İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
sağlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sağlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Şubat 2017 Salı

Helen Keller

Hayat zorlaşır gibi olduğunda, ışıklar azaldığında, yaşamın beklenmedik sürprizleri karşımıza çıktığında, üzülürken veya şükrederken, sevdiğimiz seyleri yaparken veya sevgilere özlemimiz arttığında, ya da kendimizi çok şanslı veya şanssız hissederken, Helen Keller'i okumak lazım.
1925 yılında Lions Kulübü Üyelerinden "Körlerin Şövalyesi" olmalarını isteyen, 92 yıldır Lionları Türkiye'de ve Dünya'da milyonlarca insana göz sağlığı hizmeti götürmeleri için yüreklendiren, o kör ve sağır kadın Helen Keller'in hayatını okumak lazım.
Ona, açtığı yola, bu yolda yürümeyi seçenlere, sevgi dolu cesarete ve emeklere, şükran ve teşekkürler. Nefes alıyorsak her zaman umut olduğunu hatırlayarak.

17 Haziran 2016 Cuma

Çıtkırıldım

Bazen beklenmedik bir anda duyduğumuz bir kelime birçok anıyı, olayı hafızamızda bir anda saklı oldukları o bilinmez yerlerden çıkarıp önümüzde capcanlı görüntüler olarak getirebiliyor. Capcanlı. Bir kelime ile.

Sözlerin, kelimelerin hayatlarımızdaki yapıcı ve yıkıcı güçlerine inanıyorum. Kelimeleri olumluya yormanın önemine de.

Tabi bazı kelimeler anlamları ve enerjileri nedeni ile ne yaparsak yapalım olumlu kuvvete o kadar çabuk dönüşemiyor.  Genelde.  Yani, “kötü” kelimesi ile barışmak belki mümkün ama “kötüsün” cümleciğine dönüştüğünde, o enerjinin dalgasının bedenimizi ve ruhumuzu dövmesini engellemek o kadar kolay değil.

Kelimeler gerçekten güçlü. Bazen sihirli. 

Kelimelerin duyduğumuzdaki etkileri farklı. Okuduğumuzda yarattıkları dalgalar da bambaşka. Orada da gizemli bir dünya var.  Kelimeler kimilerimiz için yazıda ayrı bir hayat buluyor.

Yazı yazmak esasında mide bulantısı gibi bir duygu ile başlar. Ben de öyle başlıyor.  Oturup yazı yazayım diyerek yazı yazamıyorum ben.  Bir mide bulantısı başlıyor adeta.  Bazen çok güzel, bazen çok üzüntü veren bir “şey”le başlıyor. Bir olay, bir görüntü, bir kelime.

Ve getirdikleri düşünce ve duygular sadece beynimde değil bedenimde dolaşmaya başlıyor. Önce kendimi, gerçekten neredeysem, evde, ofiste, genelde volta atarken buluyorum. Dolaşırken. Dolaştığımı bir süre sonra fark etmiş oluyorum. Bakıyorum o duygu ile oturamaz, duramaz olmuşum.

Bazen o olayın hemen anında olmaz bu hal.  Mesela bir toplantının ortasındayımdır o sırada, veya havalimanında uçağa binmek üzereyimdir veya olay bir alışveriş merkezinde gözümün önünde cereyan etmiştir veya bir otelde, takside, minibüste.  Bazen fark etmem bu mide bulantısının daha önce yaşanmış o anlar nedeni ile olduğunu.

Semptomlarda genelde, genelde evime geldiğimde, o zaman kendini belli etmeye başlar. Yazıp içimden atmak istediğim bir şey vardır. Yazıp içimden atmam gereken bir şey vardır.  Ve ortam müsait olduğunda içimdeki Zeynep sinyal verir. Şimdi içinden atma zamanın olabilir, diye. 

İşte bir bakarım evin içinde volta atıyorum.  Sonraki adım bellidir.  Muhtemelen zaten açık olan bilgisayarımın başına geçerim ve yazarım. Bitene kadar.

*

İşte dün duyduğum bir kelime bu sabah, dünden beri ben fark etmeden kafamın içinde saklı yerlerinden tekrar gün yüzüne çıkardıklarını boşaltmamı ister gibi.  Bu akıma çok fazla direnemeyeceğim.

Bugünlerde Orhan Pamuk’un 2006 yılında Nobel Ödülü’nü alırken yaptığı “Babamın Bavulu” konuşmasının birkaç yazısıyla birlikte yer aldığı “Babamın Bavulu” kitabını tekrar okuyorum. İlk defasında gözü yaşlarla okuduğum bu kitabı sanırım beşinci defa okuyorum.  Ve bugünlerde yine tesadüfen Annemin evinde karşıma çıkan George Orwell’in, Penguin Kitapları’nın 20 kitaplık Great Ideas-Harika Fikirler serisinde yer alan kitabı “Why  I Write – Neden Yazıyorum”unu da okuyorum. Onları okuyor olmamın bu sabah duyduğum bu mide bulantısı ile ne kadar ilgisi var bilmiyorum ama bu iki yazarın kelimelerinin bu üzerimdeki hal ve karışıklık duygusu ile kalmak yerine yazmayı seçme isteğimi kuvvetlendirdiklerini söylemek zorundayım.

*

Bir kelime demiştik. Bazen bir kelime yetiyor.

Benim için bugün bu kelime çıtkırıldım.

Anlamını bilmediğimden tabii ki değil ama mide bulantımın nedenini anlayınca, çıtkırıldım kelimesi ile yüzleşebilmek için, bu kelimenin bende dokunduğu yerleri anlayabilmek için, genelde yapmayı sevdiğim gibi Türk Dil Kurumu’nun internet sitesine girdim ve anlamına tekrar baktım. 

Çıtkırıldım kelimesi sanırım benim ağzımdan hiç çıkmamıştı.  Hiç söylememiştim.  Bu kelimeyi bugüne kadar yazdığımdan da emin değildim. Bugünlerde popüler olan “Lugat365 Bazı Kelimeler Çok Güzel” kitabında yer alan ve daha çok dedelerimizin (rahmetli babamın), ninelerimizin dillerinde yeri olan 365 kelimenin çoğunu kullanmışken çıtkırıldım nedense benin lugatımda yer almamıştı.

Türk Dil Kurumu çıtkırıldım sıfatı için “Aşırı incelik, dayanıksızlık ve çekingenlik gösteren (kimse),” diyor.

Çıtkırıldım benim lügatımda yer almamıştı ama, bu sabah kafamın ve kalbimin içinde dolaşanlar, bu kelime veya bu kelimenin bende asıl çağrıştırdığı zayıflık, fiziksel veya ruhsal olarak zayıf olma hali ile ilgili bir isyan başlatıyordu.

Çıtkırıldım kelimesinin daha önce ağzımdan çıkmadığını söylemiştim.  O kelimeyi söylemiş olarak bu yazıyı yazabilmek için mutfakta çayını koymakta olan anneme seslendim.  Birkaç gün sonra Japonya’ya gidecek olduğum için evimde yani Fethiye’de değil İstanbul’da annemin misafiri olma şansını yaşadığım günlerden birindeydim.  Belki de bu yazıyı yazabilmek için olabileceğim en doğru yerde.

Kelimelerin dudaklarımdan dökülmesine izin verdim.
-           “Anne ben çıtkırıldım mıyım?”
-           “Nereden geldi şimdi bu aklına?” dedi Annem.

Önce yanıt vermedim, sonra “Yo, öylemesine,” falan gibi en anlamsız cevaplarımdan birini verdim.  Bir kelimenin, o kelimenin beni saatlerdir rahat bırakmadığını söylemedim.  O kendine göre çıtkırıldımın ne olduğunu tarif etmeye geçmişti ve sorumu fazlası ile anlamsız bulduğunu ve arkasındaki düşünceyi de tam çözemediğini fark etmemek mümkün değildi ama sanki konuyu kurcalamaması gerektiğini de annelik önsezileri ile hissetmişti sanki. Oraya girmedi.

Annelik duygularından bahsedince, annelik şefkatli ile çocukluğumdan beri beni canımı düşünmemekle adeta suçlayan, yapılması gerekenler için kendimi fazla zorladığımı ve yorduğumu, canımı gereksiz üzdüğümü söyleyip duran Anneme çıtkırıldım kelimesi ile bugün yaşadığım mücadeleyi anlatmam zor olabilirdi.  Ona ‘canını üzmek’ ifadesinin ne anlama geldiğini anlamaya başladığımı söyleyebilirdim aslında. 

Yaşamımda canımı düşünmediğim konusunda annemi haklı çıkaracak fazla örnek vardı.  Yerine göre fazlası ile gereksiz cesaretle kendi bedenimi ve ruhunu lüzumsuzca yorduğum zamanlar çok fazla olmuştu. Toz alerjisi için ilaçlar ile şantiyelere gitmeler, burkuk bilekler ile araba kullanmalar, iş seyahatlerine kaçmalar, ateşli ateşli evden ofise kaçmalar.  Sorumluluk hissimin dozunun kaçtığını söyleyip durmuş, sonra bana söz geçiremeyince bu konuda kötü örnek olmakla babamı tatlılıkla suçlar olmuştu. Bu konuda haksız da değildi belki. Ama beni etkileyen babamı örnek almam mı yoksa genlerden gelen bir davranış bozukluğu muydu bundan tam emin değilim doğrusu.

Yıllarca yerine göre bedenime rağmen, ağrılara rağmen, yorgunluklara rağmen, bireysel isteklerime rağmen hep çalışmaya, mücadele etmeye devam etmeyi seçmiştim. Doğru olanı yapmak, yapılması gerekeni yapmak, aileme, çevreme, işime, topluma sorumluluklarımı hani tabir yerindeyse kanımın son damlasına kadar yerine getirmek gibi değişik bir görev bilinci ile yaşadığımı itiraf etmek zorundayım. Böyle bir inanç ile.  Yaşamımın belki ilk otuz yılını böyle tarif etmem mümkün.

Son onbeş yıl içindeyse, adım adım, bu ‘rağmen’lerle yaşamanın doğru bir yol olmadığını keşfetmeye başladım. Adım adım.  Bu on beş yılda, bedenimin, kalbimin ve ruhumun bana adeta boyun eğişi ile ilerlemenin yaşamak için doğru olmadığına karar verdim. Kendimi düşünmeyi bir seçenek olarak dikkate almadan yaşamayı bırakmaya karar verdim.

Beni yakından tanıyanlar bilirler, maddiyat benim için hayatta hiçbir zaman öncelik olmadı. Yani çok çalıştıysam bu öncelikle sorumluluklar nedeni ile oldu. Kendimden çok başkalarına karşı hissettiğim sorumluluklar.  Sonra kendimi düşünmenin sorumsuzluk olmadığı kavramı ile barıştım.  Bana iyi gelen davranışlarında başkaları için de iyi olabileceğine. Şu meşhur “kazan-kazan” tabirinin doğru olabileceğini keşfetmeye başladım. İstediğim şeyi yapmanın başkalarına da iyi gelebileceğine.  Mesela en basiti, çocukluktan beri en çok yapmayı sevdiğim şeyi yaptığımda, yazı yazdığımda, bana yazılarımın onlara ne kadar iyi geldiğini, şifa olduğunu, moral verdiğini, umut verdiğini söyleyen insanlar ile karşılaşabildiğimi keşfettim.

Bu sabah kendimi İstanbul’da, Arnavutköy’de, annemin evinde volta atarken yakaladığım an aklımdan geçen anıyı fark ettim. Rahmetli babamla Ankara’da bir oteldeyiz.  Kayseri’den, bir karayolları inşaat işinin ihalesine girmeden önce iş yerini görüp Ankara’ya gelmişiz. Ertesi gün ihale var Karayolları Genel Müdürlüğü’nde.  Gündüz ateşlenmeye başlamışım ve ihale dosyasını tamamlamamız gerekiyor. Ateşim düşmek yerine çıkmaya devam ediyor, aldığım ateş düşürücüler sadece o prospektüsteki süreleri kadar etki gösteriyor ve ateşim 39, 39,5 dereceler gibi riskli bölgelerde gezinmeye devam ediyor.  Oteldeki havluları ıslatıp vücudumu soğutmaya çalışıyorum.  
Bir yandan otel odasında babamla ihale dosyasını hazırlamaya çalışıyoruz.  Gözlerim kararmaya başladığında havlular ile kendimi soğutarak ateşimi düşürmeye çalışıyorum.  Benden 43 yaş büyük babamdan pek bir destek talep istemem mümkün değil ama o da bana “Zeynep, kızım, ne yapalım, iyi misin?” diye soruyor. Ben bir yandan ne olacak halim diyorum ama ertesi gün ihale var ve her zaman yapmayı seçtiğim şeyi yapmayı seçiyorum ve “İyiyim Babacığım,” diyorum. “İdare ederim,” diyorum. İdare ediyorum da. Yani en azından havale geçirmeden ertesi sabahı ediyorum. Arada bazen on dakika, bazen yarım saat uzanıyorum ve kalkıp ihale dosyası üzerinde babamla çalışmaya devam ediyoruz.  Ertesi gün ihaleye de giriyoruz. İş bizim üzerimizde kalmıyor o ayrı.

Şimdi geriye dönüp bakıyorum ve “Bu hata” diyorum. Böyle davranmak hatalı.  Canıma yazık, ruhuma yazık.  Onlarca, böyle onlarca olay var hayatımda.  Kendimi bildim bileli zayıflığı, zayıf olma halini kabul etmemek adına, hastayım demedim, yorgunum demenim, üzgünüm demedim.  Yıllarca demedim. Gerçekten yıllarca. Şimdi düşününce, rahmetli babam 77 yaşında vefat etti ve belki o neredeyse hayatı boyunca demedi ama ben de son on beş yılda azalan dozlarda olmak üzere, halim ne olursa olsun söylemedim. Söylememeyi seçtim.

O yıllarda annemin iyi olup olmadığını anlamak için davranışlarımı kontrol ettiğini, halimi gözlerimden anlamaya çalıştığını bilirim.  Hasta olduğumu söylemezdim, üzgün olduğumu söylemezdim, takatim kalmadığını söylemezdim. Bunu saklamak için uğraşırdım adeta.  Mesele benim meselemdi, başkasını yormaya ve üzmeye gerek yoktu ki. Rahmetli babamın ve annemin rahatsızlıkları nedeni ile onları üzebilecek veya onlara ek bir yük getirebilecek bir durum yaratmamak önceliğimdi.

Sonra yıllar, yaşananlar, kitaplarımı yazmaya iten hikâyeler, bana kendimi düşünmeyi öğretmeye başladı. Kendimi düşünmemin şart olduğunu. İsteklerimi dikkate almam gerektiğini. Kendimi korumanın, kendimi düşünmenin bencillik değil sağlıklı bir şart olduğunu.  Kendimi düşünmemin ve korumanın başkalarını düşünmeme, başkalarını korumama mani olmadığını.

Yavaş yavaş, ki bu konuda hala biraz yol almam gerektiğini söylüyor annem, hastaysam hasta olduğumu söyleme başladım. İyi hissetmiyorsam bunu söylemeyi, canım acıyorsa bunu paylaşmayı, üzgünsem beni üzen duyguları ifade etmeyi seçmeye başladım.  Kendim olmayı ifadelerimde daha şeffaf ve açık olarak yaşamayı seçmeye başladım. Özellikle de son bir yıldır bu konuda daha net bir niyetim var.  Kendime rağmen bir şeyleri yapmak artık benim için bir seçenek değil. Sorumluluk bilincimin azaldığını söyleyemem. Sadece kendime eziyet etmemek konusunda kararlıyım.  Kuvvetin ve zayıflığın ne anlama geldiğini daha sağlıklı olarak kavrıyorum.  Çok şükür.

İşte bu nedenle, belki yaşamım boyunca kendimle verdiğim bu zorlu iç mücadele nedeni ile geçirdiğim bir rahatsızlıktan sonra dinlenmeye karar verdiğimde, bunu seçtiğimde, beni çok sevdiğini çok iyi bildiğim bir tanıdığımın bir espri olarak, belki aslında haydi kendini bırakma, haydi toparlan, sen güçlüsün, demek isteyerek “Ben sana bundan sonra çıtkırıldım diyeceğim,” demesi enteresan bir çınlama yaptı ruhumda ve bedenimde. 

Ben, neredeyse küveze girme sınırında, iki kilo beşyüz gram doğmuşum.  Çocukluğum kilo olarak hep zayıf bir çocuk olarak geçmişti ama ufak tefek olmam, zayıf olmam hiç dikkate almadığım bir özelliğim olmuştu. Kız çocuğu olmam beni etkilememişti.  Korkusuz değildim ama korkularımı yok sayarak çıtkırıldım olmamak, kız olmama rağmen, ufak tefek olmama rağmen güçlü olmak ve kalmak hep birinci önceliğim olmuştu.  Kendi başımın çaresine bakmak hedefim olmuştu.

İşte çıtkırıldım kelimesi kırkaltı yaşımı dolduralı neredeyse bir ay olurken yaşamda kendimi yıllarca ne kadar zora koştuğumu hatırlattı.  Çok şükür yaşamda daha dengeli olmayı seçtiğimi.  Bir insanı tanımanın, kendimizi tanımakta zorlanırken, o kadar kolay olmadığını. Ve en çok da kelimelerin o dev gücünü. 

Eyvallah demek lazım belki çıtkırıldım denilen Zeynep’e, güçlü olmaya çalışana olduğu kadar.

1 Temmuz 2014 Salı

Hatırlayın...


Nefes almayı ve su içmeyi dikkate almak, (unutulur mu demeyin oluyor gerçekten,) hatırlamak ve bizi üzen insanlardan uzak durmak kendimizi iyileştirmek için yapabileceğimiz en etkili 3 şey olabilir.

Sağlıklı günler sizinle olsun.

1 Aralık 2013 Pazar

Ağır Bir Hastalık Geçiren Çocuğa Reiki Göndermeniz İstenirse...

Dün akşam Reiki bilen dostlarımdan biri Facebook Reiki gruplarımızdan birine hasta olan bir çocuk için, annesinden izin aldığını belirterek bir Reiki gönderme davetinde, isteğinde bulunmuş. Bu vesile ile Reiki'nin böyle durumlarda kullanımı, II. ve üzeri seviyedeki kullanımları için bazı bilgileri paylaşmak isterim.

Başka bir kişiye uzaktan Reiki gönderme çağrısı geldiğinde neler yapmak gerekir?

Bu geniş bir konu. Ağır bir tedavi görmekte olduğu belirtilen çocuğuna Reiki göndermeye davet eden mesajı okuyunca, enerji olarak çocuğa ve duruma bakınca, ilerlemeden önce hangi bilgilere ihtiyaç duydum, bunları aktarmak isterim.

Aklıma, yüreğime hemen düşen sorular, konular şöyleydi:

1- Reiki desteği almasını arkadaşımız mı önermişti, yoksa rızası alındığı belirtilen annenin Reiki ile ön bilgisi var mıydı, kendisi mi istemişti, önerilmiş miydi? Reiki enerjisi hakkında bilgisi var mıydı, bu bilgi verilmiş miydi, nasıl verilmişti? Yaptığımızın ne olduğunu net ifade etmek aldığımız rıza açısından önemli. Bir faydalı olacağına inanıyoruz diye bilerek eksik bilgi veriyor muyuz? Bunun örneğini çok gördüm ve buna dikkat etmenin çok ama çok önemli olduğuna inanıyorum. Benim Reiki'nin iyi geleceğine inanmam bir başlangıç noktasıdır. Reiki vermeyi teklif etmek için, ancak ötesi benim kararım değildir ve olmamalıdır.
Tam olarak nasıl bir istek ve nasıl bir rıza alınmıştı? Anne kanalı ile geliyordu, enerji gönderilmesi istenilen kişi rahatsızlık geçirdiği belirtilen bir çocuk olduğu için bu detay önemli gelmişti.

2- Çocuğun yaşını, bildikleri kadarı ile çocuğun yaşam detaylarını sormak geldi: Hastalık ne zaman başlamıştı? Nasıl tespit olmuştu? Ne kadar zamandır tedavi görüyordu ve ne kadar zamandır hangi hastane ya da tedavi merkezlerinde bulunmuştu? Enerji gönderilmesi gereken yerler şu andan öte, geçmişte yer alabilir. Şu ana enerji göndermekte zorlanıyorsak, akış müsaade etmiyorsa, göndermemiz gereken yer var mı, başka bir yer mi diye sormak ve o yeri aramak gerekiyor. Gelecek bilgiler bu yolu açar, kolaylaştırır Yapmamız gerekeni anlamamızı sağlar.

3- Anne ve Babası ile ilgili bilgi gerektiğini hissettim. Çocuğa bakan başka aile üyeleri var mıydı, varsa yakınlıkları neydi?
Çocuğun aile bağları ile bağlı olduğu insanlar ve fiziksel olarak yakınında olan insanlar onun enerji alanını etkiler.

Reiki'nin 1. seviyesi, yani dokunarak Reiki vermek, özellikle bu gibi hastalıklarda Reiki'yi vermenin en güvenli yoludur. O nedenle bu gibi durumlarda mümkünse hastalara, çocuklara dokunarak Reiki vermenizi öneririm. Bir hasta ziyareti çerçevesinde, tabii ki aileden ve yerine göre çocuktan da izin alarak, bedeninin herhangi bir yerine, örneğin dizine veya ayak bileğine bir eliniz ile dokunarak Reiki verebilirsiniz. Çocuk Reiki akışını hissediyor olacak, bana ne oluyor diye endişe duymaması için ne yaptığınızı paylaşmanızı öneririm. Çocuğun/hastanın endişe duymaması için yapmanız gerekeni yapın.

Doktor arkadaşlarım bana tıptaki temel bir prensipten bahsederler. "Zarar verme." Biz doktor değiliz, sağlık personeli değiliz, kimseyi iyileştirmek gibi bir iddiamız yok ve olamaz. Biz Reiki enerjisi ile bir anlamda kişinin bedeninin kendi iyileşme sürecini yaşayabilmesi, gücünü bulabilmesi için bir destek veriyoruz. Zarar verme mesajı yaşamın her anı için önemli bir mesaj.

Hastalıklarda Reiki'yi nereye, ne kadar göndereceğimiz, neye, kime destek olacağımızı net hissetmeye özen göstermenizi öneririm. Emin olamıyorsanız ve uzaktan Reiki göndermek istiyorsanız, sadece o kişinin yanına ihtiyacı olursa ve seçerse kullanması niyeti ile uzaktan Reiki gönderebilirsiniz. Kullanılmazsa size geri dönmesi niyet ile

Ya da dokunarak Reiki verin. Temel bilgiye dönün.

Her zaman en güvenli Reiki verme şekli Reiki'nin I. seviye uyumlaması ile öğrendiğimiz dokunarak Reiki vermektir.

Akışa teslim olmak yapmamız gerekenin ötesinde bir zorlamayı ve zorlanmayı önler. Elle dokunarak Reiki'de hata olmaz. Yeter ki niyetiniz ile Yaradan'ın rızası ile bütünün hayrı ve o kişinin hayrı ile Reiki yapmaya niyetlenin. Yeter ki durmanız gerektiği zamanı dinleyin. Zaten uyumlayı alır almaz Reiki öğrenmiş olan hepinizin muhtemelen çok defa deneyimlediği gibi bu his ve bilgi her zaman vardır, her zaman gelir, her zaman hissederiz. Yeter ki, çok yardımcı olmam lazım diyerek bu bilgiyi ihmal etmeyin. Fark edin.

Bazen öğrencilerim paylaşır, "Çok hastaydı, en az bir saat Reiki vermem lazım diye düşündüm." Bu olmaz. Böyle bir şeyi ezbere bilemeyiz. Belki üç dakika, belki 60 saniye, belki 60 dakika Reiki vermeniz uygun. Buna her defasında duruma göre karar vereceksiniz. Bazen iki dakika Reiki veririm diye başlayacaksınız, yirmibeş dakika ellerinizi adeta kıpırdatamayacaksınız. Ve zaten siz de devam etmeniz gerektiğini bileceksiniz. Reiki'yi vermenin yolu budur. Kullanarak. Sınırları keşfederek. Saygıyla, hürmetle. Rıza ile ve gücün bize ait olmadığını bilerek, hep hatırlayarak.

O nedenle Reiki I ile, dokunarak Reiki vererek bu sınırları iyi bilenler, Reiki II'yi hakkı ile ve çok daha yerinde kullanabiliyorlar.

Belki hatırlatmaya hiç gerek yok, dokunmak mümkün olmadığında ellerimizi bedenin birkaç cm üzerinde tutarak da Reiki verebiliriz.

Ağır tedavi gören, yoğun bakımlardaki veya bağışıklık sistemi ile sorun yaşayan hastaların yanına maske ve gerekli hijyen önlemlerini alarak ailenin rızası ile girmek mümkün olabiliyor. Olmuyor ise içeceği suya veya duruma göre yiyeceğine Reiki yükleyebilirsiniz yine aile üyelerinin ve çocuğun rızası ile.

Tabii bir de ailenin enerji ihtiyacı çok yüksek olduğunda hastalar/ çocuklar kendilerinden vererek aileyi besliyorlar. Onları beslerken kendileri tükeniyorlar. Bu durumda anneyi, babayı veya enerji ihtiyacı yüksek olan yakınındaki kişiyi doldurmamız hastanın/çocuğun şifa bulmasına destek verecektir.

Umuyorum bu notlar size benzer vakalar ve durumlar için destek versin.

Yaradan'ın desteği ihtiyacı olanların hep yanında olsun.
Saygı ve sevgilerimle.
ZK


10 Ağustos 2009 Pazartesi

Sen Mor Bir Domuz musun?


Amerikalı yazar ve eğitmen Louise Hay’in düşüncelerimizin sağlığımız üzerindeki etkileri üzerine çok sayıda kitabı var. Dünyada bu konuların öncülerinden. Hala yazmaya, konferanslar vermeye devam ediyor.


Louise Hay diyor ki: “Biz müsaade ettiğimiz için düşüncelerin üzerimizde gücü vardır. Kendimizi kabul etmek başkalarının yargılarını üstümüze alınmamaktır. Kelimelerin tek başına bir anlamı yoktur. Onlara biz anlam veririz. Bizi besleyen ve destekleyen düşünceleri düşünmeyi seçelim.”


Güzel bir örnek veriyor Hay. “Ben size ‘Sen mor bir domuzsun’ desem ya bana gülüp geçersiniz, ya sinir olursunuz ya da deli olduğumu düşünürsünüz. Ama söylediğimin doğru olduğuna inanma ihtimaliniz çok düşüktür. Bizim duyduklarımızdan kendimize dair inanmayı seçtiklerimizin büyük bir kısmı bu cümleden daha fazla doğru değil.”


Doğduğumuz andan itibaren daimi olarak bir şeyler duyuyoruz. Küçük yaşlarımızda duyduklarımızın neredeyse tamamını doğru olarak alıp bilincimize ve bilinçaltımıza kayıt ediyoruz. Yaşlarımız ilerledikçe bilinçli olarak duyduklarımızı kabul edip etmeme farkındalığına ulaşabiliyoruz. Ama her zaman değil. Sözlerin üzerimizdeki gücünün farkında olmuyoruz.


Louise Hay diyor ki: “Kendimiz ile ilgili ‘yanlış’ olduğunu düşündüğümüz şeyler çoğu zaman bizi biz yapan bireysel özelliklerimiz.


Tamam, etrafımdakilerin sözlerine dikkat edeyim ve ciddiye almayayım, ama bu o kadar kolay olmuyor. Ne yapabilirim? Louise Hay dünyada bu konuda gerçekten bir çığır açtı – olumlamaların olumsuz düşünce ve inanç kalıplarımızı değiştirmek konusundaki etkilerini gösterdi. “Kendimi olduğum gibi seviyor ve onaylıyorum” olumlaması, veya diğer bir adı ile onaylaması, gerçekten çok etkili. Louise Hay bu cümleyi, ya da kısaltılmış şekli “Kendimi onaylıyorum” cümlesini bir ay boyunca günde üç yüz dört yüz defa tekrar etmeyi öneriyor. Bu sayede kendimizi kabul etmediğimiz tüm noktaların biz bu kelimeleri söyledikçe ortaya çıkacağını ve bunun derinlerdeki yaraları ve yararsız inançları temizleyeceğini söylüyor.


Aklınıza neden kendinizi kabul etmemeniz, neden onaylamamanız gerektiğine dair birçok düşünce gelecek,” diyor Hay. “Ben başarılı değilim… Bu aptalca… Bunun işe yarayacağını düşünmek aptalca… Ben neyi iyi yapabiliyorum ki… Bunların geçip gitmesine müsaade edin. Bu gelen düşüncelere ‘Sizi serbest bırakıyorum, kendimi onaylıyorum,’ deyin. Onlar sadece direnç düşünceleri ve sizin üzerinizde güçleri yok.


Her fırsatta Louise Hay’den ve dünyaya düşüncelerin ve özellikle de sözün gücü üzerine hatırlattıklarından bahsetmeyi görev biliyorum. O kadar önemli ki. Onun kitaplarını onlarca defa okumuşumdur, ve her defasında yeni bir şeyler dikkatimi çekiyor. Her defasında daha önce farkına varmadığım bilgiler alıyorum. Her geçen gün olumlu sözler ve sözcüklerle yaşamanın önemini biraz daha çok kavrıyorum.


Zihnin bizim bir aracımız olduğunu hatırlayalım istiyorum. Bize ait ama bizi kontrol eden değil bizim kontrolümüzde bir araç olduğunu.


Ve bazen iyileşme yolunda yürümeye başladığımızda, her şey düzelmeye başlayacağına bazen sanki daha da karışmış gibi görünür. İlişkilerimizin daha iyi gitmesini isterken daha çok kavga etmeye başlarız. Kendimizi bolluk ve berekete açalım derken cüzdanımız çalınıverir. Bunları doğru değerlendirmemizi öneriyor Hay. Öncelikle arzularımızı bize getirecek olan farkındalığa varabilmek için üstünün açılması gereken farkında olmadığımız olumsuz kalıplarımız olabilir.


Zihnimizde ve sözlerimizde olumlu olmaya gayret ettikçe – bazen kısa süreli olumsuz görünen olaylar ile – yolumuz açılmaktadır. Veya Hay’in ifade ettiği gibi, dibi yanmış bir tencereyi temizlemeye başladığımızda olduğu gibi suyu, sabunu koyup tencerenin dibini ovalamaya başladığımızda tencerenin içindeki su baştaki halinden çok daha kötü görünür, hatta berbat bir haldedir. Bu kısa süreli bulanıklık tencerenin tertemiz olması için ödenen kısa süreli bir bedeldir.


Sağlık ve sevgi dolu günler sizinle olsun.


Sevgilerimle.

30 Temmuz 2009 Perşembe

Organik Organik

Son yıllarda yaptığım gıda alışverişlerinde aldığım ürünlerin organik olmasına özen gösteriyorum. Süt alıyorsam Türkiye’nin neresinde olursam Türkiye’nin organik süt satan tek büyük firması Pınar’ın organik sütünü alıyorum. Artık birçok büyük markette rahatlıkla bulunan Tema’nın ve diğer firmalarının organik bakliyat ürünlerini alıyorum. Bulabilirsem organik yumurta almaya da özen gösteriyorum. İki yıldır pirinçlerini Samsun’da Japon Shumei Vakfı’nın desteğiyle Shumei Doğal Tarım metodu ile üretim yapan bir çiftçiden alıyorum.

İstanbul’da yaz aylarında kendi sebzelerimizi yetiştirdiğimiz bir aile bahçemiz var. Domates, kabak, patlıcan gibi sebzeleri organik olarak yetiştiriyoruz. Biz de Samsun’daki çiftçi gibi Shumei Doğal Tarım metodu ile üretiyoruz. Japon Shumei’nin İstanbul’daki Merkezindeki arkadaşlarımdan destek alıyoruz. Kimyevi gübre ve tarım ilacı kullanmıyoruz. İşlerimizin yoğunluğundan bir nevi hobi olarak yaptığımız bu üretim için organik tarım sertifikası alma girişimi yapmadık, ama benim özellikle arzu ettiğim şeylerden biri. Yaptığımız doğal üretimin resmi olarak da belgelenmesi bence önemli bir şey. En azından yapılabildiğinin sağlıklı olarak duyurulabilmesi için. Organik üretim ve Shumei Doğal Tarım yaklaşımlarının tanıtılabilmesi için.
Organik üretim doğal ve sağlıklı beslenme açısından doğru bilinmesinin çok önemli olduğuna inandığım bir yaklaşım ve bence çok önemli bir konu.

Organik bir meyve sebze demek suni gübre kullanılmadan, kimyevi tarım ilaçları kullanılmadan yetiştirilmiş bir ürün demek. Hatta bir ürünün organik olduğunun resmi olarak tespit edilebilmesi için ilgili yetiştiriciyi ve toprağını denetleyen kurumlar var. Benimde sebze yetiştirdiğimiz bahçemiz için arzu ettiğimiz bir denetim. Bu kurumlar oldukça ciddi çalışıyorlar, ve örneğin İstanbul’da Şişli-Feriköy’de her Cumartesi günü kurulan pazarda, ki adı halk arasında Şişli Organik Pazarı olarak biliniyor, ürünlerinizi satabilmek için resmi organik üretici sertifikanız olması gerekiyor. Yani sizin ürünüm organik demeniz ile organik sayılmıyor. Sertifikanız varsa ürün satış tezgâhı yeri alabiliyorsunuz. Şişli’de güzel bir düzen ve sistem var. Gönlüm bu pazarın daha çok tanınmasını ve Türkiye’de farklı yerlerde de açılmaya başlayan bu organik ürün satan pazarların artmasını diliyor.
Organik üretim kavramı, organik ürünler ve organik pazarlar hakkında detaylı bilgisi olan çok kişi var. Ancak bulunduğum farklı şehirlerde, farklı ortamlarda küçük çiftçinin yetiştirdiği ve yerel pazarlarda sattığı ürünlerin de satışta ve halk arasında "organik" olarak adlandırıldığını duyuyorum. Satıcılar tarafından da, alıcılar tarafından da. Ürünün çiftçiden direkt olarak pazara gelmesi ürünü organik yapmıyor. O çiftçi o sebzeyi üretirken suni, kimyevi gübre kullanmış mı, zirai ilaç kullanmış mı? Yoksa doğal olarak bir kimyasal ilave yapmadan mı yetiştirmiş? Önemli olan bu bilgiler.

İlaç kullanıyorsa, marketten, manavdan alınan organik olmayan normal sebze ve meyvelerden çok farkı olmuyor. Tabii daha taze olabilir bize ulaşma süresi nedeni ile. Daha fazla özen ve sevgi ile yetiştirilmiş olabilir. Kullanılan tohumlar farklı olabilir, ürünlerin cinsleri farklı olabilir. Ama sağlığınıza etkisi anlamında nasıl yetiştirildiği önemli.
Ve küçük ölçekli üreticiyi teşvik etmek isteyebilirsiniz; ben bunu yapmaya gayret ediyorum. Yalnız burada bizi bekleyen bir sıkıntı daha var: kimi küçük ölçekli çiftçiler maddi imkânsızlıklar nedeni ile teknik bilgi alamadığından etraftan duydukları bilgiler ile ilaç kullanıyorlar. Ve bu ölçüyle ve teknik bilgiyle kullanılmayan ilaçlar miktar olarak gerekenden çok daha fazla olabiliyor.

Çok bilinçli ama küçük çaplı olarak üretim yapan çiftçilerimizin olduğunu da görüyorum ve hem gurur duyuyorum hem de mutlu oluyorum. Örnek oluyorlar.

Zirai ilaçların insan sağlığı ve çevre üzerindeki olumsuz etkileri artık yıllardır biliniyor. 1962 yılında Rachel Carson’un Sessiz Bahar-Silent Spring kitabının dünyayı o günlerde gündemde olan DDT ve benzeri ilaçların bilinmeyen tehlikelerine karşı uyaran ve dünyada çevre koruma konusunda bir devrim başlatan ilk kitap olduğunu hatırlatmak isterim. Bu anlamda organik üretim insanın, toprağın, suyun, kısaca dünyada yaşamın korunması için önemli ve olumlu bir yaklaşım.
Eğer organik olduğundan emin olduğumuz bir ürün almak istiyorsak yetiştiricinin üretim sertifikası olup olmadığını, paketli bir ürün alıyorsak paketin üzerinde organik üretime dair gerekli bilgilerin olup olmadığını kontrol etmemiz gerekiyor. Üretici firmayı araştırmak, gördüğümüz hatalı uygulamaları paylaşmak gerekiyor.

Görüşme şansı bulduğum kimi çiftçilerin gerek teknik gerek pazarlama konularında bilgi ve destekleri olmadığı için organik üretim yerine bilebildikleri eski usüllerle üretim yapmaya devam ettiklerini öğreniyorum. “Nasıl yapacağımızı bilmiyoruz,” diyorlar. “Öyle üretirsek masrafımız artacak” (çünkü zirai mücadele yapılmayacağı için insan gücü gerektiren çalışmalar yapmaları gerekecek, zararlılar nedeni ile verimleri eskisine göre daha düşük olabilecek), “daha pahalıya satmak lazım, kime nasıl satabiliriz bilmiyoruz,” diyorlar. Haklılar. Haklılar. Haklılar. Kabahat üreticide değil. Dünyanın beslenme sorumluluğu sayıları gittikçe azalan üreticilerin omuzlarına yüklenmiş durumda, ve ülkemizde bir çoğu destek konusunda çok yalnız.

Küçük üreticilerin bazen de doğal üretim yapsalar da sertifikasyon işlemleri ve masraflarının altında kalkmaları kolay olmadığından, böyle bir girişimde bulunmadıklarını da görüyoruz. Bizler bilinçli tüketiciler olarak bilinçli üreticilere destek olup aynı zamanda tüketicilerin ve üreticilerin bu konudaki farkındalıklarını da arttırabiliriz. Organik ürünlerin öneminin vurgulanması şart. Hepimizin ve dünyanın sağlığı için.

Ziraat gerçekten çok zor bir iş. İki yıldır amatör olarak yetiştirmeye çalıştığımız sebzeler için toprağın hazırlanması, yabani otların ayıklanması ve bahçenin bakımının ne kadar çok zaman ve emek gerektirdiğini görüyorum. Hele organik üretim yapmak üretici açısından maddi manevi çok daha zahmetli.

Umuyorum ki tüketicilerin bilinçlenmesi doğayı ve insan sağlığını koruyan bu yaklaşım ile üretim yapan çiftçilerin kıymetinin bilinmesini sağlayacak. Tüm çiftçilere kuvvet, sağlık ve bereket diliyorum.

Sağlık, sevgi ve huzur dolu günlere…

1 Haziran 2009 Pazartesi

Sizin Ruh Eşiniz Nerede?


Üstat Moshe Abudaram ile sohbetimize farklı bir konu ile devam ediyoruz. Bu defa ağırlıklı olarak ruh eşi kavramı ve yaşamımızdaki yeri üzerine konuşacağız.

*

Zeynep Kocasinan: Bir ruh eşimiz olup olmadığı, hayatımızı paylaşabileceğimiz mükemmel bir partnerin, bir eşimizin var olup olmadığı bizim hep sormak istediğimiz bir soru oluyor. Bu defa ‘ruh eşleri’ konusuna değinsek ne dersiniz?

Moshe Abudaram: Neden olmasın. Hep söylüyorum. Yine diyeceğim. Sormazsan nasıl bileceksin? Sormaktan ne kadar çok çekiniyoruz. Özellikle Türkiye’de. Bildiklerimle cevap vereceğim. Bilebildiklerimle.

Ben biliyorsun ki ben, sen sormazsan cevap veremem. Bir kişi bir şey sorduğunda bir anlamda cevaba hazırdır. O nedenle ben ancak soru sorulduğunda cevap verebilirim. Aksi takdirde, kişinin yaşamına karışmış olurum. Bu esasında herkes için geçerli. Bir insana yardım amacı ile bazı şeyler yapıyoruz. “Yardım etmeliyiz,” diyoruz. Peki, o kişi bizden yardım talep etti mi? Etmediyse burada bir sorun var demektir. O zaman biz, bizi aşan şeylere karışıyoruz demektir.

Şimdi ‘ruh eşi’ ne demek? Öncelikle, böyle bir şey var. Bunu bilelim. Ruh eşleri bir gerçek. Doğal bir şey. Yani ille de aşk hayatı ile ilgili değil bu. Enerji dünyasının bir gerçeği. Ancak konu üzerinde çok bilgi yok yazılı olarak. Artıyor.

Dr. Brian Weiss hipnoz ile çalıştığı hastalarında - geçmiş yaşamlarına götürdüğü hastalarında, bazılarının hikâyelerinin benzer olduğunu görür. Birbirlerine çok yakın olduklarını tespit eder. Bu kişilerin ruh eşleri olduğu kanaatine varır. Bunu yazdı. Neden Brian Weiss’tan bahsettim? Bu konuyu bir doktor, bir psikiyatrist olarak ele almış, yazmış. Bu nedenle dikkat çekti.

Enerji çalışmalarında bunu görebiliyoruz ve tespit edebiliyoruz.

Bir şifa çalışmasında kimi zaman kişinin ruhunun diğer yarısını çağırırız ve kişinin enerjisi ile diğer yarısının enerjisini birleştirdiğimizde, çok büyük açılımlar mümkün. Bu aşamada insan birlik hissi yaşar. Tam olma hissi yaşar. Bütün olur. O zaman iyileşme mümkün ve hızlı olur.

Enerji itaatlidir, çağırdınız mı gelir. Ancak niyetiniz hayırlı ise gelir ve kalır. Eğer değilse, hemen gider.

Ben günü bize verilenler ile mutlu olarak yaşamanın hedef olduğuna inanıyorum. Ruh eşimizi bulmak için yaşamı ve insanları bir kenara itmeyi doğru bulmuyorum. Ruh eşiniz karşılaşmanız yazılı ise zaten karşınız çıkar.

Her yaşamda ruh eşi ile bir araya gelinmez. Doğmuş olabilir, doğmamış olabilir. Ruh eşi bizim karımız kocamız olacak diye bir şey yok. Anneniz de, torununuz da, komşunuzda ruh eşiniz olabilir. Ya da dünyanın farklı bir köşesinde siz varlığını bilmeden yaşıyor olabilir. Karşılaşma zamanı geldiyse, karşınıza çıkar.

Mesela sen Mevlana ile ilgileniyorsun. Mevlana Celaleddin-i Rumi ve Şems-i Tebriz - bu ruhların farklı bir yakınlığı var. Ruh eşi kavramı var. Ruh ikizi kavramı var. Hedeflerin birliği, yaşam, ruh amaçları birliği var.

ZK: ... Şimdi tarihten söz edince, birşey daha sormak istiyorum. Kanuni Sultan Süleyman ve Mimar Sinan’ın da ruh eşleri oldukları söyleniyor. Hatta bir Türk romancının bunu esas alarak yazdığı güncel bir roman var.

MA: Enteresan bir tespit. Bakıyorum. Gerçekten de Kanuni Sultan Süleyman ve Mimar Koca Sinan bir bütünü, birliği, benzeri tarif ettikleri için yaşamlara sığması mümkün görünmeyen şeyleri başardılar. Sinan ve Kanuni hakkında onları ruh eşi diye tarif etmiş. Doğru birşeyler tespit etmiş. Bunu ruh ikizleri diye tarif etmek belki daha doğru olurdu. Ruh eşi ve ruh ikizleri kavramları biraz farklıdır, ama genel olarak doğru.

ZK: Bir Marc Cohn şarkısıydı sanırım, yaşlı bir çiftin el ele kol kola sevgiyle bakışmalarını anlatan bir şarkı vardı. Ruh eşlerinin yaşadığı bir şans sanırım bu. Bu buluşma imkânsız değil ama zor herhalde. Yani ruh eşleri eğer buluşurlarsa bağlar çok çok kuvvetli oluyor sanırım. Biraz daha aktarmanızı istesem?

MA: Çok şarkı var diğer yarımızı aramak, bulmak üzerine. Mutlu hissetmeyi ertelemek pek de anlamlı gelmiyor bana. Bugün gidince geri gelir mi? Hayır. O zaman yaşamaya devam etmeliyiz? Yarın için değil. Bugün yaşamalıyız. Yarına ertelemek, yarını ve bir insanı beklemek insanı mutlu etmez. Edemez.

Neden mi bahsediyorum? Belki kimileri biliyor.

Sevgiye açılmak için neler yapmalıyız? Neler yapıyorsunuz?

Hayatınızda sevgiden bahsediyor musunuz? Sevdiklerinize söylüyor musunuz? Kötü şeyi söylüyoruz. Sevgiye gelince - aman dur çocuğu şımartma. Aman canım söylenir mi şimdi deyip söylemiyoruz.

Mutla olmak üzerine okuyorsun. Ya sonra? Yarın uyandığımda günümü daha iyi geçirebilmek için ne yapabilirim? Bunu yaşamazsan bilmek işe yaramaz.

Yerini bilmediğimiz bir ruh eşini aramak değil, bulduğumuz sevgiyi fark etmek, kıymetini bilmek lazım.

Eğer bir insan ruh eşini bulur ve bir çift olarak bir araya gelirlerse - gerçekten aralarında muazzam bir bağ olur. Çok yaşlı ama ele ele tutuşarak parkta oturan birbirinin gözlerinin içine bakan çiftler görürüz. Muhtemelen onlar ruh eşleridir. Koparılması çok zor bir bağdır bu.

Ve birinin hayatı sona erdiğinde, diğerinin uzun süre tek başına yaşaması kolay değildir.
Ama ruh eşinizin, yaradılışta ayrıldığınız ruhunuzun diğer yarısının eşiniz, karınız, kocanız olabilecek bir yerde, yaşta, cinsiyette karşınıza çok nadir olacak çıkacaktır.

Kim olduğunu bilsen de bilmesende o kişiye - o enerjiye sevgi gönderebilirsin. Her nerede ise o bilmese de ruhu bilecektir.

Ruh eşin ile bir araya gelemezsen yarım kalmıyorsun. Bir de böyle bir düşünüş var.

Yarımların birleşip tam olması. Bu doğru bir şey değil.

Evet bir ruh iki ayrı kutubun birleşmesidir esasında ve yaratılışta ayrılmıştır. Ve bu çekim yaşam gücü verir. Yarım değilsiniz, siz tamsınız. Bulamazsan yarım kalmıyorsun.

Ama eğer yaşamda buluşmak varsa, bu yarımlık hissi gelebilir. Ruh eşlerinin bir araya gelmesi - muazzam bir bütünleşmedir. İnsanı tamamlamaz, başka bir seviyeye taşır. Günümüzde bu enerjilerin farkında olanlar var, artıyor.

Derin ve çok yoğun duygular ile aşık olduğunuz her kişi ruh eşiniz değil.

Bu yaşamda mutlu olmak için ruh eşinizi bulmanızda gerekmiyor.

ZK: Ben anlattığınız kadarı ile dinliyorum bu konuyu. Bir konuşmanızda kanser ve ruh eşleri kavramı arasında bir bağ olduğundan bahsetmiştiniz. Bunu paylaşmamızda bir sakınca var mı? Bana gerçekten ilginç geldi. Çünkü tamamlayıcı tıpta kullanılan bir enerji metodu olarak karşımıza çıkıyor. Bu konuyu biraz açabilir misiniz?

MA: Kazalar, geçirilen kaza ile ölümler ruh üzerinde bir sıkıntı yaratır. Ani bir olay ile bu bedeni ve dünyayı geride bırakmak üzere zorluk yaşayabilir bir ruh. Eğer bu ruhun diğer yarısı, yani eşi hayatta ise – dünyada her nerede ise – ölen ruh yaşayan ruh eşinin bedenine enerjisel olarak yapışarak bir anlamda dünyada varlığını sürdürmeye devam edebilir. Her zaman değil. Ama bu olur. Halen bedenli olan ruh yarısı için bu kolay bir durum değildir. Ve vücutta bir erime ve bozulma meydana gelir. Nedeni anlaşılamayan problemler başlar. Bir kişinin enerjisi ve bedeni adeta iki kişiyi beslemektedir. Bu nedenle oluşan kanser vardır.

Kanser toplumda “amansız hastalık” olarak adlandırılıyor, çaresi olmayan ve zor bir rahatsızlık olarak biliniyor, algılanıyor. Hastalıklar ve nedenleri de uzun bir konu, ama kısaca söylemek gerekirse kimi vakalarda tedavi o kadar zor olmayabilir. Ben enerjisel olarak kanser vakalarından o kadar çok çekinmem. Tamamlayıcı tıp uygulayıcıları olarak çok daha büyük bir yüzde ile destek olabiliyoruz kanser hastalarına. Çok farklı nedenler var, yaşamdan farklı nedenler ile bıkanlar ve zamanı gelmese de gitmek isteyenler var. Zaman gelmediyse gitmek de kolay değildir.

Şeker hastalığı diğer yandan biraz daha zorlu. O nedenle direkt şeker almamaya dikkat etmek gerek. Beyaz şeker kullanmayın. Esmer şeker kullanırken de dikkatli olun. Maalesef boya karıştırılmış beyaz şekerin esmer şeker diye satıldığı oluyor. Tatlı yemek yerine meyve yemeyi tercih edin. Esmer ekmek yemeye çalışın. Beyaz ekmek fazla işlem gördüğü için özelliğini yitiriyor. Konuyu biraz dağıttım sanırım ama biliyorsun Zeynep konu konuyu açıyor.

ZK: Akışla gitmeyi ben de seviyorum. Lütfen siz geldiği gibi devam edin. Zaten müsaadenizle fırsat oldukça farklı konulardaki görüşlerinizi almak istiyorum.

MA: ‘Öğrenci hazırsa öğretmen gelir.’ Klasik bir sözdür ve doğru. Yani öğrenmek isteyen mutlaka hocasını bulacaktır. Cevap her yerden gelir. Televizyondan gelir, radyodan gelir, bir şarkıdan gelir. Bir kitap karşınıza çıkar tesadüfen. Tesadüfen yıllardır görmediğiniz bir arkadaşınızı görürsünüz. Tesadüf diye şey varsa eğer.

Hayatta tesadüf diye bir şey yoktur. Tesadüfleri oldukları işaretler olarak algılamak lazım. James Redfield’ın “9 Kehanet” adlı kitabını öneriyorum. Yaşama enerji akışları açısından bakmamızı sağlıyor. Hem tesadüfleri ele alıyor. Kuantum kavramı üzerine de güzel kitaplar var. Kuantum tesadüfe farklı bakış getirir. Yaşama bakış açımızı genişletmek lazım. Görünen ne, göremediğimiz ne? Bir yandan şimdiyi, bugünü yaşamalıyız.

Çünkü enerji olarak bize, yaşam enerjisi günlük olarak verilir. Her gün bize yeni günün enerjisi verilir. O yüzden bazen ertesi güne baktığımızda, “Kaldıramayacağım” deriz. Çünkü yarını bugünün enerjisi ile kaldıramayız. Bu gerçekten mümkün değil. Yarın ancak yarının enerjisi ile yaşanabilir, kaldırılabilir.

Ben geleceğe bakmayı,geleceğin ne olacağını net olarak bilmek anlamında sevmem. Yani bildiğimiz bir geleceğe uyanmak kavramını sevmiyorum. Gelecek bir anlamda bugün şekillenmek olduğundan bilinemez. Ancak, bir yandan da yazılı. Bunu da biliyorum. Yani gelecek, geçmiş ve şimdi esasında bir CD’de olduğu gibi yazılı. Ancak bizlerin 5 duyulu, 3 boyutlu dünya yaşamında bunu algılayabilmemiz için sırası ile yaşamamız ve izlememiz gerekiyor. Bu dünya realitesi. Senin bana sorduğun gibi “bu yeniden yazılabilir bir CD olamaz mı?” Kader, yazı dediğimiz boyutta birçok şey belirli esasında. Ancak doğmanda önce planladığımız yaşamı, yaşıyor olmak plan ile olan arasında bir ihtimal dünyasını yaratıyor.
Düşüncelerimiz olayları yaratıyor. Sözlerimiz olayları yaratıyor. Bazen olacak olanı algılıyoruz; bazense biz yaratıyoruz.

Kolay kavramlar değil.

ZK: Kader kavramı benim zorlandığım bir konu ve itiraf etmeliyim birçok arkadaşımın zorlandığı bir konu. Kader ile neyi tarif ediyoruz? Yazılı olan ne? Değişebilen ne? İlk defa konuştuğumuz bir konu değil bu ama, bu konuda çok soru geliyor. Sormak da kolay değil.

MA: Neden? Soru cevabı açar.

Mesela her şeyin olması gerektiği gibi olduğunu kabul etmek zor mu?

Bence çok daha güvenli ve huzurlu bir kavram.

Bakıyorum içinden sorular geçiyor ve sormuyorsun Zeynep. Sormazsan nasıl bileceksin?

ZK: Yapmayın soru sormayı severim ben. Evet, bazen sormaya çekiniyorum. Hani oraya girmesem diyorum. Yani cevaplardan çekinmek olabilir. Şimdi çok değil, ama yok da diyemem size.

MA: Bu da ayrı bir kavram. Bazen bana bir soru sorarlar. Ve derim ki “Bu sorunun cevabını duymaya hazır mısın?” Genelde bizler soru sorduğumuzda esasında duymak istediğimiz cevabın söylenmesini arzuluyoruz. Oysa evet,-hayır sorusunun iki muhtemel cevabı var – evet ya da hayır. O yüzden sorarım, “Her iki cevabı da duymaya hazır mısın?” diye. O zaman bazen gerçekten de kişi sormaz sorusunu. Çünkü cevabı duymaya hazır değildir.

Esasında korkacak ne var hayatta? Her şey olması gerektiği gibi oluyor. Korktuğumuz onca şey esasında hiç olmayacak. Boşuna aylarca, yıllarca korktuğumuzu göreceğiz. Korkumuz ile hayatımıza düşük frekanslı enerjileri davet etmiş olacağız. Sevgi, mutluluk ve sağlığın yüksek enerji istediğini söylememe gerek yok herhalde. Düşünce enerjini yüksek tut beden enerjin yüksek olsun, sağlıklı ol.

ZK: Başka bir şey sorayım. İlişkilerimizde doyum ve mutluluk yaşamak için bu bilgilerden nasıl istifade ederiz?

MA: Öncelikle yaşamı olduğu gibi kabul etmemiz gerekiyor. Aksi, bu arada istesek de mümkün değil. Yaşam olduğu gibi akıyor ve her şey olması gerektiği gibi oluyor. Yapın, gidin, çalışın. Yanlış anlaşılmasın. Ben kader ile kendimizi bırakmayı anlamıyorum. Sonuçlar ile ne kadar ilgilisiniz, bunu soruyorum.

Bir yolu seçtiniz ve aksilik ardı arkası kesilmeden devam ediyor. Ama siz karar verdim, diyorsunuz. Devam diyorsunuz. Bakmak lazım. Aksilik neden. Bu aksilik “dur” diyor da olabilir, “farklı bir şekil bul ve daha hızlı devam et” diyor da olabilir.

Yaşamda işaretleri takip etmek mutluluk getiren yolu görmeye yarıyor. Mutlu olmayı hedeflemek. Mutlu olmayı seçmek gerekiyor.

ZK: Çok teşekkür ediyorum ve kaldığımız yerden devam etmek üzere diyorum.

MA: Ben de sana teşekkür ediyorum. İstediğin gibi faydalı olasın diyorum.

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Ruhun Seni Çağırıyor, Duymaya Hazır mısın?


Bio-enerji, IPEC ve Reiki Üstadı Moshe Abudaram ile insan, yaşam, ruh, reenkarnasyon ve şifa üzerine, çok sorulan ve çok konuşulan konular üzerine sohbet ettik bu defa.

Hocam ile daha önce yaptığım üç röportaj ilgi gördü. Birazda gelen istekler nedeni ile daha önce ele almadığımız konuları ele almak, bana ilettiğiniz bazı soruların cevaplarını almak üzere kendisi ile bir dizi görüşme daha yaptım. Bunları bölüm bölüm sizlerle paylaşmak istiyorum Sorularımızın cevaplarını içimizde saklı olsa da, kimi zaman hocaların paylaştıklarını duymak da hem keyifli hem kıymetli oluyor.

Bu çalışmada sorular sorarak ve cevaplarını alarak ilerleyeceğiz. Hocam Moshe Abudaram’ın danışanları ile görüşmelerinde sevdiği ve kullandığı bir tarz bu. “Sormazsan söyleyemem,” der Moshe Hoca. “Seçim senin.”
Paylaştıklarımızın yaşamınıza sevgi, sağlık ve ışık vermesi dileği ile…

*

Zeynep Kocasinan: İnsan nedir hocam? Buradan mı başlasak? Ben nereden başlamak uygun emin değilim doğrusu.

Moshe Abudaram: Sorular ile başlamak en doğrusu. Biliyorsun benim düşünceme göre, sen sormazsan ben söyleyemem. Burada anlatacaklarımız sorusu olanlara ulaşsın. Bilin ki, soru varsa, cevap mutlaka gelecektir.

ZK: O zaman başlayalım. Tekrar soracağım. İnsanı nasıl tarif ediyorsunuz? Biz neyiz ve kimiz?
MA: İnsan kelimesini nasıl kullandığımıza bakmak gerekir. Biz bedenli canlılar olarak bu dünya da yaşamaktayız. Birçok bedenli varlık bu dünyada yaşamakta. Hepsinin aynı varlıklar olduğunu söylemek mümkün değil. Dünyaya ait insanlar olduğu gibi, başka âlemlere ait bedenlenmiş varlıklarda var. Kimileri asıl benliklerinin farkında ve kimileri değil.

Sorduğun şeylere cevap veriyor muyum?

ZK: Lütfen içinizden geldiği gibi devam edin.

MA: İnsan diyorduk. Ancak, insan sadece beden değil ki. Bir fiziksel beden var bu dünyada tezahür eden, yaşayan. Peki, bedene yaşamı veren ne dersek cevap orada ortaya çıkıyor. Ruh dediğimiz kavram ile karşılaşıyoruz. Enerji dediğimiz kavram ile karşılaşıyoruz. Dinler ruh kelimesini kullanıyor. Bu enerji, evrensel enerji gibi kelimelerle de ifade ediliyor. Mesela insanın ve dünyanın ana yaşam enerjisini sevgi olarak tanımlayanlar var. Mistik ekollerde buna ışık da diyorlar. Kısaca insan görebildiğimiz bir beden ve bu bedende yaşayan özgün bir ruhtan, bir enerjiden oluşuyor. Parmak izlerimiz gibi benzersiz ve farklı bir enerjiyiz biz.

ZK: Açık söylediniz, ama yine de ‘ruh’ nedir diye sorsam?

MA: Şöyle diyelim, yaşamın gözle görünen bölümü yaşamın gerçekten ne kadarını içeriyor? Öte âlem diye adlandırılan şey ne? Geçmiş, şimdi ve gelecek sıralı olarak yaşanan bir şey mi? Zaman nedir? Dünya nedir? Evren nedir?

Yaratılış nasıl oldu? Şimdi bunun ile ilgili yazılı bilgiler var. Ancak insan zihni bunu kavrayabilir mi? Var olanı inkâr edebilir miyiz?

Ruh nedir diye sorabilmek ve cevaplarına girebilmek için, konuya biraz daha farklı bakmak gerekiyor. İnsan sadece bedenden oluşmuyor. Beden varlığımızın bir parçası, dünya yaşamına dair bir parça. Ölüm bir ruhun bu dünyadaki görevini tamamladığı zaman, dünya üzerinde kullandığı giysisini, yani bedenini, bırakması demek. Bu giysilerden çok sayıda kullanıyoruz. Yaşam bir defa değil. Yani bir defa bedenlenmiyoruz bu dünyada. Ruhtur insanın esası. Senin kalıcı, asıl parçan bedenin değil. Senin değişmez parçan ilk yaradılıştan beri sana ait olan Ruh’un. Sen bu enerjisin ve hep o olarak kalacaksın. Doğdun. Bir bedeni seçtin ve geldin. Yaşadın. Gittiğinde, tekrar doğduğunda, ya da doğmadan önce – sen o yok olmaz parça idin ve öyle de kalacaksın.

Sen Zeynep diye adlandırıyorsun kendini şimdi. Ama Zeynep’ten farklı bir şeysin. Daha büyük bir parçasın. Zeynep senin şimdi dediğin boyuttaki tezahürün. Farklı zamanlarda ve farklı boyutlarda başka şeyler olabilirsin.

ZK:

MA: Şimdi Zeynep, sen Türkiye’de bildiğim kadar ile de İstanbul’da doğdun. Belirli bir anne ve babayla büyüdün. Babanı kaybettin, evet Allah Rahmet Eylesin. Peki, sen neden bu ailede doğdun bunu hiç düşündün mü?

Bu aileyi sen seçtin. Bir çocuk dünyaya geleceği zaman doğacağı anne babayı seçer. Çünkü ruhsal bir varlık olarak dünyaya bir öğreti almak ve bazı şeyleri yapmak için gelir. Yaşamak istediği dersi kendisine en doğru şekilde yaşatacak ortamı seçer. Bazen zoru seçer, bazen kolayı seçer. Bazen sakatlıklar ile doğmayı seçer. Genellikle doğuştan gelen sakatlıklar, bir yaşam ve kader seçimidir. Ve genelde bu seçim önceden yukarı da yapılmıştır.

ZK: Yukarıda dediniz...

MA: Ruhsal konulardan bahsederken ruha ait olan şeylerin yerini tarif ederken yukarıda demeye alışmışız bir yandan. Esasında geçmiş nerede, gelecek nerede, şimdi nerede? Farklı boyutlar farklı yerlerde mi sahiden?

Şimdi bir de ruh derken ve bu dair konulardan bahsederken gereksiz olarak kavramları karıştırmaya gerek olmayabilir. Buna istersen Enerji diyelim. Bizim özümüz, ruh değimiz şey bir frekans, bir enerji bir ışık esasında Aynen bedenimizin de temelde atomik temel taşlarından oluşan bir enerji kümesi olduğu gibi. Fiziksel boyutta, beş duyumuz ile algıladığımız boyutta bedeni görebiliyoruz; ruhu nereye yerleştirebileceğimizi bilmiyoruz, pek de düşünmüyoruz belki de.

Bir bebek doğduktan sonra dünyada zorlanır. Sonsuz bir varlık minicik bir bedene sığmaya çalışır. Zor bu.

İnsan doğmadan önce seçimler yapar. Ve o âlemde tüm bilgiye sahiptir. Yaşayacaklarının tamamını bilir. Ancak doğduğu anda bu bilgi silinir. Yaşam süresinde kimileri bu bilgileri tekrar hatırlayabilir hale geleceklerdir. Doğumla beraber bilgi dünya hafızasından silinir. Bellekten silinir. Veya oraya ulaşamaz, zorlaşır. Doğumla birlikte ruhunuzun bütünü değil, o yaşamda kullanılacak bölümü sahneye iner.

Ancak, tesadüfler ne demek o zaman? İşte, o anlar, seninde ifade ettiğin gibi doğru yolda olduğumuzun işaretleri. Planladığımız yol ile yürüdüğümüz yol tam olarak oturduğunda üst üste içimizi muazzam bir sevinç alır. Bazen nefesimiz kesilir yaşadığımızı tesadüfler ile ‘Nasıl olabildi?’ deriz. İşte o anları fark edin. Onlar size yolu gösteren fenerler gibidir. Kaptan hanım fenerlerin önemini biliyorsunuz değil mi? Fenerlerin anlamını bilin ki, yaşam yolunda rotanızı kaybetmeyin.
ZK: Reenkarnasyon konusunda çok merak edilen bir konu. Değinmeye başladık ama konuyu biraz daha açma zamanı geldi mi ne dersiniz?

MA: Beden bir giysi dedik. Ve bu giysileri değiştirdiğimizden bahsettik. Ruhların yaşama, dünyaya inmeden önce bir yol seçtiklerinden bahsettik. Şimdi bunları bir toparlayalım.
O kadar ana bir konu ki bu esasında. Yaşama bakış açımızı komple değiştirebilecek bir konu. İyi anlaşılması önemli; ancak, çok da takılmamak lazım bu konuya. Bugüne, bu yaşama odaklanmak bence çok daha doğru.

...

Şimdi, insanoğlu bedenlenerek dünyaya inmeye başladı. Nuh Peygambere kadar geri giden bir süreç bu. Hz. Adem’e. Belki daha eskilere.

İnsanoğlu Cennet’ten kovuldu. Yaşamı öğrenmeye, deneyimlemeye başladı. Doğrusu Tanrı ruhun öğrenme arzusunu hayata geçiriyor denilebilir. Ruh kendini, bütünü keşfeder. Bir olmak ve birey olmak. İfade etmesi kolay bir konu değil. Yani bu sınıflarda okuyorsak sınıfı geçmemiz isteniyor. Kimse sınıfta kalmamızı istemiyor. Ama sınıfı bizim geçmemiz gerekiyor.

Dünyada doğmadan önce, yaşamda neleri yaşamak ve yapmak istediğimizi seçeriz. Yani yolumuzu seçeriz ve bunu mümkün kılacak bir aile ararız. Anne babalar çocuklarını kendileri arzuladıklarını ve olmalarını seçtiklerini düşünürler çoğunlukla. Ama esasında, çocuk yaşamı için gerekli genetik özellikleri, ülkeyi, durumu, dili, dini, ırkı, seçer.

ZK: Reenkarnasyon’dan bahsediyoruz. Dünyaya tekrar tekrar gelmekten. Sormakta zorlanıyorum. ‘Sormazsan söylemem’ dersiniz. Sorular yaratmaya çalışıyorum. Biraz daha açabilir misiniz? Kaç yaşamdan bahsediyoruz. Bir sayısı, sınırı var mı bunun? Bir kuralı var mı? Gerçek mi diye bana soran çok oluyor; mutlaka size de sık gelen bir sorudur bu?

MA: Gerçek. Nedir gerçek? Gerçek olan ne? Şimdi biz seninle oturmuş konuşuyoruz. Nerede yapıyoruz bu konuşmayı? Oturduğumuz bu cafede mi? Bu masada mıyız? Şu anda mı yapıyoruz bu konuşmayı? İlk defa mı söyleniyor bunlar?

Yoksa, çok daha önceden belirlendi mi bu kelimelerin kullanılacağı? Gerçek kelimesini kullanırken dikkatli olmak gerekir. Benim gerçeğim ile senin gerçeğin aynı mı? Farklı koltuklarda oturuyoruz. Ben oturduğum yerden Arnavutköy’deki sahil yolunu görüyorum, sen ise Boğaziçi Köprüsü’nü. Peki, Aramıza birini oturtsak ve direkt olarak baksa camdan, nereyi görüyor olacak? Karşı sahilde bir yerleri belki. Gerçek olan hangisi?

Dünyada yaşam çok uzun süredir var. Uygarlıklar geldi geçti. Kimileri kayıtlara geçti, kimlerinin izleri silindi. İbraniler kayıtlarını binlerce yıllardır sakladılar. Ama dünyada yaşananlara göre bu bile çok yakın geçmiş sayılır. Nuh Tufanı neden oldu? Dünya toprakları üzerinde neler yaşandı? İnsanoğulları neler yaşadı?

On binlerce yıldır süren bir süreç bu. Çok kişisel bir konu bu aynı zamanda. Hepimizin ruhsal olarak seçtiğiniz konuları öğreniş tarzımız ve şeklimiz aynı değil. Ben geçmiş yaşamları çok irdelemek taraftarı değilim. Yani geçmiş yaşamınızda kimdiniz, neler yaptınız, bunu öğrenmek çok da fayda sağlamayabilir. Şifa da bunu kullanıyoruz, tamam. Ama bunun dışında bu bana çok da gerekli bir bilgi gibi gelmiyor. Biraz ego tatmini. Geçmişin bir masal gibi peşine düşüyoruz geçmişin. Ama bugün sıkıntılarımız, dertlerimiz varsa, fiziksel hastalıklarımız, maddi kaygılarımız, ailemiz ile ilgili endişelerimiz varsa, ben derim ki, “Hadi bugünü düzeltelim.” Bugünü mutlu, sağlıklı yaşamak içi eğer geçmişe gitmek gerekiyorsa gideriz ve gerekene bakarız. Neyi niçin yaptığımıza, ardındaki niyetlerimize dikkat edelim.

ZK: Çok konuşulan ve sorulan bir konu olduğu için açmak istiyorum. Bir yandan popüler diye bir konuyu konuşuyor olmak gerekmez. Bunu anlıyorum.

MA: Sen sormadan ben söyleyeyim, sen de biliyorsun ki, evet biz geçmiş yaşamları görebiliyoruz, bilebiliyoruz. Daha çok bilinen bir metot olan hipnoz ile o anlara gidilebilir. Ama hipnoz ille de gerekli değil. Hipnoz olmadan da o anlara gidilebilir. Görmek ve bilmek mümkün. Geçmişte yaşanan zor olaylar, yaşananlar bizde izler bırakır. Bazen pozitif yetenekler olarak çıkar karşımıza. Bazen kimi insanların diller konusunda çok başarılı olduğunu görürüz. Muhtemelen bu insanlar önceki yaşamlarında bu bilgileri edinmiş ve kullanmışlardı. Mozart, Beethoven gibi dehaların, esasında önceki yaşamlarında, parladıkları yaşama kadar yeteneklerini geliştirmek üzere yaşadığını görebiliyoruz. Yani o yeteneğin bedeli daha önce ödendi.
Evren çok adaletli. Sebep ve sonuç ilişkisi yaşamı tanımlar. Yaparsın ve sonucunu alırsın er ya da geç. Enerji bunu söylüyor. Benzer benzeri çeker. Pozitif pozitifi çağırır; negatif negatifi çağırır. Evrene ne verirsen onu geri alırsın. Ana kural budur. Ve düzen bunu doğrulamak üzere işler.
Bu yaşamında bir insan ile problemin var. Bu bir aile bireyi olabilir, iş ortağın olabilir, arkadaşın olabilir. Belki de yarım kalan hesaplarınız var eskiden kalma. Bunları hallediyor olabilirsiniz. Ama olmayabilirsiniz de. Bir kişi benden yardım istediğinde, Ruh’una sorarım ne istiyor diye.

Sen kolum ağrıyor diye gelebilirsin. Genelde bu ağrının fiziksel bir nedeni olabilir ama fizikselin ardındaki neden nedir bilmiyoruz. Belki de kolunu kullandığın bir şeyleri yapmaktan bıktın. Ama yapamamayı tercih etmiyorsun bir türlü. Yapmaya çalışıyorsun. O zaman ruhun bir şekilde sana artık durman için gereken fiziksel rahatsızlığı sağlıyor. Bu birçok hastalık için gerçek. İnsanlar bilmeden kendilerini hasta ediyorlar.

Onları bitiren bir işte çalışıyorlar. İş değiştirmeleri gerektiğini yüreklerinde biliyorlar ama korkular ve kaygılar nedeni ile yapmıyorlar. Ne mi oluyor? Aniden bir bakıyorlar ya rahatsızlanmışlar ya bir kaza geçirmişler ve işe gidemiyorlar. Ben diyorum ki, bunların farkına varın ve kendinize zarar vermeden düzeltin. Ruhunuzu kulak verin.

Ruhunuz size bir şey söylüyor. Dinleyin. Dinlemezseniz, yolunuzu zorlaştıracaksınız. O iş size uygun değilse, ya siz bırakacaksınız, ya da bir şeyler size zorla da olsa bıraktıracak. Sonuç aynı olacak ama birinci değil de ikinci yolu tercih ederseniz, siz daha çok zorlanacaksınız. Yol aynı, o yolu nasıl şartlar ile yaşayacağınız size kalmış.

Ben birinci yolu tercih edin diyorum. Ruhunuzu dinleyin. Sizden ne istiyor?

ZK: O kadar kolay değil dinlemek. Bazen bende yaşadım bunu, içimden gelen ses o kadar kuvvetli oluyor ki, aksini yapamıyorum. Eskiden tüm sesleri inkâr ettiğim zamanlarda oldu. Ve dediğiniz gibi kolay geçmedi o günler. Reenkarnasyon varsa o zaman karma da var. Yani yaşadıklarımızın bugüne taşınan etkisi. Karma konusunda ne söyleyeceksiniz? Bu konu ile bağlantılı biraz.

MA: Doğru. Karma kelimesi sık kullanılır oldu. Popüler bir kelime oldu. Son on, on beş yıldır. Buna anlaşmalar ve sebep-sonuç ilişkileri de diyebiliriz.

Dünya’ya geldiğimizde seçtiğiniz rol arkadaşlarımız var. Bir dersi öğrenmeye geldik; ve bunun gerektirdiği şartları yaşayacağız. O nedenle özellikle şifacı olarak yetişmekte olan öğrencilerime ve şifacılara ısrarla hatırlatırım hep: başkalarının hayatına, onlar yardım istemedikçe karışma şansımız, hakkımız yok.

Tamam, karışmak çok kolay, onların acılarını dindirmek isteyebilirsin. Ancak, ya onlar o acıyı yaşamak için geldilerse? Yardım isteniyorsa o zaman elimizden geleni yapabiliriz. Ama yardım istenmiyorsa o kişinin yaşamına asla karışmamalıyız. Meşhur bir kelebek hikâyesi vardır. Bir adam bir kelebeğin kozadan çıkmasını seyretmektedir ve kelebeğinin kanatlarının bir kısmı hariç tamamı kozadan çıkmıştır. Ancak o son bölümü bir türlü kelebek çıkamaz gibi durur. Adam uzanır ve parmağı ile kozanın o bölümünün açılması için yardım eder. Kelebek kanatlarını açtığında, adam üzüntüyle fark eder ki, kelebeğinin kanadının o bölümü maalesef tam formunda değildir. Kelebeğinin kanatlarını mükemmel haline getiren kozadan çıkmak için verdiği mücadeledir.

Çocuklarımıza yardım etmek isteriz. Onların öğrenmek için yaşaması gerektiğini unuturuz. Onlar bize ait değil. Bizi seçtiler, biyolojik özelliklerimiz için, yaşadığımız şartlar için. Belki de anne babaları olarak bizlerin ruhsal yapılarından alacakları olduğu için. Ama onlar seçtiler, biz değil. Biz ana baba olarak çocuklarımıza bakmak ve sevmek ile mükellefiz, ancak onlara sahip değiliz. Bunu hiç unutmamak gerek. Ve inanın yeni nesil çocuklar siz unutsanız bile size bunu hatırlatacaklar. Bundan emin olabilirsiniz.

Ruhlar dünyasının muazzam bir iletişim ağı var. Biz cep telefonlarını mükemmel buluyoruz. Eskiden telefonlar yazdırılırdı. Siz bunları hatırlamazsınız belki de Ya da mektup yazılırdı. Bir cevap için aylarca beklenirdi.

Komada olan hastalar vardır. Onları ruhları, koruyucuları yakınları aracılığı ile, veya beklenmedik şekillerde kendilerine yardımcı olacak kişiyi bulurlar, çağırırlar.

Bir ruhun yardıma ihtiyacı olduğunda o kişinin melekleri tüm melekler dünyasına seslenir ve o kişiye yardım edebilecek kişinin melekleri kanalı ile o kişiyi bulur. Karşımıza tesadüfî olarak çıkan hocalar, doktorlar, şifacılar, tedavi metotları genelde bu sihirli iletişimin sonucudur.
Soru varsa, cevap her zaman gelir. Ve genelde ilk gelen cevap en doğrudur. Sonra konuyu karıştırmaya başlarız. Zihin ve hesaplamalar işin içine girer. En doğru cevap her zaman içinize ilk doğan cevaptır. Soru varsa, cevap her zaman gelir.

ZK: Şifa nereden geliyor, nasıl işliyor? Bunu hep sorulan bir konu. Kolay bir konu değil.

MA: İyileşmek kişinin bireysel bir tercihidir. Bir kişi iyileşmek istemediği sürece o kişiyi iyileştirmek mümkün değildir. Bir kişi susamış diyorsunuz. Siz sürahiyi verebilirsiniz, bardağı verebilirsiniz. İçmek kişinin kendi tercihidir.
Rahatsızlığın birçok nedenleri var. Tercihler var, zihinsel, duygusal ve ruhsal nedenler var, kazalar var, negatif enerjiler var. Hastalık nereden geliyor diye sormak daha doğru belki. Hasta olmamız gerekmiyor çoğu zaman ama oluyoruz. Oysa bilsek ve kabul etsek ki hastalığa ihtiyacımız yok ... çok farklı olurdu bu dünyada yaşam. Tıbba tapmazdık belki. İlaçlara tapmazdık.

Hastalara yardım edebilmek için yapabileceklerimiz var. Dikkat, hastalığa karşı değil, hastaya yardım etmek için.

ZK: Tamamlayıcı tıp uygulamalarında okuyucularımızın öncelikle bir doktor veya sağlık personeline danışmalarını ve onların denetim ve onayı ile tamamlayıcı tıp tekniklerini uygulamalarını kullanmalarını hatırlatmak isterim. Bugün ki paylaşımlarınız için çok teşekkür ediyorum. Yeniden bir araya gelmek üzere diyorum ben.

MA: Ben de bu fırsat için teşekkür ederim. Ve hep hatırla ki hizmet etmek en büyük mutluluk kaynaklarından biridir.

16 Nisan 2009 Perşembe

Yeni Kitaplar



Zeynep Kocasinan 'ın "Reiki'yi Yaşıyorum" ve "Görüşler" başlıklı kitapları yayınlandı.

Link: http://www.netkitap.com/arabul2.asp?kisiID=63580



***



"Reiki'yi Yaşıyorum"

Zeynep Kocasinan’ı Reiki’ye götüren olaylar zinciri, tesadüfler ve yaşamındaki değişimlerin ilginç hikayesini okuyacaksınız.

Kendinizin ve sevdiklerinizin sağlığını nasıl korursunuz? Uzaktaki yakınlarınıza ve ailenize nasıl destek verebilirsiniz? Allerjilerin altında yatan etkenler nelerdir?

Yaşamınızın akışını nasıl değiştirebilir siniz? İstediğiniz yaşamı yaşamak için çok mu geç?

Yürekten, dürüstçe yazılmış bir kitap. Teorik bilgilerden çok yaşam deneyiminden geçmiş bilgileri okuma ve yaşamınıza entegre etme şansına kavuşacaksınız.

Reiki’yi ve tamamlayıcı tıp yaklaşımlarına kişisel bir pencereden bakış.



"Görüşler"

Yaşama başka bir pencereden bakmaya ne dersiniz? Anılar, resim, sanat, edebiyat ve gündelik yaşamın tanıdık ve bilinmeyen sokaklarında bir gezinti. 1977 yılında Taksim'de bir gezintiden, 2008 yazında Japonya'da Miho Müzesine, oradan Tunus'a Bardo Müzesine, Fethiye'ye, dünyanın ve ruhun farklı ülkelerine keyifli, içten bir yolculuk.

27 Ocak 2009 Salı

Aromaterapi Dünyası


Ağabeyim Yaman ziyaretime geldi, ve çok öksürüyor. Mecburen ilaç almaya başlamış, ama ben de ben ne yapabilirim diye düşünüyorum.

Aromaterapi yağlarını kullanmak için iyi bir zaman olabilir.

Aromaterapi ile bundan 8-9 yıl önce tanıştım, tesadüflerle. Ve belki de en çok kullandığım tamamlayıcı tıp metotlarından bir tanesi.

Tabi bir sağlık probleminiz varsa önce bir doktora danışmayı lütfen ihmal etmeyin. Ayrıca hamilelerin ve küçük çocukların aromaterapi yağlarını, konsantre saf yağları kullanırken dikkatli olmaları gerekiyor. Kimi yağlar düşük ve erken doğum gibi problemler doğurabilir.

Alerjiler ve astım gibi sağlık sorunlarınız varsa bu konuda da tedbirli olmakta fayda var. Yağları kullanmanıza engel bir durumunuz yok ise, aromaterapi önereceğim bir metot.

En çok kullandığım yağlardan bir tanesi, Türkiye’ye de çok rahat bulabileceğiniz, Lavanta Yağı. Lavanta yağını antiseptik özelliği için kullanabilirsiniz. Mum ile ısıtılan su hazneli ısıtıcılarda suya 5-6 damla lavanta yağı koyarak evin içindeki havanın temizlenmesini sağlayabilirsiniz.

Lavanta bizi rahatlatır, romatizma ağrısı gibi ağrılarda rahatlama sağlayabilir; baş ağrısı ve migren gibi ağrılarda ve uykusuzlukta oldukça etkilidir.

Saf yağlar çok konsantre oldukları için genellikle cilde direkt olarak uygulanmazlar. Tahriş ve yanma yapabilirler. Saf yağların içinden gerektirse cilde direkt sürülebilen yağlardan bir tanesidir lavanta.

Ancak ben cildinize sürmek istiyorsanız yine de başka bir temel yağ veya kreme 8-10 damlayı geçmeyecek kadar saf yağ ilave ederek kullanmanızı öneririm. Veya 150-200 ml’lik bir sprey şişesine, ki bu eski bir kolonya şişesi olabilir, su ilave edip bu suya 5-6 damla lavanta yağı ilave edebilirsiniz. Bunu ağrı, böcek ısırması veya sokması olan bölgelere sıkabilirsiniz.

Böcek sokmaları ve ısırmaları alerjik bünyelerde çok tehlikeli olabiliyor. Bu gibi durumlarda bedeninizin reaksiyonlarını bilmiyorsanız hemen bir sağlık kuruluşuna başvurun. Bu gibi sokmalar alerjik reaksiyonları tetikleyebilir. Buradaki önerilerim tıbbi müdahalelerinize ek olarak sizlere fayda sağlayabileceğini düşündüğüm öneriler. Aman buna dikkat.


Ben aromaterapi yağlarını genelde “burner” olarak adlandırılan mumlu su ısıtıcılara koyarım. Buharlaşan hava ile yağ solunum yolu ile kana karışır. Kimi yağlar birbiri ile uyumludur ve karıştırabilirsiniz, ancak kimi yağlar beraber o kadar iyi etki yapmaya bilir. Örneğin lavanta ve gül yağını beraber kullanabilirsiniz. Ben bazen dingin bir enerji vermesi için lavanta ve bergamut yağlarını beraber kullanırım.

Yağları başka bir sıvı ile karıştırarak cildinize de sürebilirsiniz, ve bu şekilde deri yolu ile etken maddeler alınmış olur.

Lavanta yağı böcek sokmalarına iyi geldiği gibi böcekleri uzak tutmada da kullanılır.

Antienflamatuar etkisi de olan lavanta, sinir sistemini dengeleyen etkiler de göstermekte.
Eğer gece uyumakta zorluk çekiyorsanız lavanta yağından fayda görebilirsiniz. Pratik bir uygulama için yağ ile ayaklarınıza, şakaklarınıza ve ellerinize masaj yapabilirsiniz.

Herhangi bir şekilde cildinize sürmek istemiyorsanız, su ile hazırlayacağınız karışımdan yastığınıza spreyleyebilirsiniz. Akşam uyurken başınızın, bedeninizin ısısı ile buharlaşan lavanta özünü solunum yolu ile hafif bir şekilde almış olursunuz. Oldukça güzel bir kullanım şeklidir.

Diğer bir kullanım şeklide bir pamuk parçasına veya mendile birkaç damla lavanta yağı damlatmak ve bunu başucunuza koymak.

Kronik uykusuzluk problemlerinde gül yağı oldukça etkili. Dünya’da oldukça pahalı olan bu yağı ülkemizde bulabildiğimiz için şanslıyız. Dikkat edilmesi gereken şey yağın doğal ve saf olması. Aromaterapi de çiçeklerin yağları çıkarıldığında bu yağa aktarılan kimyasal özelliklerinden yararlanıyoruz.

Aromaterapi bitki ve çiçek yağlarının kimyasal özelliklerinin beden kimyamızdaki etkileri ile çalıştığı için dikkatli kullanılması gereken bir metot. Kullanabileceğiniz onlarca farklı saf yağ var, ve bu doğal yağlar yerine göre birçok ilaçtan etkili olabiliyor.

Daimi olarak kullandığınız ilaçlar varsa, bir tedavi görmekteyseniz, sağlık problemleriniz varsa, bir hamilelik yaşıyor veya hamile kalmayı planlıyorsanız, aromaterapi yağlarını kullanmadan önce bir sağlık personeline danışmakta büyük fayda var.

Lavanta, gül, limon, okaliptüs, biberiye, bergamut, yasemin, portakal ve ylang ylang benim en çok kullandığım yağlardan. Sabah güne başlarken limon veya bergamut size enerji ve mutluluk verebilir: Burner ile kullanımını öneriyorum. Portakal, bergamut gibi yağlar ile hazırlanmış karışımları güneşe çıkmadan önce yüzünüze ve güneşte kalacak bölgelere sürmeme özen gösterin, ciltte lekeler ve hassasiyet oluşturabilir.

Tamamlayıcı tıp metotları arasında enerji ile yapılan çalışmalar kullandığımız ilaçlar ile etkileşime kimyasal anlamda girmedikleri için bana göre çok daha nazik metotlardır ve uyumsuzluk göstermezler.
Bitkilerin gerek çay şeklinde içilmesi gerekse saf yağlarının kullanılmasını içeren metotlar belki daha çok bilinmekte, ancak kullanımları konusunda tedbirli olmakta fayda var.

Bir yağı kullanmaya başlamadan önce kullanmayı düşündüğünüz karışımları kolunuzda ve bacağınızda çok hassas olmayan bölgelerde az miktarda ve küçük bir bölgede denemekte fayda var. Cildiniz de herhangi bir reaksiyon olup olmadığını gözlemleyerek kullanıp kullanmamaya karar verebilirsiniz.

Aromaterapi gerçekten oldukça detaylı bir konu. Ben sizler ile pratik kullanım şekilleri ve yağların faydaları hakkındaki bilgileri yeri geldikçe paylaşacağım.

Çiçeklerin ve bitkilerin bize sundukları çok güzel bir dünyaları var … Aromaterapi dünyasına hoş geldiniz.