İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Hatay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hatay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Haziran 2009 Perşembe

Ithaca'dan Çelikhan'a


Çelikhan’a vardığımızda hava kararmıştı.1992 yılının Ekim ayında akşam olmasına rağmen hava o kadar soğuk değildi. Türkiye’ye döneli daha belki bir ay olmamıştı ama Türkiye içinde babam ile seyahatlerim devam başlamıştı. Önce Kırklareli’ne uzanan yolumuz, oradan Ankara, Kayseri, Hatay derken şimdi Adıyaman’a, Çelikhan’a yönelmişti. Hava sıcak mıydı soğuk muydu tam farkında değildim bir yandan. İlçeye girişte Jandarma arama yapıyordu. Arabadan indik. Nüfus cüzdanlarımız istediler. İlçenin girişi karanlıktı. Babam ve şoförümüz Metin askerler ile konuşuyorlardı. Ben sanki yeni bir filmi izler gibi sessiz kelimelerin sadece seslerini duyuyordum.



Ankara, Kayseri, Hatay’ı ziyareti içeren bir seyahatin son durağı olarak Adıyaman İli’nin Çelikhan İlçe’sindeki Çat Barajı İnşaatı’nın şantiyesine geliyorduk. Esasında benim lise yıllarımda bu işin ihalesini almıştı babam. Ödenek yetersizlikleri nedeni işe inşaatı hala sürmekteydi.
Bu Ekim ayı akşamında, Jandarma kontrolü sonrası tekrar arabaya bindik ve Şantiye’ye doğru yol almaya başladık. Babam on beş yirmi dakikalık bir yolumuz kaldığını söyledi. Ben, Çat Barajı’na ilk defa gidiyordum. Çocukluğumuzdan beri şantiyelere sık sık giderdik, ancak bu bölgedeki terör olayları ve sonrasında da üniversite eğitimi için yurt dışında oluşum nedeni ile bu şantiyeye daha önce gelememiştim. Türkiye’de günlerim bir rüzgâr gibi. Babamın beni iş ile tanıştırma turları hızlı başlamıştı.



Gece şantiyeye vardık. Denizden 1450 metre yükseklikte, dağların arasında, önü kesilecek bir akarsuyun yanı başında, ayrı bir dünyaya uyandım ertesi sabah. Evet, artık iş hayatı başlamıştı. Esasında, gece çok rahat da uyuyamamıştım. Penceremden, şantiye dinamit deposu ve bekleyen bekçiler görünüyordu. Bir de gece yine silahlı bir grup insanı getirmişti askeri cipler. Sonradan bu kişilerin şantiyeyi korumak üzere her gece gelen köy korucuları olduğunu öğrendim. Ve normalde korucuların köylerinden alınmasını ve bırakılmasını bizim Şantiye araçları yapıyordu. Ama babamın gelmesi şerefine, komutanlar kısa bir merhaba demek istemişti. İlçeye girişteki güvenlik araması nedeni ile Şantiye’ye geldiğimiz haberi ulaşmıştı onlara. Doğrusu, arada hala konuşurken ağzından İngilizce kelimeler dökülüyordu. Çat mezrasının yakınındaki şantiyede uyandığım o sabah fark etmiştim - hızlı bir adaptasyon göstermem gereği acil durum haline gelmişti. Dıştan adaptasyonum oldukça başarılı idi. Sinan Kocasinan’ın kızı olarak, her şeyi yapabilmem gerektiğini, yapılması gerekiyorsa yapılabileceğini öğrenmiştim. İnsanoğlu istedikten sonra her şeyi yapabilecek güce sahipti.


Benim dıştan görünen adaptasyonum ve uyumum oldukça iyiydi. Ama sanki tam olarak yaşadığım sahnelerin içinde değildim. Bir seyirci gibi hissediyordum kendimi. Geçen bir ay içinde, ruhum New York’tan, Ithaca’dan gelip henüz Adıyaman’a yetişip bedenim ile bütünleşememişti belki de.


Sabah uyandığımda, babam şantiyede fırtınalar estirmeye başlamıştı bile. Bu adam bu işi nasıl bu kadar iyi biliyordu? Bu işten iyi para kazandığı ya da kazanabildiği anlamına gelmiyordu. O mühendisliği seviyor ve her detayı kafasında bir araya getirebilme gücünü ve yeteneğini taşıyordu. Zaten kendini tanıtırken her zmana: “Ben mühendis Sinan,” derdi. Ne iş yaptığı sorulduğunda da “Biz devlete inşaat müteahhitliği yapıyoruz,” derdi. Hatta bu yüzden yeni tanışanların, babamın işin sahibi Sinan Kocasinan olduğunu anlamaları zaman alırdı.


Babamın bu tarzı hoşuma gider, insanların onun kim olduğunu öğrenince davranışlarındaki değişikliği, şaşkınlığı, toparlanmayı, kimilerinin konuşmalarında değişerek eklenen hürmet ifadelerini seyretmeyi severdi. Ruhlarının yansıması olurdu davranışları. Kimileri ilk andan son ana aynı içtenlik ile yaklaşırken, kimi insanların davranışları Nasrettin Hoca’nın Ye kürküm ye hikâyesini akla getirirdi. nsanlar, gerçek insana bakmayı galiba unutmuştu. Öze kıymet vermenin önemini ve gereğini anlatırdı babam bana. Söylemeden. Göstererek. Babamı seyrettiğimde, insana baktığını görebiliyordum. Şekil ile karar vermiyor, insanı maddi varlığı, eğitimi ve ailesi ile değil, yüreği ve özü ile ölçmeye gayret ediyordu. İşlerini aksatabileceğini bilse bile, yanlış bir şey gördüğünde söylemekten çekinmiyordu. Kendi olmaktan korkmamayı nasıl başarıyordu?


Herkese eşit davranacaksın, saygı göstereceksin. Diploma ile insan olunmuyor. İnsanlar mühendis olunca kendilerini bir şey zannediyor bazen… İnsan olmak mühim. …”


Babamı özlüyorum. 1992 yılının Ekim’inden bu yana çok uzun yıllar geçti. Çelikhan’a ve Çat Barajı’na sayısız seyahatler yaptım. Yine de Çelikhan’ın içinden baraja doğru ayrılan yolda her seferinde biraz buruk biraz tatlı babam ile çıktığım o ilk uzun yolculuk gelir aklıma. Gecenin bir vaktinde bu şehrin girişte önümüzü kesen askerler yabancı gelen bir merhaba demişti bana.

29 Ocak 2009 Perşembe

Roma-Hatay-Tunus hattında...


Mozaikler benim hiç ilgi alanım olmadı. Ta ki son aylarda ardı ardına karşıma çıkmaya başlayana kadar.

Bundan birkaç ay önce yabancı bir hocam yaptığı mozaiklerin fotoğraflarını göndermiş. Zeugma’dan bir parçayı, ve bir de ressamını bilmediğim Napolyon’u betimleyen bir yağlıboya tabloyu mozaik olarak yeniden yorumlamış. Fotoğraflara bakarken düşünmeden edemedim, bir insanı mozaik ile bunu yapmak için iten nedir?

Beni resim yapmaya iten güçten farklı bir şey miydi bu? Yoksa benim için resim yapmak ne ise mozaikte onlara aynı hisleri mi veriyordu?


Ocak ayında İstanbul’dan Dalaman’a uçarken Türk Hava Yolları’nın Skylife dergisinde Hatay’daki mozaik müzesi hakkında bir haber vardı. Normalde belki de dikkatimi çok çekmeyecek olan bu yazıyı hemen okumaya başladım. Daha iki, üç hafta önce Aralık ayında Tunus’a yaptığım bir gezi sırasında dünyanın en büyük mozaik müzesi olarak adlandırılan Bardo Müzesi ’ni gezmiştim.

Mozaik deyince aklım yine yıllar öncesine gidiyor. İtalya’ya yaptığımız bir gezi’de programda Roma da vardı. Roma’da, Vatikan’daki St. Peter Kilisesi’ni gezerken kiliseyi gezdiren rehber bir bölümün önünde durmuş ve buradaki resmin özelliğini sormuştu. Bu kiliseyi iyi tanımıyordum, ve resmin özelliğini de bilmiyordum doğrusu. Biraz sessizlikten sonra grubun arkasında duran annem tur rehberine seslendi “O resim bir mozaik”. Buymuş demek rehberin sorduğu. Bu kilisenin içindeki resimlerin birçoğu zamanın aşındırmasına ve yıpranmalara karşı mozaikten yapılmıştı.

Beni bu mozaik resimlerden çok hemen girişte sağdaki bir bölümdeki heykel etkilemişti. Mikelanj’ın demişlerdi, Hz. İsa yetişkin halinde Hz. Meryem’in kucağında cansız bedeni ile yatarken…



Bardo Müzesi’ni gezerken grupta bulunan Türklerden bazıları Hatay Müzesi’ndeki mozaiklerin çok daha güzel olduğundan, renklerinin çok daha canlı olduğundan bahsediyorlardı.

Ben Hatay’a gitmiştim, ama Mozaik Müzesi’ne değil. 1992 yılının sonbaharında Yayladağı’nda yapılacak olan ‘Yayladağ Barajı’nın yerini görmek için gitmiştik. Hatta akşam hava karardığı için geceyi Yayladağı’ndaki bir otelde geçirmiştik. Amerika’dan döneli daha iki ay kadar olmuştu ve burası benim için oldukça farklı bir manzaraydı. Babamla bana otelin içinde tuvaleti olan ‘aile odası’ olarak adlandırılan tek odasını vermişlerdi. Ertesi sabah yola çıkmak için kalktığımızda salon bölümünde sıralı yataklarda yatanların arasından geçerek dışarı çıkmıştık. Ve araba ile kıvrıla kıvrıla giden yoldan Samandağ’ına indiğimizi hatırlıyorum.

Yayladağı’na gitmeden önce Hatay’da Devlet Su İşleri’ne uğramıştık. Bize yer ile ilgili bilgileri vermesi için mühendis bir beyi görevlendirmişlerdi. Öğle saati gelince bir yemek yemek istedik, ve Harbiye’ye gitmemizi önerdiler. Babam da yanımızda olan mühendis beyi bizimle beraber yemek yemesi için davet etti.

Hatay’da da Harbiye varmış meğer. Yemek ve mezeler gerçekten çok lezzetli ve güzeldi, hala tadı damağımda. Aklıma daha çok kalan bölüm ise hesap ödeme bölümü. Yemeğin sonlarına yaklaşmakta olduğumuz bir aşamada babamın bana gözleri ile bir işaret yaptığını gördüm, “Zeynep git içerde hesabı öde” demekti bu. Müsaade istedim ve masadan kalktım. Sözde sessizce hesabı ödeyecektim.

Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Lokanta sahibi Hatay’da misafirler hesap ödeyemez diyerek ödememi kabul etmez mi. “Aman yapmayın etmeyin, bakın babam en büyük, olmaz, hem o bey babamın davetlisi, lütfen alın hesabı” diyerek çok dil döktüm; yok. Aşırı ısrarıma dayanamayıp bu defa masaya gidip ödemeyi yapmam için Hataylı misafirimizin iznini almazlar mı… Gitti bizim sözde sessizce yapacağımız incelik. Babamın uzaktan kısmen duyabildiğim ısrar ve rica cümleleri sonrasında benden ödemeyi aldılar. Ben de utana sıkıla masadaki yerime döndüm.

Hatay’a ve Harbiye’ye tekrar gitmek nasip olmadı. Yayladağ Barajı İnşaatı’nın ihalesi girdik ama kazanamadık. O baraj da tamamlandı ve 10 yıl kadar önce hizmete girdi sanırım. Ben tekrar Hatay’a gitmek istiyorum. Bu defa hem mozaik müzesini görmek ve hem de Harbiye’de güzel bir yemek için…