İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Ekoköy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ekoköy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Mayıs 2013 Salı

Teşekkürler Emoto...

Masaru Emoto bize sevgi ve şükran'ın güneş ve gölge gibi yaşamda ihtiyaç duyduğumuz bir dengeyi sunduğunu söyler. Sevgi ve şükran'ın güneş ve ay gibi olduğunu. Ayrılmaz iki parça.

Aynı zamanda, yaşamlarınızda şükran sevgiden bile üstün bir gücü olduğunu hatırlatıyor. Gölge gibi edilgen bir güç olan şükran'ın yaşamlarımızda sevgiden iki kat fazla olması gerektiğine inandığını paylaşıyor Emoto. Yaşamlarımızda dengenin bu şekilde var olacağını. Su molekülündeki 2 hidrojen 1 oksijen atomu oranını hatırlatıyor, H2O'yu.

*

Masaru Emoto suyun, bedenimizdeki suyun, yeryüzündeki göllerin, nehirlerin düşüncelerden, sözlerden, niyetlerimizden nasıl etkilenebildiğini su kristallerinin fotoğraflarını çekerek bizlere gösterdi. Dünya'da yeni farkındalıkların kapısını açtı.

Masaru Emoto'yu okumadıysanız mutlaka öneriyorum. Ve hep hatırlamamız gerektiğine inanıyorum.

*

İskoçya'da, Findhorn Ekoköyü'nde, küçük bir gölün kenarında taşların üzerinde yazan güzel kelimeler geliyor gözümün önüne. Olumlu düşüncelerin ve kelimelerin gücünü yaşamımıza daha çok dahil etmemiz gerektiğini her gün daha çok hissederek.

Sevgi, şükran kelimeleri ve bu enerjiler kadar bereket, neşe, keyif, sağlık ve mutluluk da hep sizlerle olsun.

25 Mart 2012 Pazar

1.Ulusal Koçluk Konferansımız ve Sir John Whitmore’u Sevmek


2012 yılının Mart ayında, İstanbul’da, Türkiye’de yapılan ilk Ulusal Koçluk Konferansı’nda bir ‘Sir’i daha yakından tanıma şansına kavuştum.  Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nde hazırlık sınıfına başladığım yıllardan itibaren erkek öğretmenlerime, yurtdışında tanıdığın yaşlı veya protokol mensubu kişilere sir diye hitap ettiğim olmuştu.  Koçluk Konferansının açılış konuşmacısı Sir John Whitmore dünyada koçluğun gelişmesinde emeği olan dört beş kişiden biri olarak biliniyor. Üyesi olduğum Uluslararası Profesyonel Koçluk Derneği tarafından Türkiye için önemli bir ilk olan koçluk konferansına açılış konuşmasını yapmak üzere davet edilmiş.
Sir John’un nelerden bahsedeceğini doğrusu düşünmemiştim ancak konuşmaya başladığında söylediklerine duymayı düşüneceklerimden farklı bulmakla birlikte kendisine neden ‘Sir’ unvanının verildiğini anladığımı düşünmeden edemedim. Bu unvan boşuna verilmiyordu anlaşılan. 

*

Koçların neredeyse %75’inin kadın olduğundan bahsederek söze girdi Sir Whitmore.  Gözlerim ortalarında oturduğum konferans salonunda gezindi.  Konferans katılımcıları arasında bu aradan sanki çok daha yüksekti.  Araştırma sonuçlarına göre Türkiye’deki koçların %75’i kadındı ve Dünya’da da bu oran %69-63 arasındaydı.  Dünyadaki koçların en az üçte ikisi kadındı. “Kadınları sorunları ve soruları konuşmaya daha açıklar ve bir şeyi çözmek için farklı seçenekleri konuşmaya, değerlendirmeye daha açıklar,” diyordu Sir John.  Ona göre erkekler farklı seçenekleri ve alternatifleri düşünmeye daha kapalıydılar.

İyi bir koçun yapacağı gibi sorular sorarak devam edeceğini söyledi Sir John.  “Sizi biraz zorlayacağım,” dedi.  “Zorlandığımız da (esasından o ‘challenged’ kelimesini kullandı ve bu kelimeyi tercüme etmekte her zaman ben zorlanırım), karşımıza bizi zorlayan, bize meydan okuyan şartlar ve durumlar çıktığında, düşünmeye başlarız.  Daha çok düşünmeye başlarız,” diye devam etti.

Hiçbirimiz ne gerçektir, ne doğrudur bilmiyoruz,” dedi. “Çünkü hepimiz dünyayı kendi yaşam hikayelerimizin penceresinden görüyoruz.”  Deneyimlerimiz olaylara yüklediğimiz anlamları belirliyor.
Her bireyin farklılığını, farklı olma hakkını ve istediği her şeyi başaracak güce sahip olduğunu kabul ederek yola çıkmak, doğru yanlış güzel çirkin demeden özgür bir alan içinde insana ve yaşama bakmak koçluğun olmazsa olmazı.  Kolay mı?  Hiç kolay değil.  Ancak koçluğun dünyaya önerdiği ve koçların önce kendilerine sonra müşterilerinde yaşatmaya çalıştıkları ana pencere, ana yaklaşım bu.

*

Koçluğun meslek değişiklerinde, kariyer değişikliklerinde, önemli kararlardan ve değişimlerden önce kullanılabilecek bir destek olduğu söylenilir.  Koçluk daha çok şirketlerde, başarılı ve liderlik pozisyonlarına yükselen, farklı ve zorlu görevlere atanacak kişilere destek olmak için kullanılan (ve gerçekten daha çok büyük kurumsal şirketlerin yöneticileri ve liderleri için sağladıkları) bir insan kaynakları hizmeti olarak bilinir.  Bireysel olarak koçluk hizmeti alan kişiler vardır ama dünyada da Türkiye’de de koçluk daha çok kurumların bütçe ayırabildiği bir hizmet.  Bizde Türkiye’de çokça duyulan ‘öğrenci koçluğu’ çalışmalarının çoğu koçluk olmaktan öte ağırlıklı olarak ders desteği ve biraz da motivasyon çalışmalarıdır.  Dünyada kabul gören standartlara göre uygulanan koçluk ise çok daha özel bir çalışmadır. Bireyin, çocuğun, öğrencinin isteklerini netleştirmesine, hedefler belirlemesine ve hedeflerine doğru yol almasına destek veren birebir, birey ile koçun beraber yürüttüğü bir çalışmadır. Konferans boyunca farklı şirketlerin insan kaynakları yöneticileri koçluğun ne olduğunu doğru anlamanın ve anlatmanın üzerinde o kadar çok durdular ki.  Özetle bir danışmanlık olmadığını, akıl verme olmadığını hatırlatmalıyım.  Kişinin kendi isteklerini belirleme ve kendi cevaplarını bulmasına destek olan bir metod, bir yaklaşım.

Sir John Whitmore ikiyüzelli civarında koç ve büyük şirketin temsilcisinin kendisini dinlemek için heyecanla beklediği konuşmasının başındaki üç beş cümleden sonra “Biz koçluğa yeterince erken başlamıyoruz,” dedi. “Biz koçluğa çocuklarda, onlar iki üç yaşındayken başlamalıyız.”  İki üç yaş mı? Hmmm.

Ve devam etti. “Çocuklara ne yemek istersin diye sormuyoruz.  Çocuklara hangi oyunları oynamak istersin diye sormuyoruz.  Onun yerine anne babalar çocuklarına ne yapmaları gerektiğini söyleyip duruyorlar.  Sorun burada.” Ve Sir John İngiltere’de, konferanstan iki gün önce, 20 Mart tarihinde yayınlanan bir araştırmadan bahsetti.   Araştırmaya göre çocuklar eğer kendileri istedikleri zaman yemek yemelerine müsaade edilirse, yaşamda çok daha başarılı oluyorlarmış.  Başarı okulda, üniversitede, iş yaşamında, yaşamın tüm alanlarında kendini gösteriyormuş.  Uzun süreli bu araştırmanın sonuçları çok yeni yayınlanmış.  Yaşamın ana öğesi olan yemeği, gıdayı ne zaman alacağına karar verme hakkı olan, bu kontrole erken yaştan sahip olabilen çocuk yaşamı boyunca başarılı oluyormuş.  Çocukların birey olarak yetişkinler kadar hakkı olduğuna inanan bir aileden ve görüşten geliyorum.  Yaptığım kişisel gelişim çalışmalarındaki takip ettiğim ekoller çocukların özgürleşmesi ve özgün kuvvetlerini bulmaları üzerine.  Kavram ve bilgi hiç yabancı değil.  Ama benim için Ulusal Koçluk Konferansı’nda iş dünyasının önemli liderleri ve yöneticilerinin önünde söylenmiş olması çok önemli.  Benim için bu farklı dünyaların buluşması.  Birkaç yıl önce İskoçya’da, Findhorn Ekolojik Köyü’nde bir meditasyonda yaşamımda dahil olduğum ve çalışmalar yaptığım farklı grupların, çalışmaların, STK’ların bağımsız çemberler halindeyken, kendi özgün renklerini koruyarak olimpiyat halkaları gibi birleştiklerini görmüştüm. Sanki o birleşme ile hepsi aydınlanmış ve içlerinde dolaşan bir akım başlatmıştı.  Sir John Whitmore’u dinlerken gözümün önüne aynı halkalar gelmeye başlamıştı.  Renkleri aydınlanıyor ve kuvvetleniyordu.

Yemek tabakları ile çocuklarının arkasından koşan anneler geliyor gözümün önüne.  “Tabağındakileri bitirmeden sofradan kalkamazsın,” diyen anneler.  “Yemeğin arkadan ağlar,” diyen anneler.  Kişisel gelişim ve tamamlayıcı tıp çalışmalarım nedeni ile Sir John’un söyledikleri bana tabii ki yabancı değildi ama bir Ulusal Koçluk Konferansı’nda bunların söyleniyor olması bana ne kadar büyük bir mutluluk vermişti.  

Gülümsemekte olduğumu fark ettim.  “Anne babalar koçluk öğrenmeli.  Çocuklarına sorular sormalı,” diyordu Sir John.  Otuzlu, kırklı, ellili yaşlarımızda evde ve iş hayatında yaşadığımız birçok sorunun temeli esasında çok küçük yaşlarda atılıyordu.

Eğitim sisteminin değişmesi gerekiyor,” diye devam etti Sir John.  “Talimat vermek yerine koçluk modeline geçilmesi gerekiyor. Okulların değişmesi gerekiyor.  İş hayatının, şirketlerin değişmesi gerekiyor.” Sir John Whitmore’un oldukça dobra ve açık sözlü olduğunu söylemek zorundayım.  Yıllardır Büyük Britanya’nın ve Dünyanın farklı bölgelerinde yaptığı çalışmalar belli ki inançlarını netleştirmiş ve inandıklarını da söylemek istiyor.  Zorlamıyor ama o kadar net ve açık ifade ediyor ki etkilenmemek mümkün değil.  İçimden “Çok güzel, çok güzel” deyip durduğumu fark ediyordum.

*

Dünyada üst kademelerde iyi liderlik göremiyoruz,” dedi Sir John.  Bu konuda söyleyeceği farklı şeyler vardı.  İstanbul’da, Balmumcu’da, Point Otel’in ikinci bodrum katında oldukça iyi döşenmiş, kırmızı dinleyici koltukları toplantı katılımcılarına enerji katan, neredeyse tamamı dolu olan toplantı salonunda çıt çıkmıyordu.  Önünde gökkuşağı renklerini içeren koçluk konferansının logosunun da yer aldığı konferans afişi asılı olan kürsüden konuşan Sir John Whitmore, iddialı olmayan ama çok iddialı, bir söylev tadı taşıyan ama yüreğimin her hücresine sinen konuşmasını yaparken, notlarımı yanımdaki defterim yerine beyaz çizgili not kartlarıma yazmaya karar vermiştim.  Geçtiğimiz Ekim ayında Hollanda’daki Uluslararası Lions Kulüpleri Birliği Avrupa Forumu sırasında satın aldığımı hatırladığım bu beyaz kartlara.  Kartların şeffaf paketini sabah salona girdiğimde uzun bir sıranın koridor kenarındaki yerime oturur oturmaz açmıştım.  Tesadüf bu ya evdeki altmış yetmiş tükenmez kalem arasından yine aynı Lions Avrupa Forumu’nda, Maastricht’te satın aldığım, dışı lacivert ve sarı renklerde ve lacivert mürekkepli tükenmez kalemi yanıma almıştım. Sir John Whitmore’u dinlerken bir yandan da notlar alıyordum.  Ben bir konuşmacıyı not alırken çok daha iyi dinleyebiliyorum; ancak neden bilmem notlarımı yazarken bir yandan da kürsüdeki Sir Whitmore’un yüzünü görmek istedim. Bazen sadece ses yetmiyordu mesajı almam için.

İnsan becerilerimizi yitirdik,” dedi Sir John.  Teknolojini yaşamımıza girdiği seviyenin insan ilişkilerinde yarattığı aşılması zor olan mesafelere de değindi.  Gençler için heyecan verici olan bilgisayar, internet ve değişim dünyasının zaman kazandırmaktan çok zamanı ziyan ettiren özelliğinin iş yaşamı kadar ikili ilişkileri de zorladığını vurguladı. 

Aynı oda içinde birbiri ile sms mesajları ile sohbet eden gençlik dünyanın tümümün yeni gerçekliğiydi.  Ben internet, telefon, facebook, twitter dünyaları ile haşır neşirdim.  Bazen telefon etmeye zaman bulamadığımda kısa bir cep telefonu mesajı, sms atmayı çok daha kolay buluyordum.  Epostalar ile detaylı bilgi iletmeyi ve almayı ve bunu koşturmacalar içinde ne zaman fırsat bulursam yapabilmeyi seviyordum.  Uyku tutmadıysa gecenin ikisinde üçünde ya da bir konferansın kahve molası sırasında iPadimden mesela.  Telefon görüşmeleri çok daha uzun zaman alıyor gibi geliyordu.  Peki, o telefonun ve bilgisayarın ekranında beliren kelimeler sesin yerini tutabiliyor muydu gerçekten?  Sir Whitmore teknolojiyi yadsımıyordu ama yaşamakta olduğumuz değişimi, yaşamda ve iş hayatında ne kadar farklı alışkanlıklar ile bir araya geldiğimizi vurgulamak gerektiğine inanıyordu.

Lions Geçmiş Dönem Uluslararası Direktörlerimizden Sayın Lion Nesim Levi’nin kuşaklar arası iletişim ile ilgili bir sunumu geldi aklıma dinlerken.  Üyesi olduğum Fethiye Lions Kulübü Derneğimizin 2010-2011 Dönemi Başkanlığını yapmadan önce 2010 yılının Nisan ayında başkan adayları için düzenlenen bir eğitim kampına katılmıştım.  Kampın son gününün sabahında dinlemiştim Sayın Nesim Levi’yi.  Görüş sahibi üstatlar başarı için, huzur için, mutluluk için, hizmet edebilmek için bütünleşmemiz gerektiği ve bu yüzden eleştirmeden, kınamadan, yargılamadan birbirimizi anlamamız gerektiğini anlatıyorlardı.  Evet, iyi kötü haklı haksız yoktu.  “Eskiden öğrendiklerimizi unutmamız, silmemiz gerekiyor,” dedi Sir Whitmore, “We need to unlearn.”

Öğrendiklerimizi silmek, unutmak, bilgileri sıfırlamak…

Yaşamda doğru olduğuna inandığımız, inandırıldığımız birçok şey öğreniyoruz,” dedi Sir John. “Eskiyi unutmamız gerekiyor. Öncelikle eski bilgileri silmemiz gerekiyor; yoksa içimizde bir kavga başlar. Eskiyi silmezsek bir tarafımız eskiyi savunmaya başlar. “  Sir John Whitmore verdiği iki günlük bir seminerin en başında bir buçuk saat kadar bir süreyi eski bilgilerimizi silmeye ayırdığını vurguladı.  Doğrularına inandıklarımızı bir süre için bile olsa kenara bıraka bilmenin gerekliliğini. Yeniye yer açmadan bir çalışma yapmanın anlamsızlığından bahsetti.  Denememiz gerektiğinden.

Lider olarak kendimizi, işimizi, ülkemizi düşünerek gerçek bir lider olamayız,” dedi.  “Tüm dünyayı düşünerek, tüm dünyanın iyiliğini düşünerek hareket etmemiz gerekiyor.  Yarışmayı bırakmalıyız; ortak hareket etmeyi, beraberce hareket etmeye ihtiyacımız var,” diye devam etti. “Sadece ülkemizi düşünmek yetmez, dünyayı düşünmek zorundayız.


Dünyanın bütününü düşünmeden hangi işi yapıyor olursak olalım düşünce olarak, niyet olarak, enerji olarak iyi bir liderlik yapmak Sir Whitmore’a göre mümkün değildi.  Dünyanın birçok önemli şirket ve vakfına danışmanlık yapan, yazıları ve yaptıkları ile koçluk alanında temellerini atan bu üstadın etik değerleri her şeyin üzerinde tutması yüreğimde farklı bir heyecan uyandırmıştı.  İçine kendimi kaptırdığım birçok konuşmada olduğu gibi aklıma farklı düşünceler geliyordu.  İskoçya’daki Findhorn Ekoköyü’nü  yine düşünmeden edemedim.  Bu konuşma sırasında aklım ve ruhum bu ekolojik köye ve orada yapılan çalışmalara ne kadar sık gidip gelmişti. “Esas yapmamız gereken dünyayı korumak,” diyordu Sir John.  Findhorn’da, Japonya’da ruhsal ve enerji çalışmaları yaptığım gruplarında, çevre gruplarımızda hep bunları konuşuyorduk.  İş dünyasının öncelikleri ise dünyanın, Toprak Anamızın ihtiyaçları ile her zaman örtüşmüyordu. Örtüşmeye başlaması gerektiğini, örtüşmek zorunda olduğu hepimizin fark etme zamanı gelip geçiyordu.  Biz ilk Ulusal Koçluk Konferansımızda koçluğu tanıtmak ve ilerletmekten öte koçluğun bize hatırlattığı bütüncül dünya yaklaşımını konuşarak başlıyorduk. “Ne kadar güzel,” diyordum içimden, “Ne kadar güzel.”

*

Sir John koçluğu konuşmayı bir yana bırakarak IPCC’den, karbon emisyonlarını düşürmemiz gerektiğinden, son 15 yılda %25 artan karbon emisyonlarını 2050 yılında kadar %80 azatlama mesuliyetinin altından nasıl kalkacağımızı sorguluyor. “Biz bu konuda beraberce çalışmaya dün başlamalıydık,” diyor.  Yüreğimi bir heyecan ve mutluluk sarıyor.  Bir koçluk konferansında dünyadaki çok ünlü bir isim bunları konuşmayı seçiyordu.  Mutlu hissediyordum.  Dünyayı düşünmedikten sonra yaptıklarımız neye yarardı?  “Her ne yapıyorsak,” diyordu Sir Whitmore, “herkesin iyiliği için olmalı.” …  Sadece ailemin değil, sadece Fethiye’nin değil, sadece Türkiye’nin değil, sadece eğitmenlik danışmanlık işimin değil.  Herkesin iyiliği için.  Kendim için her ne yapıyorsam, yaparken başkasına zarar vermemeliyim.  Esas ölçek bu olmalıydı.  Yoksa, yoksa Yaradan’ın, Evren’in, bir başkasının bizi cezalandırmasına gerek yok, yarattığımız kötü doğa şartları, acımasız yaşam koşullarından kaçamıyoruz ki zaten.  Bir etme bulma dünyası içindeydik.  Niyetlerimizin sonuçları da, yaptıklarımızın sonuçları da bizi buluyordu sonunda.  Saklanabileceğimiz bir köşe yoktu, biz var olduğunu sanıp dursakta.  

Ah, Sir John, yüreğim için ne kadar doğru zamanda geldiniz.  Öğrendiğim, inandığım ne çok şey bir araya geldi bu konuşma sırasında.  Onlarca hocamın sesini duydum, rahmetli babamın sesini duydum. Bu iddiasız ama iddialı ve kuvvetli konuşma Sir Whitmore’un sakin ama kuvvetli ses tonu ile kalbimde yankılanıyordu.  Bu mesleklerden olan dostlarım alınmasınlar ama o kadar çok defa söyledi ki paylaşmak zorundayım, “Ben bankalara ve ilaç firmalarına danışmanlık yapmıyorum, onlara koçluk vermiyorum,” diyor Sir Whitmore.  “O firmalarda çalışan iyi insanlar vardır, ben en yukarıdaki liderlerinin daha çok kendilerini düşündüklerini görüyorum,” diyor.  Bu sektörlerin liderleri ve yöneticileri ile yaşadığı bazı örnekleri paylaşıyor. “İnsanoğlu kömür ve petrol ile elde ettiği yeni ve sınırsız sandığı enerji kaynakları ile mühendislik ile her şeyi aşabileceğine, kontrol edebileceğine inandı,” diyor. “Tüm eğitim sistemi buna odaklandı,” diye devam ediyor. “Kömür, petrol dünyanın ana parasıydı.  Biz faiz ile geçinmek yerine ana paramızı sanki sonu yokmuş gibi harcamaya başladık. Dünyamızı tükettik. Mühendisliği, bilgiyi kazanırken, bilgeliği yitirdik. Gücümüzü doğru kullanmayı unuttuk.” 

Şimdi de mühendislik mi dediniz Sir John? Ben mühendisim, rahmetli babam mühendisti, ağabeyim mühendis. Biz yıllarca inşaat işleri yaptık. Mühendislik mi diyorsunuz Sir Whitmore? Siz sanki benim yapbozumun parçalarının nasıl bir araya geldiğini anlatıyorsunuz.  Yaşamın beni inanmaya getirdiği noktayı, oraya giderken geçtiğim yolu özetliyorsunuz.  Fethiye geliyor gözümün önüne.  Bir an için sesler silikleşiyor, Fethiye’yi saran tepeleri karlı dağlar gözümün önüne geliyor.  Birkaç gün önce güneşli bir Fethiye sabahında Babadağ’ın ve Mendos’un zirvesindeki karın ne zaman eriyeceğini düşündüğümü hatırlıyorum.  Doğanın sesini İstanbul’dan çok Fethiye’de duyabiliyorum. Sizi seviyorum Sir John Whitmore.  Sizi çok yeni tanıyorum ama sizi seviyorum.

Dünyanın önemli spor koçlarından da biri olan Sir Whitmore bir sporcunun başarılı olabilmesi için başaracağına inanması ve olumlu düşüncelerde olması gerektiğini hatırlatıyor.  Başarısız olmaktan korkan bir sporcunun başarılı olmasının mümkün olmadığını vurguluyor. “Peki,” diyor, “korku yaratan, çalışanlarını korku ile kontrol eden iş dünyasının bu şekilde başarılı olması nasıl mümkün olabilir?”
Mükemmellik için korku hislerinden güven hissine dönmemiz şart,” diyor, “we need to move from fear to trust.” Ve koçluğun iş hayatında güven ortamını yaratmak için bir yönetim tarzı olarak elimizdeki en etkin yaklaşım olduğunu ifade ediyor.  Değişime açık olmadan, korkulardan özgürleşmeden, özgün olmadan, kendimizi tanımadan ve kendimize ve dünyaya dürüst olmadan, yola çıkılamayacağını anlatıyor.  “Siz kimsiniz?” diyor, “Who are you?” İşte, onu keşfedip o olun, diyor.  Yolumuz bu olmalı, diyor ve dünyadaki yollar içinde koçluğun çocuklarda, ebeveynlerinde, iş yaşamında, sosyal yaşamda, dünyanın bir ferdi olarak bizi kendimiz ile buluşturan en iyi yol olduğuna inanıyor. Bu sayede yaşamın yaşamaya değer hale getireceğine inanıyor.  Yaşamın dünyaya ve tüm insanlara saygı, sevgi, özgürlük ve özgünlükle yaşanması gerektiğine inanıyor Sir John Whitmore.


Sizi seviyorum Sir John Whitmore.  Bir saat on beş dakikaya ne kadar çok şey sığdırdınız. Aktarabildiklerim ve henüz paylaşamadıklarımla.  Kendime “Ben çok mu safım, çok mu hayalciyim,” derken, siz bana “Yola devam,” diyorsunuz.  Teşekkür ederim. Teşekkür ederim. Teşekkür ederim.

Ve bu güzel konferansı organize eden, yollarımızı buluşturan, kavuşturan Uluslararası Profesyonel Koçluk Derneğimize ve International Coach Federation ICF Uluslararası Koç Federasyonu Türkiye Şubesi’ne de yürekten teşekkürler. İyi ki varsınız.

16 Ocak 2009 Cuma

Aradığımız Yer Aynı




Bir Ocak ayı akşamında Arnavutköy’deki evimde merkezi ısıtma ile ısınan dairemde salonu biraz soğutmak için balkon kapısını açtım. Kalorifer radyatörlerinin bir kısmının vanası bozulmuş, onları ne kapatabiliyorum, ne de kısabiliyorum. Kısa kollu gömleğim ile otururken geçtiğimiz Haziran ayında İskoçya’da Findhorn’da geçirdiğim günler aklıma geliyor. Haziran ortasında havanın 6-7 derece olduğu ve kat kat giyinmeme rağmen üşüdüğüm o yaz günlerini.

İskoçya’ya hazırlıklı gitmiştim, palto, eldiven, atkı, bere ne isterseniz vardı yanımda. Ancak doğrusu kullanacağıma pek de inanmamıştım. Amerika’daki üniversite yıllarımda dört yılımı New York eyaletinin kuzeyindeki Ithaca kasabasında geçirdim, Cornell Üniversitesi’nde. Ithaca’da Ekim ayında yağmaya başlayan kar bazen Nisan ayı sonlarına kadar yerden kalkmazdı. Ancak yazları o kadar güzel olurdu ki. Cayuga Gölü, ormanlar, şelaler. Kış aylarının sanki bitmeyecek gibi görünen griliği yüreğimi karartı bazen.

Cornell’de sabahları duşumu aldıktan sonra derse yetişme telaşında saçlarımı doğru düzgün kurutmaya vaktim olmazdı. Kampus içinde derse varana kadar saçlarım ince bir buz tabakası ile kaplanır ve kıtır kıtır olurdu. Şapka veya bir bere giymek aklıma geldiyse saçlarımın dışarı da kalan bölümler donardı. Ancak hala şaşırırım o yıllarda ne kadar az grip ve soğuk algınlığı geçirdim.

Ithaca’nın soğuk havasından sonra bir kış tatilinde İstanbul’a gelmiştim. Tam evden çıkıyordum, annem “Kızım ne yapıyorsun, aman çorap giy,” diye seslendi. Durdum ve ayaklarıma baktım, hava o kadar sıcak gelmişti ki bana çorap giymeni unutmuştum. Türkiye’de döndükten sonra da bu İstanbul’un bana fazla sıcak gelmesi hali bir süre devam etti. Ancak sonra tekrar eski İstanbul’lu halime döndüm; artık görerek şartlanmak mıdır, bedenin alışması mıdır ama daha sıkı giyinir oldum.

Bu hissi zaman zaman Fethiye’de de yaşarım. Ben hem İstanbul’da hem de Fethiye’de yaşıyorum. Fethiye’de ilk gitmeye başladığım yıllarda İstanbul’a göre o kadar sıcak gelirdi ki gerçekten orada daimi yaşayan arkadaşlarıma göre çok daha ince giyindiğimi fark ederdim. Yani Nisan ya da Ekim ayında Fethiye sokaklarında dolaşan yabancı turistler kadar ince giyinmesem de kendimi yaz ayları için ayırdığım kıyafetlerimin içinde bulurdum. Aradan 3-4 yıl geçti ve bakıyorum kış aylarında Fethiye’ye giderken küçük valizime bir çift eldiven falan koyar olmuşum. Beden mi istiyor, göre göre beyin mi istiyor orasını bilmek zor doğrusu. Ancak özellikle Nisan, Mayıs aylarında Fethiye sokaklarında çok renkli görüntüler olur. Kazakları ve montları içinde gezen Fethiye’liler, ki ben de yerine göre artık bu gruba giriyorum, ve kısacık şort ve askılı t-shirtleri ile gezinen turistler. Eskiden 23 Nisan ve 19 Mayıs tatillerinde güneye indiğim zamanlarda ben de tatile neler götürüyordum acaba?

*
Benim, Findhorn Ekoköyü’ne gittiğimde, ayrıca dört gün Findhorn körfezinin hemen yakınında bulunan başka bir Budist inziva merkezinde kalma şansım oldu, adı Shambala’ydı. Eskiden Findhorn Ekoköyü’ne ait olan oldukça ihtişamlı eski bir binayı devralan Budist bir Alman tarafından işletiliyordu. Findhorn’da daha önce iki yıl yaşamış olan bir arkadaşım birkaç ay önceki son Findhorn ziyaretinde burayı görmüş, ve ben gittiğimde kalmaktan keyif alabileceğimi düşünerek bana önermişti. Gerçekten de sade, sakin, sessiz, huzurlu bir yerdi.

Findhorn Ekoköyü’nde ve hemen yakınındaki bu inziva merkezinde sabahları meditasyon çalışmaları yapılmakta. Her gün farklı hocalar ve tarzlarda yapılan bu çalışmalara isteyenler katılabiliyorlar. Ben bu Budist merkezde kaldığım ilk sabah erken kalkıp çalışmaya katılmıştım. Ancak ikinci sabah belki de hava değişiminden uyanamamıştım. Kalktığımda çalışma çoktan başlamıştı. Hazırlandım, ve iki katlı binan geniş ahşap merdivenlerinden aşağı indim, odalar ile binanın yemek ve meditasyon salonlarını ayıran camlı, geniş ahşap kapıyı açtım, ve bir iki adım atmıştım ki, kulağım gelen seslere takıldı. Meditasyon salonundan “Bismillahirrahmanirrahim” sesleri geliyordu. Bir an durdum, evet sesler meditasyon odasından geliyordu, ve içeride en az 15-20 farklı ağızdan Besmele çekiliyordu, yabancı aksanların tonlamaları ile ve devam ediyordu. Odanın karşısına denk gelen bir berjer koltuk gördüm ve hemen oturdum. Odadan dışarıya sızan Besmeleler devam ediyordu. Ne kadar güzel bir makam ve melodi ile söylüyorlardı. Durmadan tekrar ve tekrar ve tekrar. Sanırım en az 5-10 dakika o koltukta oturarak çekilen Besmeleleri dinledim. Yüreğimi farklı bir huzur ve mutluluk kaplamıştı. Sanki o odadan dışarıya yayılan bir ışık vardı. Derken ses kesildi. Ben koltukta kalakalmıştım. Bitmesini istemiyordum. Bitmesini istemiyordum.

Oturmaya devam ettim. Tahminen beş dakika sonra meditasyon odasının kapısı açıldı, içeriden çoğunluğu İskoçya ve İngiltere’nin farklı yerlerinden gelen, aralarında Alman ve Japonlarında bulunduğu gerçekten de 15-20 kadar kadınlı erkekli bir grup çıktı. İskoçya’da Findhorn Körfezinin her gün büyük bir gelgit ile dolup boşalan Findhorn Körfezi’nin sularına bakan bir Budist inziva merkezinde o sabah çoğunluğu birbirini tanımayan bir grup insan, sevgi adına, İlahi olan adına, dostluk kardeşlik adına beraberce dakikalarca Besmele çektiler. Ben kulağıma çalınan Besmele sesleri vesilesi ile ‘Taizé’ çalışmaları ve şarkıları ile ilk defa o sabah tanıştım. Grup kahvaltı salonuna geçer geçmez ilk yaptığım şey o sabah ki çalışmadan neler yapıldığını sormak oldu.

*
Arnavutköy’de Pazar sabahları kulağıma derinden gelen bir kilise çanı çalınır. Sakin olur Pazar sabahları ve haftanın telaşında duyulmayan sesler hayat bulur.

Evimde piyanomun üzerinde bir seramik heykel var. Annem teyzemi ziyarete gittiğimizde Ankara’dan almıştı benim için. Şems-i Tebrizi imiş çalışmanın adı. Mevlana’yı sevdiğim ve eserlerini ve hayatını çalıştığım için görünce almak istemiş annem benim için.

Aradığımız yer aynı.

Ve ne çok farklı yol aynı yönü gösteren.

Yüreğimizin geçtiği ve ait olduğu yerlere selam olsun.
Ve yolumuz aydın ve açık, sevgiyle.

8 Ocak 2009 Perşembe

Findhorn'dan Dünya'ya Bakış


2008 yılının Haziran ayında özel bir eğitime katılmak üzere İskoçya’daydım, ünlü Findhorn’da. Dünyanın ilk ekoköyü olmanın ötesinde, burası tüm dünyaya aralarında ekoköyler ve sürdürülebilirlik de olan bir çok konuda eğitimler veren önemli bir merkez.

Ben Joy Drake ve Kathy Tyler tarafından neredeyse 30 yıl önce geliştirilen “Dönüşüm Oyunu –The Transformation Game”in kolaylaştırıcılık eğitimini almak üzere Findhorn’daydım. Üç hafta geçirdiğim İskoçya sahildeki bu ekolojik köyde 300-400 kişilik bu küçük yerleşimin son 44-45 yılda dünyayı nasıl derinden etkilediğini görme şansına kavuştum. Doğru bildiği şeyi yapma cesaretinin ve gayretinin mükemmel bir örneği Findhorn Ekoköyü. Dünya vatandaşı olduğumuzun bilinicini taşıyan bir grup insan.

2007 yılının Ekim ayında ve 2008’in Şubat ayında Ankara ODTÜ’de yapılan Uluslararası Sürdürülebilirlik Çalıştayları’na katılma şansım olmuştu. Findhorn’dan May East ve Michael Shaw eğitmenler arasındaydılar. Enerji çalışmalarım ile ilgili farklı gruplarda Findhorn ismini oldukça sık duyardım. Bu ekoköy sadece doğal yaşam ve çevre koruma çalışmaları ile tanınmıyor dünyada. İnsana, dünyaya ve evrene dair her türlü konunun açık platformlarda konuşulduğu, tartışıldığı bir yer aynı zamanda. ODTÜ Kimya Bölümü’nden Prof. Dr. Ali Gökmen, Prof. Dr. İnci Gökmen ve Biyolog Deniz Dinçel’in katkıları ile Türkiye’de bu kavram çerçevesinde ilk defa organize edilen bu çalıştaylarda Türkiye’nin farklı bölgelerinden ve farklı eğitimlerden ve iş kollarından seçilerek bu çalışmaların parçası olan katılımcılara sürdürülebilirlik üzerine eğitim verildi. Güncel olarak dünyaya yapılanlar ve bunları bireysel, kurumsal ve toplumsal platformlarda uygulamak için araçlar ve metotlar tartışıldı, incelendi.

Sürdürülebilirlik mevcut kaynaklarımızı bitirmeden, ileride kullanmak üzere yenileyebilir ya da ürettiğimiz kadar tüketir olmak demek bir anlamda. Sürdürülebilirlik gelecek nesillerin kaynaklarına bizlerin el atmaması demek. Kestiğimiz kadar ağaç yetiştirdiğimizden emin olmak demek. Karbol salınımlarını dengelemek demek. Sürdürülebilirlik bir arada sevgi, barış, huzur içinde yaşayabilmek, sorunları ve problemleri uzlaşma ile çözmek demek.

Findhorn’dan Michael Shaw ile bir konuşmamda işi nedeni ile oldukça sık uçağa binmek zorunda kaldığını ama karbon salınımını dengelemek için Bolivya’da ağaç ektirdiğini söylemişti. Yurtdışında kimi uçak firmaları biletinizi alırken böyle bir seçenek isteyip istemediğinizi sorar oldu. Dünyada bir şeyler değişiyor. İnşallah çok geç olmadan bu değişim, bu bilinç ülkemizde de yayılır.

Findhorn ekoköyünde farklı enerji yalıtım ve ısıtma tekniklerinin kullanıldığı binalar, doğal atık ve geri dönüşüm sistemleri, organik tarım üretim bölgelerini görmek mümkün. Ayrıca ekoköy rüzgâr türbünleri ile elektrik üretiyor ve yıllık olarak enerji fazlasına sahip.

Dünya’nın her bir köşesinden gelen kişilere kendi uygulamalarını hevesle anlatıyor ve öğretiyorlar. Ben önce ODTÜ’de sonra da orijinal mekânında bu uygulamaları öğrenme ve görme şansına kavuştum. Gerçektende anlattıkları gibi yaşayan, dünyayı ve değerli kaynaklarını korumayı görev kabul etmiş bir grup insan.

Ben İstanbul ve Fethiye’de yaşıyorum. Her iki şehirde sürdürülebilirlik anlamında yaşam senaryoları oldukça farklı. İstanbul dünya kaynaklarını tüketmede dünyanın diğer büyük şehirlerinden daha iyi bir yerde değil. Fethiye henüz şehirleşmemiş yapısı ile umut vaat ediyor; Türkiye’nin bu özellikle sebze yetiştiriciliğinde önemli yeri olan ziraat merkezi doğal üretim metotları ile öncülük yapabilme potansiyelini taşıyor.

Tabi neredeyse 10 aydan fazla süre güneşli olan Fethiye ilçemizde binaların çoğunun kışları elektrik ile ısıtıldığını görmek üzücü. Findhorn’dan gelen hocalar Ankara’da binaların çatılarında neden ısıtma için ve sıcak su için güneş panelleri olmadığını sorduklarında bizler Ankara’nın soğuk bir yer olduğunu söylemeye çalışırken, İskoçya’nın çok daha soğuk ve güneşsiz olduğunu hatırlatmışlardı. Ve hayret etmişlerdi. Fethiye’ye güneşli bir Ocak günü’nde gelmiş olsalar acaba neler söylerlerdi?

*
Sürdürülebilirliğin olması için farklı boyutlarının ihtiyaçlarının karşılanması gerekiyor. Ekonomik ve ekolojik olarak sürdürülebilirliğin gerekleri var. Ancak sosyal boyutta yaşadığımız çevrelerde ilişkilerimizi ve toplumsal yaşamı sevgi, huzur ve uyum içinde sürdüremiyorsak sonraki adımları atmamız oldukça zorlaşıyor.

İskoçya’da, Ankara’da, Fethiye’de ya da İstanbul’da, tüm çabalar sürdürebileceğimiz bir yaşam için.

Z.