İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Ankara etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ankara etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Kasım 2019 Pazar

Fethiye'de, Saat Dokuzu Beş Geçe

Bir Pazar sabahında,
Fethiye'de denizin ortasında,
minik minik kayıklarda ve teknelerde,
Saat 9'u beş geçe,
insanların ayağa kalkarak saygı duruşunda bulunduklarını görüyorsanız eğer,
bu vatanı bize emanet edenlere hissettiğimiz şükranı kardeşçe paylaşmanın mutluluğunu da yaşıyorsunuz demektir. 
Beni Anıtkabir'e ilk defa götüren rahmetli babamdı. 
Babam, İstiklal Madalyası sahibi rahmetli dedemden, 1927 doğumlu bir Cumhuriyet çocuğu olarak aldığı ülke sevgisini bize yaşayışı ile öğretti. 
Bu yıl 2 Kasım'da, güneşli bir Ankara gününde Anıtkabir'de hissettiğim, o her yıl özlemini çektiğim huzuru, bugün Fethiye'de sakin denize bakarken şükran kadar mutluluk, özlem kadar sevgi ile hissediyorum.
Başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk, silah arkadaşları, ve ben doğmadan önce kaybettiğimiz rahmetli Dedem Kıdemli Albay Yusuf İzzettin Kocasinan olmak üzer

22 Ekim 2016 Cumartesi

"Şiddetsiz İletişim" Bildirisi

12-13 Mart 2016 tarihlerinde Ankara'da gerçekleştirilen "Geleceğin Lions'u Konferansı'nda sunduğum bildirinin özetine aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz.

Saygı ve sevgilerimle.

"Hayatımdaki Lion Üyenin Olmazsa Olması:  Şiddetsiz İletişim"

http://www.lionskonferans2016.com/bildiriler/1.1-ZeynepKocasinan.pdf

4 Şubat 2011 Cuma

Ayrılık


Çok yakın bir arkadaşım eşinin ve kendisinin işi durumu nedeni ile ay sonunda Fethiye’den taşınacağını haber verdi iki gün önce. Son iki ayda aldığı bir karar olduğunu paylaştı, benim Fethiye’de sadece dört beş gün bulunabildiğim iki ay içinde.

Bazı haberler dalga dalga vurur bizi, dalga dalga gelir ve sarsar. Bu haber de öyle oldu benim için. Bu dostum sadece bir dağ gibi arkamda durup bana destek veren bir kişi olduğu için değil, ayrılıklar bir ölüm tadı taşır belki daha çok o yüzden.

Rahmetli babam inşaat yüksek mühendisiydi, müteahhitlik yapardı. Çocukluğumuz onun Anadolu’nun farklı köşelerinden geri gelmesini bekleyerek geçti. Ayrılık nedir bilirim. Üniversite yıllarında önce ağabeyim gitti Amerika’ya, sonra ben üniversite eğitimim için. Ünlü bir Amerikan üniversitesi burs vermişti, bu fırsatı tepmek olmazdı. İstiyordum ben de gitmeyi. Amerika’daki üniversite’deki odama yerleşim gece yattığımda tavana bakıp “Nasıl geçecek bu dört yıl…” dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Dört yıl ailemden nasıl uzak kalacaktım. Önceleri hem kış yarıyıl hem yaz tatillerinde Türkiye’ye dönerek, sonrasına sadece yaz tatillerinde İstanbul’a dönerek geçti yıllar. Sonra ağabeyim tekrar Amerika’ya gitti MBA İşletme Master’ı için.

Aile büyüklerimiz son yıllara kadar benim yaşadığımdan farklı şehirlerde yaşadılar çoğunlukla. Teyzelerim ile çocukluğum telefon görüşmelerinde hasret giderdiğimiz kıymetini bilmeye özen gösterdiğimiz kısa buluşmalar ile geçti. Annemin küçüğü olan Serap Teyzem üniversite yıllarında bizimle birlikteydi. Ondan ayrılmak hep çok zor olurdu. Kuzenlerimden Murat Ağabeyim Kadıköy Anadolu Lisesi’nde yatılı olarak okuyordu ve hafta sonları bize evci çıkardı. Okulu bittiği zaman da Teyzemlerin yanına Elazığ’da dönerdi. O yıllarda ortaokul ve liseler ilkokullardan önce kapanırdı. Murat Ağabeyim benden yedi, ağabeyimden beş yaş büyüktü. Onun gideceği günler yaklaştığında bizleri büyük bir hüzün alırdı. Birkaç gün daha kalsa diye dua ederdik. Tabii o da bizleri sevgi ile kucaklayıp sarsa da anne ve babasının hasreti ile bir an önce yola çıkmak isterdi. Bizleri kendi anne babasından çok daha fazla görüyordu sadece hafta sonları görüşsek bile.

Hasret hepimizin yaşamında var. Babam 2004 yılının Eylül ayında öldü. Ayrılığın tadını tarif etmeye gerek kalmadı. Bir yandan çok özlüyorum, bir yandan hiç gitmemiş gibi.

Belki babamın yaşamından alıştığımdan mı okul yıllarımın bitmesi ile hep hareketli bir yaşamım oldu. Önce inşaat işlerimiz nedeni ile şantiyelere, ihaleler ve görüşmeler için özellikle Ankara, Malatya, Elazığ, Adıyaman ve Kayseri olmak üzere Türkiye’nin birçok farklı şehrine gittim. Sonra danışmanlık, eğitmenlik, koçluk yapmaya başladım, farklı nedenlerle ve farklı şekillerde önce Fethiye girdi hayatıma, ikinci evim oldu, belki de memleketim oluverdi kısa sürede. Muğla girmeye başladı farklı yöreleri, ilçeleri ile hayatıma, Antalya ve İzmir kervana katıldı.

Türkiye kadar dünyanın farklı köşelerine gidip geldim. Gidip geliyorum. Hep bir yolculuk hali var hayatımda. Hep bir ayrılık, hep bir kavuşma. Aynı yerde üç dört ay geçirmeyeli çok uzun zaman oldu. Aynı yerde kesintisiz bir ay geçirmek hayal oldu.
Şikâyet eder halde bulsam da kendimi, istediğim için, tercih ettiğim için ayrılıklar ve kavuşmalar dünyasında yaşıyorum. Öyle olmalı, başka yolu yok.

Çocukken bazen gecenin geç saatlerinde uçak yolculuklarından gelişini beklerdik babamın. Uykumuz gelir dayanamazdık beklemeye çoğu zaman. Sabah uyandığımızda babam çoktan yazıhanesine gitmiş olurdu ama antredeki masada, üzerinde Türk Hava Yolları’nın arması bulunan bir çikolata, bir kek, bir kurabiye de bizim için bekliyor olurdu. Babam uçaklarda yapılan ve taşınabilecek ikramları yemez, bizim için saklardı.

Türk Hava Yolları’nın logosu, arması kavuşmak demekti benim için bir anlamda. Bunu şimdi çok daha net fark ediyorum. Kim bilir uçakların çevreye olumsuz etkilerini bilmeme rağmen belki de bu yüzden uçmayı çok seviyorum. Uçmayı gerektirecek işler ve sosyal çalışmalar yapıyorum. Ve belki de bu yüzden tercihimi hep Türk Hava Yolları’ndan yana kullanıyorum…

Her ayrılık bir ölümdür aslında, ancak kavuşmalarda sanki can veren bir nefes tekrar dolar ruhumuza…

8 Haziran 2009 Pazartesi

Ankara'da Manş'ı Geçmek



Yüzmekten korkmuyorum herhalde ama deniz hala zaman zaman ürkütür beni. Bazen anlayamadığım bir his kaplar içimi ve sahile dönmek isterim.



Yüzmeyi Ankara’da öğrendim ben. Duyanlar “İstanbul demek istedin değil mi küçük kız?” diyorlardı. “Hayır, ben Ankara’da öğrendim, ”diyordum. Bugünlerde spor kulüpler, havuzlar o kadar çok ki bu söz garip kaçmıyor ama 1976’da Ankara’da yüzme öğrenene sanırım çok rastlanmıyordu.



Doğruydu da. Babamın işlerinin Ankara ve Anadolu’da yoğun olduğu bir dönemdi herhalde ve bir arada olabilmek için o yaz bir süre Büyük Ankara Oteli’nde kalmamıza karar vermişti babam.




Babam işe giderken bizde kolluklarımızı takıyor ve havuzda yüzmeye çalışıyorduk. Bir aya kadar kaldık sanırım orada. Son zamanlarına doğru ağabeyim ve ben havuzun bir ucundan diğer ucuna yüzmeyi başarmıştık. Ve bir akşam babam geldiğinde şov yapma zamanıydı.



Taktık kolluklarımızı ve havuzun bir ucundan diğer ucuna yüzdük ve geri. Babam havuzun kenarından bizi alkışlıyordu. “Bravo, Manş’ı geçtiniz.” Babam bizi yüzerken görmüştü; mutluluktan uçuyordum.



Yalnız, havuzdan çıkar çıkmaz sormam gereken bir şey vardı; bu ‘Manş’ da ne oluyordu, acilen sormam lazımdı.

4 Haziran 2009 Perşembe

Ithaca'dan Çelikhan'a


Çelikhan’a vardığımızda hava kararmıştı.1992 yılının Ekim ayında akşam olmasına rağmen hava o kadar soğuk değildi. Türkiye’ye döneli daha belki bir ay olmamıştı ama Türkiye içinde babam ile seyahatlerim devam başlamıştı. Önce Kırklareli’ne uzanan yolumuz, oradan Ankara, Kayseri, Hatay derken şimdi Adıyaman’a, Çelikhan’a yönelmişti. Hava sıcak mıydı soğuk muydu tam farkında değildim bir yandan. İlçeye girişte Jandarma arama yapıyordu. Arabadan indik. Nüfus cüzdanlarımız istediler. İlçenin girişi karanlıktı. Babam ve şoförümüz Metin askerler ile konuşuyorlardı. Ben sanki yeni bir filmi izler gibi sessiz kelimelerin sadece seslerini duyuyordum.



Ankara, Kayseri, Hatay’ı ziyareti içeren bir seyahatin son durağı olarak Adıyaman İli’nin Çelikhan İlçe’sindeki Çat Barajı İnşaatı’nın şantiyesine geliyorduk. Esasında benim lise yıllarımda bu işin ihalesini almıştı babam. Ödenek yetersizlikleri nedeni işe inşaatı hala sürmekteydi.
Bu Ekim ayı akşamında, Jandarma kontrolü sonrası tekrar arabaya bindik ve Şantiye’ye doğru yol almaya başladık. Babam on beş yirmi dakikalık bir yolumuz kaldığını söyledi. Ben, Çat Barajı’na ilk defa gidiyordum. Çocukluğumuzdan beri şantiyelere sık sık giderdik, ancak bu bölgedeki terör olayları ve sonrasında da üniversite eğitimi için yurt dışında oluşum nedeni ile bu şantiyeye daha önce gelememiştim. Türkiye’de günlerim bir rüzgâr gibi. Babamın beni iş ile tanıştırma turları hızlı başlamıştı.



Gece şantiyeye vardık. Denizden 1450 metre yükseklikte, dağların arasında, önü kesilecek bir akarsuyun yanı başında, ayrı bir dünyaya uyandım ertesi sabah. Evet, artık iş hayatı başlamıştı. Esasında, gece çok rahat da uyuyamamıştım. Penceremden, şantiye dinamit deposu ve bekleyen bekçiler görünüyordu. Bir de gece yine silahlı bir grup insanı getirmişti askeri cipler. Sonradan bu kişilerin şantiyeyi korumak üzere her gece gelen köy korucuları olduğunu öğrendim. Ve normalde korucuların köylerinden alınmasını ve bırakılmasını bizim Şantiye araçları yapıyordu. Ama babamın gelmesi şerefine, komutanlar kısa bir merhaba demek istemişti. İlçeye girişteki güvenlik araması nedeni ile Şantiye’ye geldiğimiz haberi ulaşmıştı onlara. Doğrusu, arada hala konuşurken ağzından İngilizce kelimeler dökülüyordu. Çat mezrasının yakınındaki şantiyede uyandığım o sabah fark etmiştim - hızlı bir adaptasyon göstermem gereği acil durum haline gelmişti. Dıştan adaptasyonum oldukça başarılı idi. Sinan Kocasinan’ın kızı olarak, her şeyi yapabilmem gerektiğini, yapılması gerekiyorsa yapılabileceğini öğrenmiştim. İnsanoğlu istedikten sonra her şeyi yapabilecek güce sahipti.


Benim dıştan görünen adaptasyonum ve uyumum oldukça iyiydi. Ama sanki tam olarak yaşadığım sahnelerin içinde değildim. Bir seyirci gibi hissediyordum kendimi. Geçen bir ay içinde, ruhum New York’tan, Ithaca’dan gelip henüz Adıyaman’a yetişip bedenim ile bütünleşememişti belki de.


Sabah uyandığımda, babam şantiyede fırtınalar estirmeye başlamıştı bile. Bu adam bu işi nasıl bu kadar iyi biliyordu? Bu işten iyi para kazandığı ya da kazanabildiği anlamına gelmiyordu. O mühendisliği seviyor ve her detayı kafasında bir araya getirebilme gücünü ve yeteneğini taşıyordu. Zaten kendini tanıtırken her zmana: “Ben mühendis Sinan,” derdi. Ne iş yaptığı sorulduğunda da “Biz devlete inşaat müteahhitliği yapıyoruz,” derdi. Hatta bu yüzden yeni tanışanların, babamın işin sahibi Sinan Kocasinan olduğunu anlamaları zaman alırdı.


Babamın bu tarzı hoşuma gider, insanların onun kim olduğunu öğrenince davranışlarındaki değişikliği, şaşkınlığı, toparlanmayı, kimilerinin konuşmalarında değişerek eklenen hürmet ifadelerini seyretmeyi severdi. Ruhlarının yansıması olurdu davranışları. Kimileri ilk andan son ana aynı içtenlik ile yaklaşırken, kimi insanların davranışları Nasrettin Hoca’nın Ye kürküm ye hikâyesini akla getirirdi. nsanlar, gerçek insana bakmayı galiba unutmuştu. Öze kıymet vermenin önemini ve gereğini anlatırdı babam bana. Söylemeden. Göstererek. Babamı seyrettiğimde, insana baktığını görebiliyordum. Şekil ile karar vermiyor, insanı maddi varlığı, eğitimi ve ailesi ile değil, yüreği ve özü ile ölçmeye gayret ediyordu. İşlerini aksatabileceğini bilse bile, yanlış bir şey gördüğünde söylemekten çekinmiyordu. Kendi olmaktan korkmamayı nasıl başarıyordu?


Herkese eşit davranacaksın, saygı göstereceksin. Diploma ile insan olunmuyor. İnsanlar mühendis olunca kendilerini bir şey zannediyor bazen… İnsan olmak mühim. …”


Babamı özlüyorum. 1992 yılının Ekim’inden bu yana çok uzun yıllar geçti. Çelikhan’a ve Çat Barajı’na sayısız seyahatler yaptım. Yine de Çelikhan’ın içinden baraja doğru ayrılan yolda her seferinde biraz buruk biraz tatlı babam ile çıktığım o ilk uzun yolculuk gelir aklıma. Gecenin bir vaktinde bu şehrin girişte önümüzü kesen askerler yabancı gelen bir merhaba demişti bana.