Ben Babamı yeterince can kulağı ile dinlememişim. Yok bu değil. Dinledim esasında ama kimi insanlar vardır hani her söyleneni aradan 20, 30, 40 yıl geçse de hatırlarlar. Ben onlardan değilim. Ben yazmazsam unuturum. Bu yüzden yıllardır düzenli olarak dosyalayamasam da hep yazarım. Günlük yazarım, dersleri dinlerken yazarım, yazarım. Dinleyebilmek için yazarım, hafızamda kalmalarına şans vermek için yazarım. Babamın anlattıklarını yeterince kaydetmemişim ve şimdi artık çok geç.

Babam Rahmetli, inşaat yüksek mühendisi’ydi. Meraklı bir adamdı, ne sorsanız bilir. Hani ‘Kim 500 Milyar İster’ yarışmalarında aramak isteyeceğiniz türden biri. Mühendisti, ve sanırım ruhunda da vardı mühendislik. Zaman zaman hocalarından bahsederdi, ve çoğu sonradan bizim ders kitaplarında okuduğumuz ünlü Türk yazarların nasıl zamanında onların edebiyat öğretmenleri olduğundan. Ve şimdi ben kimler olduğunu hatırlamıyorum. Beni üzüyor bu ve telafisi mümkün değil.

*

İşte çok beğendiğimi fark ettiğim ‘Bir Bilim Adamının Romanı’nı okuduğumuz o günlerde sanırım akşam yemeği sofrasında bundan bahsetmiş olmalıyım ki, Babam bana kitabın kimin hakkında olduğuna dair sorular sordu. Kitap Mustafa İnan isimli bir bilim adamını anlatıyordu. “Mustafa İnan bizim hocamızdı” demişti Babam “O’nun dersine girmek için sinemayı kırardık.” Nasıl yani babam Mustafa İnan’ı tanıyor muydu? İnşaat Yüksek Mühendisi olan babam İstanbul Teknik Üniversitesi, İTÜ mezunuydu.

Sonra “Yazarı kim?” diye sormuştu Babam. “Oğuz Atay Babacığım” demiştim. Ve beni esas şaşırtan cevabını vermişti. “Bizim Oğuz”. Hadi Mustafa İnan’ı tanıyordu da yazar Oğuz Atay’ı nasıl tanıyor olabilirdi? 13-14 yaşındaki Zeynep için bu tesadüfler gerçekten enteresan olmaya başlamıştı.

Tabi ben Oğuz Atay’ın inşaat mühendisi olduğu bilgisini tamamen atlamıştım ve Babamın Oğuz Atay’ı mühendis olarak tanıdığını bilmiyordum. “Gerçekten de mühendis olmaktan farklı bir cevher vardı O’nda" dedi. 1927 doğumlu olan Babam ile 1934 doğumlu olan Oğuz Atay’ın tanışıklıkları çok daha eskilere dayanıyordu.

Babam 2004 yılında yaşama veda etti, Oğuz Atay’da 1977’de, ben daha yedi yaşındayken. Nereden geldi şimdi bütün bunları aklıma; Kim bilir belki ikisi de bu akşam rahmet istedi.