İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Covid-19 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Covid-19 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ocak 2021 Pazar

Üzülmeyin

Bu pandemi sürecinde bir kaç defa ateşim yükselir gibi oldu. Sanırım iki ya da üç defa.  Belki neredeyse bir yıllık bir süreçte bu normal. Ancak, her defasında hızla acilen yapılması gereken işler ve işlemler aklıma geldi. 


Esasında  pandemi yurtdışından kendini göstere göstere yanı başımızda adı konulan bir gerçeklik olarak belirdiğinde, ilk reaksiyonum bana ihtiyacı olabilecekler için yapmam gerekenleri sağlama almaktı. Annemin sağlık ihtiyaçları ve benzer konularını neredeyse 2020 yılının tamamı için sağlama almakla, hazırlık yapmakla uğraştım. Kendimce, aklım erebildiğince.  Duyduklarımız ile birlikte, bana bir şey olur ya da uzun süreli bir tedavi görmem gerekirse diye.  Annemin korunması için ne yapabilirim, buna kafa yormaya çalıştım.  Tabii, yaşamda neye ne kadar tedbir alabileceğimiz tartışılır.


2020 yılı biterken, aile olarak yaşadığımızı başka gerçekler vardı.  Sadece benim için değil ailemizdeki bir çok kişi için adeta bir baba olan Fahri Eniştemi Covid’den kaybetmemiz, teyzem ve kuzenimin de enfekte olmaları ve ailelerindeki diğer yakınlarımın da enfekte olmuş olma ihtimallerinin korkusu.  Hastalık süreçlerinde destek olamamamın kabul edilmesi ve alışılması zor Covid gerçeği. 


Aralık ayının ortalarında başlayan bir korku, endişe ve üzüntü süreci, Aralık ayı sonunda eniştemin vefatı ile, bedenimde, göğsümün ortasında bir yara varmışcasına, sanki dışı dikenlerle kaplı küçük bir top göğüs kafesimin tam ortasına yerleştirilmiş ve ben hareket ettikçe sanki o topun yüzlerce minik dikeni etime batıyormuşçasına, henüz atamadığım bir üzüntü hissi ile yaşıyorum.


Pandemi sürecinde, Covid nedeniyle ya da başka nedenlerle annesini, babası, benim gibi çok yakınlarını, arkadaşlarını kaybedenler hızla çoğaldı.   O nedenle, mutlaka ki benim hissettiğim bu acı hissini yakınımda da çok hisseden vardır.  Acıları unutmak, daha önceki kayıplarımızda biraz öğrendiğim gibi, biraz da kendimizi meşgul etmekten geçiyor.   Taziye evlerinin neredeyse kırık gün süren ama bir süredir yaşayamadığımız kalabalıkları, o evlerde kimi zaman ağlayarak kimi zaman gülerek, genelde geçmişin anılarını farklı detayları ile konuştuğumuz sohbetler o yaraların merhemlerindendi. Şimdilik belirsiz bir geleceğe kadar, sadece idi diyebiliyoruz.  Birbirimizin acısına merhem olamamak bu günlerin belki en büyük zorluğu.


Pandemi başladığında hemen değil ama, sanırım 2020’nin Mayıs, Haziran ayından itibaren herkesin dijital iletişime alışması ile birlikte, aile, iş, sosyal çalışmalar, hobiler ile ilgili onlarca farklı grupta, onlarca farklı ülkede, yüzlerce farklı insanla temasım olmaya başladı.  Belki çok özel hazırlıklarla katılabildiğim ya da katılamadığım etkinliklere, toplantılara katılabilmeye başladım.   Bir meditasyon grubunun bağlantısından çıkıp, üyesi olduğum bir uluslararası sivil toplum kuruluşunun Hindistan’daki çalışmalarını dinleyebildiğim bir toplantıyı takip etmek, bunu yaparken toplantı aralarında çalışmak, mesela sonrasında başka bir grupta romanlar hakkında ilham alabilmek mümkün olmaya başladı.   Pandeminin 2020 yılının ikinci yarısındaki dijital dünya hızı biraz da başdöndüren bir şekilde yaşamlarımıza girdi. Genç, daha az genç, hepimizin.


Eniştemin vefatı ile göğüs kafesimim ortasında beliren dikenli top ile başa çıkmak için normalde yapageldiğim gibi kendimi yaşamın olağan akışının içine tekrar bırakmayı seçtim.  Fakat, fark ediyorum ki, yeni normalin yaşamı, bedenimizde adeta şekil bularak yerleşmeyi başaran acıları atmak için pek yeterli olmuyor.  


O nedenle, belki bir hafta kadar önce öksürmeye başladığımda pek şaşırmadım.  Genelde üzüntüler ile birlikte öksürükle devam eden bir hastalık süreci yaşamaya çocukluğumdan beri alışkınım.  Yavaş yavaş gelen öksürük iki gündür göğsümün ortasından yükseliyor ve kendini hissettirerek evet buradayım diyor.


Daha önceki kısa ateşlenmelerimden farklı olarak bu öksürük, düşünmek bile istemediğim nedenden daha çok, beni çocukluğumdan bugüne sayısız an ve anıya götürüyor.   


Hastalıkların tıbben adını koyabildiğim bilimsel nedenleri var.  Bununla birlikte, gerçekten bedenin kendini korumaktaki en büyük silahı, içinde sevinç, mutluluk, neşe, umudun yoğun olarak yer aldığı bir karışımdan oluşuyor.  O nedenle, bu konuda başka zamanlarda, başka şekillerde daha önce de yazdım, ama, üzülmek için ne kadar çok nedeniniz olursa olsun, lütfen ama lütfen üzülmeyin.  Kayıpların yasının tutmanın iyileşmenin parçası olduğu söylenir. Acıları kabul etmenin, acılar ile yüzleşmenin gerekliliğinden bahsedilir.  Doğru da olabilir ama çocukluktan beri keşfettiğim gibi benim bedenimin gerçekliği bu bilgi ile uyumlu değil.  


O nedenle, yıllar içinde keşfettiğim bu kişisel bilgi ile, dinlediğim haberleri, okuduğum kitapları ya da seyrettiğim fimleri, dizileri buna göre dengelerim.  Yaşamın sunduğu zengin duygu yelpazesindeki tüm renklerin tadına ihtiyacımız var.  Uzun süren gri, kahverengi, siyah hakimiyetleri, teslim olmayı seçtiğimiz kalın, koyu bulutlar, solgunlaştırıyor bizleri.  Esasında etrafımızdaki olumsuzluklardan beslenen, can acıtmayı seven, sağlıklı dozu çok aşan bencillikteki insanlara yaşamlarımızda ayırmayı seçtiğimiz zamanı da dengelemek gerekiyor belki ama, o konuyu şimdilik bu kadar bahisle bırakmak daha doğru olacak.


Benim bedenim, aklım, ruhum, kalbim acıya yaklaştığında, elimizi sıcak bir şeye değdirdiğimizdeki gibi hızla refleksini gösterir ve öksürük ile bana sesini, boğazımızdan gelen mini mini öksürüklerle ya da dinlemezsem bedenimi sarsan öksürüklerle er ya da geç duyurur. “Çok üzüldün, yeter,” der ve şimdi de yüksek bir ses ile söylüyor.  


Tahminen iki hafta önce anneme, “Anne ben bu gidişle hasta olacağım,” dediğimi de hatırlıyorum.  Hastalığı çağırmaktan öte, ruh halimin getireceklerinin ayak seslerini iyi tanıdığım için.


O nedenle, sonraki günlerde sizlere ne yazmam mümkün olur bilmiyorum ama, abla, kardeş, arkadaş tavsiyesi olarak, lütfen üzülmeyin. Üzüntünüzden çıkmak için bir yol bulun. Bedenimizin duygularımıza dair mesajlarını duymazdan gelmek marifet değil.  Ve benim gibi bu anlamda öğrendiği dersleri çabuk unutan, ısrarlı inkarcı olmak hiç değil. 


Ne mi yapabilirsiniz?  



Mesela, birazdan, bu öksürük ile ne yapmam gerektiğine karar verene kadar yapacağım gibi, bana kargo ile iki gün önce 111. baskısı gelen, Aziz Nesin’den “Sizin Memlekette Eşek Yok Mu”yu okuyun.


Sevgiyle.

14 Temmuz 2020 Salı

Düşe Kalka

Çocukluğumda 3 defa boğulma tehlikesi yaşadım.  2 tanesi yüzerken, 1 tanesi bir şeker yerken.

İki tanesini ailem biliyordu. 

Çünkü şeker ile boğulmaktan beni kurtaran babamdı. 

Yüzme okulunun havuzundaki boğulma maceramdan ise, o sırada yüzme dersimiz devam ederken okulun büyük havuzunun bir kenarında güneşlenmekte olan anneminde gözleri önünde, bir yüzme hocası giysileri ile suya atlayarak beni kurtarmıştı.   Yüzemediğimden değildi. Dersin sonunda havuzdan çıkmak için en sona kalan öğrenci olmuştum. Ve merdivenlere doğru yüzerken, bir anda, yüzmeyi yeni öğrenmekte olan öğrencilerin havuzun kenarına tutunarak ayaklarını çırpmaya başlamaları ile gelen darbeler ve dalgalarla,  kendimi, havuzun içine onların ayaklarını yorulurlarsa basabilmeleri için konulmuş olan platformunun altında bulmuştum. Bunu da dikkatli bir öğretmen sayesinde atlatmıştım.

*

Üçüncü defasında ise, etrafımda ağabeyim ve bir arkadaşımız dışında kimse yoktu.  Esasında ağabeyim ve benim ilkokul yaşlarımızda kendi başımıza çok uzaklara gitmemiz ya da kendi başımıza denize girmeye gitmemiz pek yaşadığımız bir şey değildi. Antalya’da, Rahmetli Halam Gülten Yalçın'ın yazlığında geçirdiğimiz tatil ise farklı bir düzen getirmişti. Halamın yazlığının olduğu sitede bizim yaşlarımızdaki çocuklar, gençlerle birlikte zaman geçiriyor ve çok da büyük olmayan sitede aileler çocukların özgürce oynamasına izin veriyorlardı.

Babam zaten o günlerde Elmalı’da yapmakta olduğu bir inşaat işi nedeni ile bizlerle olamıyordu ama annem de gün içinde yemek saatlerimiz dışında daha çok halamlarla oluyor, ağabeyim ve benimle normalden daha az zaman geçiriyordu.  Ağabeyim ve ben kendimize göre farklı bir özgürlük yaşıyorduk.  O tatilin çocukluğumdaki en güzel tatillerden biri olduğunu söyleyebilirim.  Çocuklukta bir şekilde hemen kaynaşabildiğimiz ve birlikte keyifle oynayabildiğimiz arkadaşlar bulmak bir yaz tatili için harika bir hediyeydi.

İşte o gün de, ağabeyim ve bir arkadaşımızla sitenin plajına gitmiştik.  Genelde çocukluğumuz İstanbul’da Kilyos ve Silivri sahillerinde geçtiği için, bizim deniz deneyimimizin çoğunluğu Marmara ve ondan biraz farlı olan Karadeniz’in zaman zaman ürkütücü olabilen deniziydi.  

Çocukluğumuzda birçok yaz uzun süre kaldığımız Kilyos’taki Turban Tesisleri'nde, cankurtaranların uyarı anonsları, denizden boğulmak üzereyken ya da maalesef boğulduktan sonra çıkarılmış, hatta kimilerinin yüzücü olduğunu öğrendiğimiz insanların seydeler üzerindeki görüntüleri silikleşse de hala gözümün önündedir.  

Bu benim denizi ve yüzmeyi sevmeme mani olmadı.  Çocukluğumun sonraki yıllarında, deniz maceralarımız, Silivri Semizkumlar’da, metrelerce gitseniz de hala bileğinizde olabilen sıcak, sakin, çoğunlukla sığ ve o zamanlar pırıl pırıl olan bir denizde yüzerek keyifle geçti.

Oysa Antalya'daki, Kemer'deki o yaz farklı bir denizle uzun bir süre ve çoğu zaman yanımızda bir yetişkin olmadan başbaşa kalmayı ilk defa deneyimliyordum. Çok küçük sayılmazdık aslında. Sanırım ben onbir, ağabeyim onüç yaşındaydı.  Daha önce Alanya'ya ya da Foça'ya Fransız Tatil Köyü'ne ya da Bodrum'a seyahatlerimizde hep ailecek tatil yaptığımız için bu neredeyse tatilin her anını annem ve babamla geçirmek anlamına gelirken, Kemer'de yanımızda büyükler olmadan daha çok zaman geçiriyorduk.

Esasında bahsedeceğim o günden önce, belki bir haftadır o sahilde denize giriyorduk. Giriyorduk ama Akdeniz’in o günkü halini değerlendirmeme imkan verecek kadar tanımıyorduk, tanımıyordum henüz.  Akdeniz’in dalgalarını.

Özellikle Silivri'nin sakin denizi yerine Kemer'deki denizin hareketliliği çok keyifli gelmişti.  Birçok çocuk gibi ben de dalgalar ile oynamayı, atlamayı, savrulmayı, sürüklenmeyi, dalgalarla adete savaşmayı çok sevmiştim.  Kemer'de o gün denize girdikten sonra ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum.  Keyif aldığımız zamanlarda olduğu gibi yaşadığım mutlulukla etrafımdaki değişimi fark etmemiş olmalıydım.  Ben neşe içinde oynamaya devam ederken o sırada muhtemelen hava değişmiş ve dalgalar da değişmeye başlamış olmalıydı.  Ve dalgaların neye dönüşebileceklerine dair fikrim olmadığını keşfedecektim.

Ne olduysa bir anda oldu.  Ve bir dalganın üzerine atlayarak kendimi o dalganın akışına bırakmışken, nefes almak için başımı suyun dışına çıkarmak isterken, bir anda kendimi başka bir dalganın içinde buldum.  Dalgalar sanki ardı ardına üstüme gelmeye başlamışlardı.

Esasında o günlerde artık oldukça iyi bir yüzücüydüm, Yüzme İhtisas Kulübü'nün Ortaköy'deki yüzme okulunda yüzmeyi öğrendiğim günlerin üzerinden dört, beş yıl geçmişti.  Ama işte o sırada ne olduysa, kendimi içinden bir türlü çıkmayı başaramadığım bir suyun içinde bulmuştum.  Bu arada gözlerim o yaşta da ileri derecede miyop olduğundan zaten gözlüksüz çok net görmem mümkün değildi.  İleride kullanacağım numaraları deniz gözlüklerine kavuşmama daha uzun yıllar vardı.  Ve işte o sırada suyun içinde tüm yön duygumu da yitirdiğim için bir türlü kendimi dışarı çıkarmam ve havaya ulaşmam mümkün olmuyordu.

Zorlu zamanlarda kısa süreler bize asırlar gibi gelebiliyor.  O nedenle suyun altında geçirdiğim bu yüzeye çıkabilme mücadelem ne kadar sürdü bilmiyorum.  Bir ara suyun dışına çıkar gibi olduğumda uzaktan sahili seçebildim. Ve, kendimi tekrar ve tekrar o yöne doğru atmaya çalışarak üzerime devrilip beni suya batırmaya devam eden dalgaların içinden ve arasından sahile ulaşmayı sonunda başardım.

Kumsala bastığımda bacaklarımın zangır zangır titrediğini hatırlıyorum.  Kumsalda ağabeyim ve arkadaşımız, iki oğlan sanırım sahilde oturmaya ve sohbet etmeye devam ediyorlardı.  Az önce olan bitenden pek haberleri var gibi de görünmüyordu.

Ben de bir şey söylemedim.  Annem duyarsa çok ama çok kızacaktı. Havluma sarıldım ve bir süre ayakta kendime gelmeye çalıştım.  Oturursam kalkamayabilirim gibi gelmişti.   Biraz su yutmuştum ama çocuk aklımla kendimi bir kontrol ettim.  Yok, nefes alabiliyordum, sadece burnum ve  boğazım biraz yanıyordu. Muhtemelen tuzlu sudandı ve su içmeye ihtiyacım vardı.  Yine de, plajdan niye yalnız erken döndüğümü izah etmek istemediğim için ağabeyimi bekledim.  Uzun zamandan beri ilk defa çok korkmuştum.  Ve korktuğumun belli olmasını da istemiyordum.

*

Geriye dönüp baktığımda, çocukluğum ile ilgili anılarımda, genelde yanımda annem ya da babam vardır.    Babam özellikle yazları daha da aktif olarak şantiyelerde çalışıyor olsa da, çocukluğumuz genelde büyüklerimizin ya da bizimle ilgilenen abla ya da ağabeylerimizin yakın takibi ile geçti.  Belki çocuk olarak fazla korunaklı olarak büyüdüğümüz bile söylenebilir.  İstanbul’un merkezinde büyüyen bir çocuğun olabileceği kadar özgürdük.   Herhalde en azından ortaokula kadar ve sanırım sonrasında da bir kaç yıl daha yanımızda bir büyük olmadan gitmemize izin olan tek yer, evimizin hemen önündeki ilkokulumuzun bahçesindeki oyun alanı ve park ve daha az olarak apartmanımızın hemen yakınlarındaki iki bakkal, eczane ve marketti. Annemin evimizin salonundan neredeyse her köşesini görebildiğini park bizim özgürlük alanımızdı.

Bununla birlikte ve buna rağmen, benim bile istemeden, farkında olmadan kendime riskli şekilde incitme ihtimali ile karşı karşıya kaldığım çok durum oldu.  Mesela bir kere o Akaretler'de, Dolmabahçe Sarayı'nın hemen arkasındaki tepedeki evimizin önündeki parkta, salıncakta sallanırken, nasıl başardıysam salıncak bağlı olduğu demirin etrafında bir tam tur atmıştı. Şimdiki salıncaklarda bu mümkün mü bilmiyorum. Hızlı sallanmayı çok severdim ama o gün salıncağı 360 derece döndürmeyi ve o sırada salıncaktan uçmamayı nasıl başarmıştım bilmiyorum. Avuçlarımın içlerinin zincire tutunmaktan uzun bir süre kırmızı kaldığını hatırlıyorum.  İlkokul üçüncü ya da dördüncü sınıfta olduğum o günden sonra salıncağa çok bindiğimi söyleyemem.

Ailemin bildiği birkaç tanesi çok riskli denilebilecek iki boğulma, dört beş kaza vakam varsa, en az bir kaç katı kadar da atlattığım ama annem ya da babam ile paylaşmadığım tehlikeli durum yaşadım çocuklukta.  Muhtemelen birçok çocuğun yaşadığından çok az da olsa.

Çocuk olmak bir yandan düşerek ve kalkarak yaşamı öğrenmek demek. Ama bir yandan da aslında ne kadar çok tehlikeyi atlayarak büyüyoruz.  Benimki gibi büyüklerin korumak ve kollamak için çok büyük özen gösterdiği, neredeyse daimi bir mesai yaptığı bir çocuklukta bile ne çok tehlike atlatıyoruz.

Yaşamın tehditleri yıllar geçtikçe azalmıyor.  Riskler ve tehlikeler değişiyor ve genişliyor bir yandan. Bununla birlikte, çocuklukta, tehlikeli anlar ile karşılaştığımızdaki o bilinmezlik ile yüzleşme hissi sonraki yılların korkularından farklı.

*

Yazın gelmesin ile birlikte son birkaç aydır boğulan çocuk haberleri çıkıyor karşıma.  Genelde yaptığım gibi ya kanalı değiştiriyorum ya da televizyondan uzaklaşıyorum.  Yine de duymak istemediğim o haberi duyduğum o kısa saniyelerde Antalya’da, Kemer’de, üzerime kırılan dalgaların içindeki boğuşmam ve onların son dakikalarında hissetmiş olabilecekleri geliyor, çoğu zaman ürperiyorum.  Melekler çocukları korur derler, bazen belli ki onların da gücü yetmiyor.  Mesela Amerika'da boğulma kaza ile ölümlerde 5. sırada ve çocuklarda kaza ile ölümlerde 2.  Türkiye'de farklı araştırmalara bir göz atmıştım.  Çocuk ve Ergen Sağlığı Daire Başkanlığı'nın yayınlarına ve bazı bölgesel araştırmalara.  Çocuk ölümlerinde boğulma hala önemli nedenlerden biri. Çocuklarımızı korumak için yüzme öğrenmelerini teşvik etmek gerekiyor.  Tabii, Türkiye'de çocukların belki çok daha acil denilebilecek ihtiyaçları ve korunma ihtiyaçları arasında bu biraz önemini yitiriyor.

Dünya'nın farklı köşelerde çocukların ve yetişkinlerin boğulmalarını önlemek için farklı tedbirler alanlar var.  Mesela, üniversiteyi okuduğum Amerika'daki Cornell Üniversitesi'nin mezun olmanız için bir kuralı vardı.  Bildiğimiz anlamda ders çalışmak ile ilgili olmayan, bir üniversiteden mezun olmamız için gerekebileceğiniz düşüneceğimizden farklı bir kuralı.  

Cornell'den mezun olabilmek için yüzmeyi bilmeniz gerekiyordu.  Ve bunu aslında sonraki yıllara bırakmanıza pek izin verilmeden, hemen okula başladığınızda yılın başında geçmeniz gereken bir test ya da yazılmanız gereken bir kurs ila göstermeniz gerekiyordu.  

Yüzmeyi bildiğinizi yüzme havuzunun derin kısmına atlayarak ve 75 yard, yani takriben 70 metre, kesintiniz olarak yüzerek geçmeniz gereken test ile belgelemeniz gerekiyordu. Bu testte, ilk 25 yardı serbest ya da kurbağalama gibi bir stilde, sonraki 25 yardı sırt üstü yüzerek ve son 25 yardı istediğiniz bir stil ile tamamlamanız isteniyordu.

1975'ten beri bu tarif ettiğim şekilde uygulanan test aslında erkek öğrencilere 1905, kız öğrenciler için ise 1920 yılından itibaren zorunlu olarak, yıllar içinde farklı uzunluklar ve şekillerde uygulanarak bugüne kadar gelmiş.  Kuralın nedenini boğulma tehlikesi ile karşı karşıya kalırsak hayatta kalabilmemiz ve kendimizi güvene alabilmemizi sağlamak olarak izah etmişlerdi.  Okulun kurucularından birinin çocuğunun boğularak hayatını kaybettiğinden de.

Yüzme bilmiyorsanız, o zaman ilgili başlangıç yüzme beden eğitimi dersine yazılmanız ya da yüzme ile ilgili çok özel bir sorununuz veya engeliniz varsa sonraki yıllarda yapılan bir ilave ile doğada acil yardım dersini almamız gerekiyordu.

Okuduğum yıllarda bana İstanbul Boğazını hatırlatan ince uzun Cayuga Gölü'nün kenarındaki ve şelaleleri ile meşhur Cornell Üniversitesi, erkek öğrenciler için 115, kız öğrenciler için 100 yıldır uyguladığı bu mezuniyet kuralını Covid-19 pandemisi nedeni ile ilk defa bu yıl askıya aldı.  Türkiye'de olduğu gibi Dünya'daki bir çok üniversite uzaktan eğitim ile bu özel dönemi öğrencilerini koruyarak geçirmeye özen gösteriyor.   Covid tehlikesi bir süre daha diğer tehlikelerin önünde olacak gibi görünüyor.

*
Çocuklarımıza kendilerini korumaları için ihtiyaç duyabilecekleri donanımları sağlayabildiğimiz, bir yandan da şiddet ya da istismar gibi tehlikelerle karşı karşıya kalmayacakları, korunmaya ihtiyaç duymacakları daha güvenli bir dünya yaratabilmemiz dileğiyle.

17 Mayıs 2020 Pazar

Yakala

İstanbul’da, Arnavutköy’de, yine sokağa çıkma kısıtlaması olan bir Pazar sabahında, erkenciyim. Saat şimdi 8.30 olduğuna göre, oldukça erken uyanmıştım.  Mayıs ayının ortasını geçtik ve günler oldukça uzadı. Sanırım Mayıs ayı benim en sevdiğim ay.  Sadece doğduğum ay olduğu için değil. Günlerin oldukça uzamaya başladığı, havaların ısındığı ama tatlı serinliklerin de olduğu, doğanın renklendiği bu ayı gerçekten çok seviyorum.  Daimi olarak bir Mayıs ayı halinde yaşasam bu kadar sever miydim bilmiyorum ama ruhuma iyi geldiği kesin.

Bu sabah, yine bol rüyalı bir geceden sonra, birden uyandım.  Sevindim de. Çünkü sabahlar benim için her zaman günün en güzel zamanı.  Mesela hep bir Mayıs ayı sabahında yaşasam, ama tabii güzellikler zıddı ya da yoksunluğu ile de anlamını buluyor.  Haydi, vazgeçtim o hayalden.

Sabahlar gerçekten benim en verimli, en istekli, en berrak olduğum zamanlar. Şimdilerde aynı hızda olmasa da, çocukluğumda da, ve sonrasında da, sabah uyandığımda, neredeyse beş dakika içinde tüm hazırlıklarımı yapıp işe gitmek için kapıdan çıkabilecek hale gelebiliyordum.  Genel olarak hızlı olduğumu da söylerler. Bir şeyleri ağır ağır yapabilmek için emek sarfetmem gerekiyor.  Bu sabırsız olduğum anlamına pek de gelmiyor galiba. Zihnimin ve kalbimin beklentileri olarak çok sabırlı olduğumu söyleyemem belki ama sabırsızlıkla hareket etmeyi de seçmem genelde.  “Sabrın sonu selamet,” sözü gelir zaman zaman aklıma.

Covid-19 ile yaşadığımız bugünlerde, ben de birçok insan gibi eskisine nazaran çok daha fazla online ders takip ediyorum.  Korona günlerinden önce kayıt olduklarıma ek olarak bazı yeni derslere yazıldım ve çok ilginç konular ve insanlar karşıma çıkıyor.  Bunlardan bazıları da şefler.  Doğru, korona günleri, biraz ihtiyaçtan, biraz sıkıntıdan, biraz meraktan içimizdeki aşçıları uyandırdı.  Mutfağa girmeyenlerimiz bile,  ben de bir deneyeyim, dedi.  Bu doğru ve açıkçası görevlerim ve yaşam tarzım nedeni ile uzun zamandır yemek yapma fırsatı bulamazken ben de çocukluğumda keyifle yediğim annemin yemeklerinin tadını bu defa kendim yaparak alma şansını buldum. Bu ruhuma iyi geldi. Korona günlerinin bana en büyük hediyesi kesintisiz bir süre annemin yemeklerinin tadını damağımda hissederek çocukluğuma ve ortaokul ve lise yıllarıma gitmek oldu.

Üniversiteyi Amerika’da okuduğum yıllarda ve sonrasında Türkiye’ye dönüp iş hayatına başladıktan sonra çok uzun süre yemek yapma şansım olmadı.  Ailemle yaşarken annemin ya da yardımcılarının yemeklerini yediğim günleri, ofis yemekleri, şantiye yemekleri, otel yemekleri takip etti.  Evde oldukça az yemek yiyebildiğimi söyleyebilirim.  Sonrasında evli olduğum dönemde yine çok az yemek yaptım sanırım. Doğrusu Amerika’dan gelen bir alışkanlık olsa gerek dışarıda yemeyi sevdim.  Esasında annem ve babam da gezmeyi çok severlerdi.  Pazar günleri bir balık lokantasına gitmek babamın İstanbul’da olduğu günlerde önemli ritüellerimizden biriydi. Her ne kadar ağabeyim ve ben bundan zaman zaman şikayet etmiş olsak da, geriye dönüp baktığımda gözümde o sofralarda canlanan görüntüler olduğu için mutluyum.  Balık lokantalarında buluşmak bizim aile ritüellerimizden biridir aslında.  Özellikle ailenin, büyüklerimizin çoğunun yaşadığı İstanbul’da bayram buluşmalarında.  Buluşma noktamız genelde Kireçburnu’ndaki bir lokanta olurdu.  Çok yakın zamana kadar.  Korona nedeni ile kısıtlı kalmaya devam edeceğimiz bu Ramazan Bayramı’nda bu buluşma olmayacak ama gözümde hatırlayabildiğim bir çok bayram olduğu için mutlu hissediyorum.

Elden ele geçirilen meze tabakları, büyüklerin gençlere ikramları, haydi şunu da ye, haydi şunu da tat hatırlatmaları, büyüklerin uzun masanın bir ucundaki sohbetleri, gençlerin masarın diğer ucundaki paylaşımları.

Ve bu bir balık lokantasındaki bayram sofralarında, gözümün önüne gelen bir resim de, yavaş yavaş çocuk olmaktan, ailemizin küçük çocukları ile ilgilenen yetişkin abla ve sonra da büyüklerin oturduğu bölüme geçen yetişkin olmak.

Şunu da söylemeliyim, bizim ailemizde çocuklar her zaman çok değerliydi ve hala da öyle. O nedenle genelde uzun olarak hazırlanan bu masa yerleşimi çocukların ve gençlerin rahat sohbet edebilmesi için bu şekilde olurdu. Bazen de ailenin en küçüklerinden biri büyüklerin yanına alınır ve onunla sohbet edilir, onun da sohbete dahil olması sağlanırdı.  O sofralar her zaman kalbimizi ısıtan, bizi kuvvetli hissettiren, sevgi ile sarmalandığımız ve adeta uçarak eve gittiğimiz buluşmalar olurdu.

Bu bayram yemeği buluşmaları genelde annemin evindeki çay saati ile devam ederdi ve açıkçası evde de birlikte olmak çok güzel olurdu ama o bayram lokanta sohbetleri ve buluşmaları hep özel kalacak.

*

Son yıllarda pek yemek yapamıyordum demiştim.  Üniversiteye gidene kadar ise, ilkokul değil ama ortaokul ve lise yıllarımda çok yemek yaptım.  Börekler, çörekler, kekler, kurabiyeler, pizzalar, tartlar en başarılı olduklarımdı. Çeşit çeşit yapardım ama evde akşam yemeklerimizi tam menü ile hazırladığım da olurdu.  Okulu çok seven bir öğrenciydim ve günlerimin büyük bölümü ders çalışmakla geçerdi ama sanırım yemek yapmanınn ruha iyi gelebilen bir terapi  olduğunu o günlerde kimse bana söylemeden ve hatta yap bile demeden, kendim bir şekilde isteyerek seçmiştim.  O kadar güzel yemek yaptıktan sonra çok uzun süre yemek yapmamış olmam beni de şaşartıyor ama sanırım bunun nedeni liseden sonra 4,5 yıl kadar Amerika’da yaşamış olmam.  O yaşa göre uzun bir süre.  

Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, Amerika’da yemekler belki pek güzel değil diye biliriz ama okuduğum Cornell Üniversitesi’nin yemekhane yemekleri gerçekten müthişti. Beni hayrete düşürmüştü.  Cornell’de bir deyim vardı, “Freshmen fifteeen, 1. Sınıf Öğrencisinin 15’i”.  Bu deyimin çıkma nedeni, Cornell’e gelen birinci sınıf öğrencilerinin bu güzel yemekler nedeni ile genelde 15 pound, yani 7-8 kilo alıyor olmasıydı. Bu arada, ben kilo almadım.  Tam tersi o günlerde kendimi şişman saydığım 58 kg’dan 47 kg’a düştüm.  Ama yemekler nedeni ile değil. Kampüsün farklı bölümlerindeki yemekhanelerde sınırsız olarak yemek yeme hakkımız olduğu için, neredeyse durmadan yememe rağmen, kampüs çok büyük olduğu ve derslerimin sınıfları kampüsün sanki bilinçli olarak en zıt köşelerine yerleştirildiği için, yürümekten ve hareketten.   Benim bedenimin yemeği kısıtlayarak değil hareket ederek kilo verdiğini Cornell’deki ilk iki yılım bana öğretti.

İşte, Korona günlerinde, çok uzun bir aradan sonra, ben de çok yemek yaptım.  Açıkçası Korona günleri öncesinde, Lions Federasyonumuzdaki görevim nedeni ile birkaç yıl, neredeyse yılın 10-11 ayı, İzmir’de bir otelde yaşamıştım. Ve o dönemde, neredeyse her akşam başka bir otelde ya da lokantada yapılan toplantılar nedeni ile otel ve lokanta menüleri benim klasiğim olmuştu.  

Türkiye’de ve yurtdışında olduğumda da farklı ülkelerin yemeklerini denemeyi ve yemeyi çok severim.  Favorim ise Japon yemekleri.  Mesela sushi kadar miso çorbasını canım çeker benim.  Sade pilav ile Japon turşusu yemek mutlu eder beni.  Ve hele Japonya’da yediklerime benzer bir Japon tatlısı bulabilmişsem eğer tatlı bir keyif adeta bedenimde dolaşır.

O nedenle, dışarıda belki yenilebilecek her türlü farklı yemeği yıllarca denemiş olduğum için, benim Korona günlerindeki yemek tercihim, lise yıllarımdan beri pek yeme fırsatı bulamadığım annemin yemeklerini yapmak oldu.  Korona dönemine annemi ziyaret ettiğim günlerde İstanbul’da yakalandığım için bu tariflerin üzerinden annemle geçme şansım da oldu.  Bugünlere özel yeni bir yemek defteri açtık.  Annemin Türk Klasikleri. :) 

Bu yemekleri yaparken, zaman zaman internetten farklı şeflerin, mesela Refika Şefin ya da Arda Şefin bu yemekleri nasıl yaptığına da baktım. Refika Şef'in bizim yemek yapma tarzımıza daha yakın bir yaklaşımı olduğu fark ederek farklı tarifleri de inceledim. Ama denemekten ziyade annemin tarifleri ile karşılaştırmak ve farklarına bakmak için.  Mesela, annemin ailesinin büyükleri Kesriye’den, Kastoriya’dan geldikleri için onların yemek yapma tarzı, mesela bir Adana’dan, Çankırı’dan, Taşköprü’den ya da Muğla’dan farklı. Yine mesela, yemekler daha beyazdır bizde.  Salçası azdır. Bazen hiç kullanmayız.

İşte, bir yandan yemek yapar, bir yandan kayıt olduğum edebiyat ve dil üzerine online derslerimi takip ederken, biraz da açıkçası yeğenimin katkısı ile, birkaç yabancı hocanın online yemek kurslarını takip eder oldum.  Youtube’da seyredebileceğimi belki binlerce tarif ve binlerce şef videosu var ama bir şefin kayıtlı öğrencilerine verdiği bir dersi izlemek de enterasan oluyormuş.  Bir iki derse katılırım derken, kendimi bu dersler çok güzelmiş derken buldum.

Ama daha enteresanı, bu şeflerin bazılarından hiç de hoşlanmadığımı ve tarzlarını sevmediğimi düşünürken, bazılarının derslerinde kendimi notlar alırken buldum. Ama yemek yapmaya dair değil, bireysel yaşama, kişisel gelişime dair notlar.  Hani çalıişma masanızın bir köşesinde önemli bir hatırlatma olarak her zaman görmek isteyeceğiniz ya da yatağınızın başucunda her sabah görmek isteyeceğiniz notlar.

Ben yemek üzerine yeni birşeyler göreyim derken, bir alanda ustalaşmış, bir alanda Dünya’da en iyilerden biri olmuş bir kişinin başarısının tesadüf olmadığına bir kere daha şahit oluyordum.  Gerçek başarı, bir konudaki beceri birikiminin ötesinde bir şeydi. Ustalık, sadece ustanın kendi alanındaki gelişmişliğinden öte, deneyimleri ile süzdüğü yaşam bakış açısı ile o işi yapmasından gelen bir zerafet, çok zoru çok kolay görünen bir şekilde yapabilme yetisi olarak yansımasıydı.  Aşçılara, Ustam deriz genelde ama bu kelime belki daha iyi yaşamak, daha iyi öğrenmek, daha iyi insan olmak adına  daha öğreneceğimiz çok şey olduğunu söylüyor.

Kendimce iyi yaptığım bazı işler ve uzunca bir süre emek verdiğim için bana Hocam, Ustam diyenler zaman zaman oluyor. Henüz oralarda olduğumu sanmıyorum ama bu sözleri her duyduğumda, benim ustam ve hocam olarak kabul ettiğim insanlar aklıma geliyor.  Öğretmenlerim. Anaokulundan bu güne. Şanslılardandım ki genelde ehil ve becerikli, güzel kalpli, özverili, kendini bilen öğretmenler ve eğitmenler karşıma çıktı. Bazen ustalar ile öğrenebilmeyi herkesin yaşadığı bir durum bile sandım. Oysa, ne özel bir hediyeymiş.

Bugünlerde uzun yazıyorum.  Eskiden belki bu anlattıklarımı üç, dört parçaya bölerdim ama bugünlerde böyle geliyor ve olanı olduğu gibi kabul ediyorum.

Tüm bunlara nereden geldim.  İşte bu sabah erken uyandığımda, birkaç hocanın dersini dinledim. Bir tanesinin sözü çok hoşuma gitti. “If you think it touches you, capture it.”  Mealen şöyle tercüme edeyim, “Eğer seni etkiliyorsa, sana dokunuyorsa, onu yakala, kaydet, sakla.”  

Bu cümleyi duyunca nedense kaydı durdurdum, bu cümleyi defterime yazdım ve yatak odamın açık penceresinden gelen kuş seslerini dinleyerek düşüncelere daldım.  Ve o cümle sayesinde, şimdi bu sıcak, serin Mayıs sabahının duygu ve düşünceleri, bugünlerden bir anı olarak bu satırlarda benim için korunuyor olacak.

Mutlu günler dileğiyle. Sevgiyle kalın.

17 Mayıs 2020
Arnavutköy, Beşiktaş, İstanbul