İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Dingin Savaşçı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dingin Savaşçı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ocak 2009 Cuma

Lodos'u Sonsuza Kadar Tutabilir miyim?



Boğaz’da kuvvetli bir Lodos var. Beyaz kuzucukları Boğaz’da sık görmüyorum.
Sahildeki tekneler sağa sola sallanıyor.

Dün birçok kaptan teknelerinin iplerini kontrol etmeye ve ayarlama geldi. Denizcilerin hava durumunu yakından takip etmesi gerekiyor. Taze bir denizci olarak yeni yeni öğrendiğim gibi.

Ben Amatör Kaptanlık belgemi alalı sanırım 2 yıl oldu. Ama Boğaz’da hiç tekne kullanmadım. Fenerbahçe’den Karaköy’e kadar ağabeyim Yaman’ın ‘Pegasus’ isimli teknesini kullandım bir defa. Ama Boğaz’a girmeye vaktim olmadı.

Arnavutköy’e bir de kendi kullandığım tekneden bakmak istiyorum bir kere. Boğaz sahillerinin manzarası denizden gerçekten çok daha farklı. Denizin üzerinde olmak farklı.

Zaman zaman Ortaköy’den kalkan gezi teknelerine bineriz arkadaşlar ile. Boğaziçi Köprüsü’den Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’ne kadar giderler genelde. Ve Avrupa kıyısından gider ve Anadolu yakası kıyılarının kenarlarından geri dönerler. İsterseniz çayınızı, neskafenizi de içersiniz. Yan iskemlelerde oturanların sohbetlerine kayar bazen kulağım, bazen güneş kemiklerimi ısıtır dalar giderim. Boğaz’ı severim, daimi akışı ile sanki bana hayatı tarif eder. Yüzlerce, binlerce gemi, tekne, kayık önümüzden geçer gider.

Tabi bizlerde olduğumuz yerde kilitli değiliz, yaşam yol almamız için açık. Sahi nerede duymuştum ben bu “kilitli değiliz” sözünü? Tamam, hatırladım.

*

Kilitli değiliz, her zaman her şeyi değiştirebiliriz.

Çocukluk rüyalarımız önemli. Bunları hatırlıyor muyuz?

Hedef yolculuğun nedenidir. Yolculuk ise yaşamın kendisidir.

İnançlarımız süre giden düşüncelerin bir oluşumu.

İstediğiniz şeyin titreşimi ile uyumlu olmak gerekiyor. Yoksa hazır bile olsa yaşamımıza giremiyor.

Olumsuzlu olumluya çevirdiğimizde çekim noktamızı değiştirmiş oluyoruz.

Ne kadar mutlu iseniz gerçek varlığınız ile o kadar bağlantıdasınız demektir. Benliğinize gerçek anlamda dürüst olmak belki de bu demek.

“Bugünü dünden daha da iyi hale getireceğim.”

Bir olumlamayı söylerken, ilk defalarda inanmayabilirsiniz, ancak söyledikçe bu kavrama açılmaya başlamış olursunuz. Kelimeler yaratmıyor, bizim titreşimimiz yaratıyor. Kelimeler kendimiz daha iyi hissetmemiz ve titreşime ulaşmak için bir köprü oluşturuyor…

Düşündüğümüz her an’da bir titreşim yayıyoruz ve bunu çekiyoruz.

Genelde de gördüklerimize dair reaksiyon veriyor ve bir titreşim yayıyoruz.

Olana uyumlu isek olan olmaya devam eder.

Ancak farklı bir düşünce ve beklentiye girebildiğimizde, hayatımızda yeni ihtimallere yer açmış oluyoruz.

İstediğimiz ile titreşimsel uyumda olmak.”


Denemeye değmez mi?

Şimdiye şükrederek, şimdiden sonra istediklerinize karar vermek gerekiyor. Ama bu bir süreç, her an yeni bir gelecek yaratım an’ı.

Örnekle öğretmek. Biz başarabilirsek öğretebiliriz, yaşamımız örneği ile.

Yaşamak gerek. Yaşamaya açık olmak.

Rahatsız eden engeller güzeldir. Bize engellerimizi gösterir, engeller ile karşılaşınca rahatlayın. İtin ve aşın demiyoruz. Rahatlayın ve dirençlerinizi bırakın.

Kendinizi suçlamayan, küçültmeyin; direnç yaratıyorsunuz, iyiliğinizin, mutluluğunuzun önünde direnç yaratıyorsunuz.

Kendinizi sevmekten başka anahtar yok; yoksa her şey yaşamınıza direnç göstermek oluyor.”


Louise Hay’in hazırladığı bir film var “You Can Heal You Life”. “Yaşamınızı İyileştirebilirsiniz” diye tercüme edeyim bu başlığı, henüz Türkçe’si yok. Bu dokümanter tarzı filmde Esther ve Jerry Hicks ile bir röportaj bölümü de var. Alıntılar onlardan… Louise Hay'in, içeriği filmden farklı olmakla birlikte, aynı adlı bir kitabı var; bu kitabın Türkçe'sini "Düşünce Gücüyle Tedavi" adıyla bulabilirsiniz.


*

‘Dingin Savaşçı’ filminden aklımda kalan bir cümle var: Socrates isimli bilge bir kişiyi oynatan Nick Nolte genç jimnastikçi Dan Millman ile konuşuyor:

- “İstediğin şeyi elde edemediğin zaman acı çekiyorsun. Elde ettiğin zaman da acı çekiyorsun, çünkü onu sonsuza kadar elinde tutamazsın.”



Ve filme tekrar eden cümleler var zaman zaman aklımda dolaşan:

Bir Savaşçı sevdiği şeyi yapar. Bir savaşçı sevdiği şeyden vazgeçmez. Yaptığı şeyde sevgiyi bulur.” Ve “Ölüm üzücü değildir; üzücü olan insanların çoğunun hiç yaşamamış olmasıdır.”

Ertesi Sabah...



Uzun yıllar Rahmetli babamla birlikte çalışma şansına kavuştum. Babam muhteşem bir öğretmen ve oldukça da enteresan bir adamdı. Doğrusu bu dünyada geçirdiğimiz 34 yıl içerisinde yeterince tanıyabildim mi bilmiyorum.

Yıllarca şantiyelerde televizyon ve belki de radyo dinleme imkânı bile bulamadan Türkiye’nin her bölgesinde çalışmış inşaatlar yapmış bir mühendisti babam. Esasında inşaat müteahhitliği yapıyordu ama bu kelimeyi sevmezdi. Mühendis olmak O’nun için önemliydi. Mezun olduğu yıllarda bir süre Karayolları Genel Müdürlüğü’nde çalışmıştı, 1950’lerin başlarında. “Biz o günlerde validen yüksek maaş alırdık, mühendislere gerçekten Devlet kıymet verirdi o günlerde.” derdi.

1956 yılında kurmuş babam ilk firmasını ve o günden itibaren ölümüne kadar da çalışmış durmadan, 2004 yılına kadar. “Rahat öbür tarafta evladım” derdi bana Babam, çalışmanın, üretmenin, bir şeyler yapmanın bir yaşam tarzı olduğuna inanırdı. Sade yaşamayı seven bu adam teknik hesaplar yapmaktan keyif alan, ve belki de bundan öte sadece Galatasaray, futbol ve balıkları severdi. Balık tutmaya vakti hiç olmadı, ama ben küçükken Pazar sabahları daha gün doğmadan beni alır ve İstanbul balık haline götürürdü. İstanbul’daki balık lokantalarının ve balık satıcılarının arasında bir mühendis adam ve küçük kızı balık ihalelerini seyrederdik. Bazen de ihalelerden balık alanlardan balık alır eve getirirdik.

Balık temizlemeyi bana Babam öğretti. Karnını açmayı, içini ve pullarını temizlemeyi. İtiraz etmeden yapardım, gerçekten bir maceraydı benim için, ilkokul yıllarımın güzel maceralarından bir tanesi.

Babam son yıllarında bir de akşam seyrettiği filmleri anlatırdı bana. Sabahları işe giderken araba ile uğrar ve O’nu alırdım. Gece uykuları oldukça azalmıştı, ve gece kulakları da pek iyi duymadığı ve annemi rahatsız etmemek için kulaklık ile televizyon seyrederdi.

Ve sabahları evden ofise yaptığımız yolculuk sırasında bana bir önceki akşam seyrettiği bir filmi anlatırdı bazen. Genelde çok konuşmayan, az öz lafı seven bu adam, bazen tüm duygu yoğunlukları ile bir filmi, karakterleri, aralarındaki iletişimi, ilişkileri anlatırdı. Sanki kendisinin yaşam ile ilgili sorguladığı şeylerin cevaplarını arardı. Babamın son yıllarda ortaya çıkan bu yönü beni şaşırtırdı. Daha doğrusu benim yeni görebildiğim yönü.

Gözlem yeteneği çok kuvvetliydi babamın. Olaylara bakmak ve olduğu gibi görmekten korkusu yoktu. Kalıpların arkasına saklanmaz ve hiçbir şeyin yapılamaz olduğunu düşünmezdi. “En zoru kendini inandırmaktır” derdi, “kendini inandırdıktan sonra başkalarını ikna etmek kolaydır.” İstenirse her şeyin yapılabileceğine inanırdı, ve etrafındakileri de buna inandırmak için uğraşırdı. Çok çabuk vazgeçtiğimiz ve engelleri imkânlardan çok saymaya alıştığımız bu toplumda böyle bir adamın varlığını sürdürmesi hiç de kolay değil. Çok yıpranmış olmalı. Ama hiç yakınmadı. Yakınmayan bir adamdı babam. Yoruldum demezdi, şikâyet etmezdi. İş ile ilgili bin bir zorluk, bin bir haksızlık ile karşılaştığımızda ben isyan ettiğimde, “bu işin şartları belli kızım, kabul etmiyorsan yapma,” derdi.

Bir de şikâyet kabul etmezdi babam, en azından yerine getirecek bir önerin yoksa. Neden yakınacak olsam, “Peki senin önerin ne?” derdi. Yani boş eleştiri ve boş yakınmalara pabuç bırakmazdı. Eleştiriyorsan çözüm getir derdi özetle. Kolay bir adam değildi babam. “Sinan farklı bir gezegenden gelmiş” diyenler olurdu. Kim bilir belki de haklıdırlar.

Bugünlerde babamı çok hatırlıyorum. Annem kendisinde kalan birkaç fotoğrafı verdi bana, babamla benim son yıllarımızda çekilmiş birkaç fotoğrafımız. Ben fotoğraf çekmeyi çok severim ve etraftakiler, özellikle annem yakınır biraz bundan. Ama biliyor musunuz ne kadar çok çektiğimi düşünsemde geriye dönüp bakıyorum ve babam ile ilgili aklıma gelen anılarımın çoğuna dair fotoğraf yok. Sanki en önemli sahneler zihnimde bir yerlerde var olmaya çalışıyor.



Bu akşam niye babam geldi aklıma. Bir film seyrettim. Dan Millman’ın ‘Dingin Savaşçı’ kitabının aynı isimli filmini. Nick Nolte oynuyor, duygusal güzel bir film. Babam seyretse severdi muhtemelen. … Ve akşam geç bir saatte tek başına seyretmiş olsa, ertesi sabah evden ofise yolculuğumuzda acaba nasıl anlatırdı bu filmi bana…

20 Ocak 2009 Salı

Ölüdeniz'de Vipassana Dinginliği


Malezya’dan e-posta geldi. Vipassana Meditasyonu hocam Jeffrey Oliver yeni yıl selamı göndermiş Türkiye’ye.

Jeff ile çok sevdiğim dostum Deniz Dinçel sayesinde tanıştık. Biyolog Deniz Hanım, ODTÜ’de 2 defa organize edilen Uluslar arası Sürdürülebilir Çalıştaylarını Prof. Dr. İnci Gökmen ve Prof. Dr. Ali Gökmen hocalarımız ile hayata geçiren kişi, tabi ODTÜ ve konuya destek veren vakıf ve kuruluşlarında kıymetli katkıları ile.

Sn. Deniz Dinçel’i Fethiye Lions Derneği 'Küresel Isınma ve Ekolojik Ayakizi' konuları hakkında Fethiye Liselerinde konferanslar vermek üzere davet etmişlerdi. Yoğun geçen iki günden sonra Deniz Hanım ile bir akşamüstü, Fethiye’de Boğaziçi Restaurant’ın kafesinde oturmuşken bana Jeff’den bahsetti, ve “İstanbul’a gittiğinde mutlaka tanışmalısın”, dedi. Sonra da Jeff’i arayarak tanışman istediğim biri var demiş, ve benden bahsetmiş. Bundan birkaç gün sonra Jeff ile İstanbul’da öğle yemeği yedik Akatlar’da. Gerçekten dingin, sakin bir adamdı Jeff. Uzun yıllar Budist rahip olarak Burma’da yaşayan bu Avustralyalı, daha sonra rahiplikten ayrılarak hocalık yapmaya başlamış. Ve son birkaç yıldır da Türkiye’ye sık sık geliyor. Hem İstanbul’da, hem de Türkiye’nin farklı şehirlerinde çalışmalar yapıyor.

Ana dili İngilizce olan Jeff Türkçe biliyor, ve daimi olarak burada yaşamıyor olmasına rağmen oldukça güzel Türkçe konuşuyor, gerçekten konuşmaya gayret ediyor. Kısaca, herhalde isteyince oluyor. Tabi meditasyon çalışmaları sırasında yine de tercümanı olarak bir kişi görev alıyor. Ben de Jeff’in çalışmaları sırasında tercümanlığını birkaç defa yaptım. Yaptığı işi ciddiye alıyor, ve hakkı ile yapmak için elinden geleni yapıyor. Yüreğine sağlık Jeff, gerçekten seninle olmak ve çalışmak büyük bir keyif.

Jeff ilk yemek yediğimiz günden kısa bir süre sonra, ağırlıklı olarak yaşadığı Tayland’a dönecekti. Fakat sonra programı değişmiş ve Van’a kadar uzanan bir Türkiye gezisi yapmıştı. Gezisinin sonlarına doğru da Fethiye’ye gelmişti. İlk defa Kasım 2007’de. Sonra 2008 yazında da bizleri kırmadı ve tekrar geldi Fethiye’ye Jeff. Ancak her iki gezide de 1,2 günlüğüne gelebildiği için kısa günlük çalışmalar yapabildik kendisi ile. Oysa daha uzun süreli 3-4 günlük, 10 günlük Vipassana meditasyonu çalışmaları yapmak da mümkün.



Kasım 2007’deki Fethiye ziyaretinde Ölüdeniz’e götürmüştüm Jeff’i. İlk defa geliyordu ve kış da olsa Ölüdeniz’i göstermek gerek diye düşünmüştüm. Akşama dersi vardı ve gündüz de oldukça hareketli bir programı olmuştu. Bu dingin adamın biraz sessizlik aradığını hissedebiliyordum.

Ölüdeniz gerçekten çok sakindi. Parkın içerisine girdik ve lagün bölgesine yürüdük. Gündüz gelen olduysa bile park görevlilerinden başka hiç ziyaretçi yoktu, henüz güneş batmamıştı. Jeff denizin kenarına yürüdü ve “Bak” dedi. Lagün çok sakindi ve çok minik tatlı dalgalar küçücük ve yuvarlak taşlardan oluşan sahili yalıyor, minik girdaplar oluşturuyordu. Sessizlik içinde suyun taşlara vuruşu, taşların denizin içine çekilişlerinin sesi, su tekrar sahile doğru gelene kadar aradaki sessizlikler ritmik ancak telaşsız ve berrak bir melodi oluşturuyordu. Jeff sanki her görüntüyü yüreğinin içine çekiyordu. Fark ettiği şeyleri bana gösteriyordu.

Fotoğraf çekmemi ister misin?” diye sormuştum. Fotoğraf makinesi vardı, hatta tesadüfen ikimizde aynı marka ve model fotoğraf makinesini kullandığımızı fark etmiştik. Ancak enteresan olan her ikimizin fotoğraf makinesi de bizlere hediye edilmişti, kendimiz seçerek almamıştık. Ben de çok memnundum makinemden, O da.

İstemem” dedi Jeff. “Ben fotoğraf çekmeyi çok sevmem. Bu görüntü buraya ait, bunu burada yaşamak isterim, görüntüsü çekerek gideceğim, olacağım yerlere görüntü ile taşımak başka bir şeydir,” demişti.

Jeff sözlerinden çok yaşayışıyla, duruşuyla, sessizliği ile öğretiyordu.

Bütün gün oldukça az konuşmaya çalışmıştım, ancak yine de günün sonunda kendi sesim bana fazla gelmeye başlamıştı. Jeff ile geçirdiğim iki günden sonra birkaç gün konuşmaya olan ilgim azaldı doğrusu. Ne kadar çok kelime ile ne kadar az şey söylüyorduk, ve söylemek için uğraşırken neleri kaçırıyorduk?

Jeffrey Oliver’in Fethiye’de yaptığı çalışmalara katılmayan, O’nun davetlimiz olduğunu bilmeyen arkadaşları sonraki birkaç gün “Ne kadar sessizsin Zeynep” demeden edemediler.

Doğrusu o günden beri ne zaman çok konuşmam gerekse, bir noktada bu kadar çok söze gerek var mı diye düşünürüm. Yaşamın ve çevremizde olanların farkına varabilmek için, görebilmek için, etken değil edilgen, yapan değil de gözleyen olmak gerekiyor zaman zaman. Ve aynı an’da merkezimizde olmak ve içinde bulunduğumuz ortamı tüm özellikleri ile deneyimlemek.

Ben yapmayı severim, aktiviteyi severim, sonuçlarını görebileceğim çalışmaları severim, bir şeyler üretmek, ortaya çıkarmak fikri ve gayreti beni mutlu eder. Ancak neyi, niçin yapmayı seçiyorum? Tercihlerimin farkında mıyım? Doğru yanlış anlamında değil, farkında mıyım? Ve o tercihler benim için uygun mu?

*



Jeff bu yaz tekrar Fethiye’ye geldiğinde çok daha kısa zamanı vardı. Güneyde başka iki şehirde olan eğitimleri arasında bir gecesi vardı, yine de davetimizi kabul etti ve Fethiye’ye tekrar geldi. Aynı günlerde Japon Shumei Derneği’nden Satoru Nakano ’da Jyorei ve Shumei Doğal Tarımı hakkında bir seminer vermek üzere Fethiye’deydi. Biri Japon, biri Avustralyalı iki hocam ile Fethiye’de olmak beni sevindiren bir manzaraydı. Hem İstanbul’da ve dünyada yapılan çalışmaları Fethiye’de de yapabildiğimiz ve tanıtabildiğimiz için; hem de bu kıymetli dostlarım beni kırmayarak geldikleri için.

Jeff bir kitap tavsiye etmişti. “Dingin Savaşçı” Sonradan fark ettim ki ben Amerika’da üniversite son sınıfta almışım bu kitabı. Aradan 15 yıl geçtikten sonra tekrar hayatıma girdi. Sonra bir koçluk eğitimimde bir arkadaşım kitabı sevdiğimi söyleyince sağ olsun Dingin Savaşçı’nın filmini verdi bana. Elinize geçerse seyretmenizi, kitabı okumanızı mutlaka öneririm.

İngilizce orijinal baskılarında Dingin Savaşçı artık sadece bir kitap değil; Dan Millman serinin devamı olarak birkaç kitap daha yazdı. Dan Millman’ı Türkiye’de birçok okur “Ruhun Yasaları” ve “Hayatınızın Amacı” adlı kitapları ile tanıyor.

Benim de çok kullandığım Numeroloji ile hayatımızın amacı ve yaşamımız bize sunacağı şartlar ve imkânlar hakkında bilgiler veriyor; Dan Millman’ın kitabında oldukça yerinde tespitler var. Kendi yaşamınıza biraz ışık tutmak istiyorsanız incelemenizi öneririm. Numeroloji bence yerine göre Astroloji’den daha doğru belirlemeler sağlayabiliyor. Doğum tarihiniz ve içinde bulunduğunuz yıl, gün ve zamanları dikkate alarak, o sayıların tarif ettiği enerjilere, uyumlarına, yaşamımız için ortaya çıkan fırsatlara ve zorluklara ışık tutuluyor. Hatta bunu bir adım daha ileriye götürerek doğarken kaderimizin, yaşam yolumuzun bu doğum tarihi ile belirlendiğini, bir anlamda şifrenin bu olduğunu söyleyen üstatlar da var. Sayıların sizin için anlamını belirleyebilecek olan sadece sizlersiniz, ancak sayılar kanalı ile bizlere gelen bir bilgi olduğunu ben kabul ediyorum. Evrendeki çok farklı bilgi aktarım sisteminden bir tanesi sayılar.

Tabi sorularımızı sorma cesaretini gösterdiğimizde, cevaplar neredeyse fark edebileceğimiz her kanaldan geliyor.

Yaşam yolumuzda karşıma çıkan ve destek veren tüm hocalara teşekkürler. Onlarında yolları açık olsun.

27 Aralık 2008 Cumartesi

Önce Soru Vardı



Arnavutköy’de bir Cuma akşamüstü. Bilgisayarımdan başımı kaldırdığımda henüz Kuleli Askeri Lisesi’nin ışıklarının yanmadığını görüyorum. Aralık ayının 26’sı ve günler oldukça kısa. Sahil yolundan geçen arabaların sesleri geliyor, ancak Boğaz’dan geçen tekneler oldukça sessiz. Balıkçı tekneleri, gezi tekneleri, sandallar, bazen vapurlar. Bazen büyük bazen küçük motor yatlar. Boğaz’dan yelkenlileri görebilmek için ise özel yarış günlerini beklemek gerek. Sakin bir telaş var hep Boğaz’ın üzerinde. Ve bazen de geceleri sessizce adeta penceremi dolduran dev yük gemileri ve tankerler. Yaşam gözlerimin önünden akıp gidiyor. Güneş açtığında parlayan deniz bu soğuk kış gününde belki de ince ince yağan yağmurun etkisi ile açık uçuk mavi bir renk almış. Arnavutköy’deyim ve bir yıl bitmek üzere.

Bir gündüz vakti camdan dışarıyı, başımı bilgisayarımdan kaldırarak da olsa, seyretme zamanı bulmak her zaman yapabildiğim bir şey değil. Ancak bu yılın sonu bazı sorunları sormanın doğru olduğunu düşünmeye başladığım bir zaman oldu. Sorular ile yürüdüğüm yolun ayrılmaz bir parçası.

Soru sormak, yüreğimizden geçen gerçek soruları sormak bizlerin çok da başarılı olduğumuz bir şey değil. Meraklı bir toplum olduğumuz düşünülebilir. Ancak yüreğimizdeki en derin soruları sormaya cesaretimiz var mı, işte bunu sorguluyorum. Her gün. Öncelikle kendim için, sonrasında da yaşamlarına destek vermeye söz verdiğim kişiler için.

Evet, ben bir yaşam koçuyum. Yaptığım şeylerden bir tanesi bu.

Bir yaşam koçu özellikle dinleyerek ve sorarak karşısındaki insanın kendi içindeki en derinlerine ulaşmasına destek vermeye çalışan bir insan. Kısaca böyle özetleyebilirim belki de. Ve kim bilir belki de bu sorular bulmayı arzu ettiğimiz cevapların o kadar da derinlerde olmadığını gösterebilir.

Yılın bitmeye yaklaştığı bu günlerde ben buradaki yazılarıma sorular ile başlamak istiyorum. Cevapları, cevaplarınızı araştırmaya ne dersiniz?

Haydi yolunuz açık olsun…

*
Sorular… Sorular… Sorular…:

? Siz kimsiniz?

? Sizi gerçekten neler mutlu ediyor?

? Gerçekten ve tam olarak ne istiyorsunuz?

? Yaşamınızın her gününde daha çok neleri deneyimliyor olmak istersiniz?

? Yaşamınızda direnerek veya tepki vererek enerjinizi harcadığınız şeyler neler?

? İstediğiniz gibi bir yaşam yaratmak için gerçekten arzu ettiğiniz şeylerin neler olduğunu bilmek adına neler yapabilirsiniz?

? İstemediğiniz halde ‘hayır’ diyemediğiniz durumlar hangileri?

? Hayatınızda tamamlanmadığı ve yarım bırakıldığı için ilerlemenize engel olan şeyler nelerdir? … Bunları tamamlamak için neler yapabilirsiniz?

? Elinizden geleni yaptığınızı tamamen hissediyor olmanız için neler yapıyor olmanız gerekiyor?

Söyleyecek söz çok, ancak sorular olmadan da anlamlı sözleri bulmak kolay değil.

Yolumuz açık olsun.

Sevgilerimle,

Z.

______________________________________
Günün Onaylaması:
“Kimse beni kıramaz, üzemez ve kötülük yapamaz, eğer ben izin vermezsem.”
R. Şanal Günseli

Üstatlardan:
“Dışardan bir şeyler tarafından uyarılmış olsalar da, hakiki başlangıçlar içimizde başlarlar.”
William Bridges

Zeynep’in Okuma Tavsiyesi:
“Dingin Savaşçı” Yazar: Dan Millman

______________________________________
www.serbestyazarlar.com adresindeki yazılardan.

10 Nisan 2008 Perşembe

Ruhun İsteğini Bilmek ve Kabullenebilmek



Yeryüzünde Cennet’i Yaşamak

Japon Shumei Vakfı’ nın İstanbul’daki merkezinin temsilcileri olan çok sevgili iki dostum var. İnsan bedeninin ve ruhunun arınması için farklı çalışmalar yapıyorlar. ‘Jyorei’ adlı bir Japon enerjisel arındırma tekniğini öğretiyorlar; hem de zirai toprakların korunması ve bu vesile ile hem insan sağlığının hem de toprağın ve yeraltı sularının korunması için doğal tarım metotlarını öğretiyorlar. Shumei Vakfı’nın öğrettiği bilgelikler de, ruhun arınması ile insanın gündelik yaşamında mükemmel sağlık, sevgi, bereket ve güzelliği yaşayabileceğini öğretiliyor.

Yine çok sevdiğim Avustralya’lı Vipassana Meditasyonu hocam Jeff Oliver, içsel farkındalığımızı artırarak kendimizi tanımamıza yardımcı oluyor. Kadim Tibet bilgeliklerindeki bilgileri de gündelik yaşamımızda kullanma fırsatını sunuyor bizlere. Farkındalık esasında içimizdeki perdeler ardında saklanmış gerçek düşüncelerimize, duygularımıza ulaşmamızı ve kendimizi tanımamızı sağlıyor. Affetme ve Sevgi Meditasyonlarını öneriyor Jeff Oliver. “Eğer kendini gerçekten seviyorsan, hiç kimseye zarar vermezsin. Eğer kendini gerçekten seviyorsan, başkasını kolayca seversin” diyor.


Vipassana meditasyonu ile kişi düşünce ve hislere objektif yani nesnel olarak bakarak kendi doğasını keşfetme yolculuğuna çıkıyor.

Burada kişiyi huzur ve dinginlik bekliyor. Üniversite yıllarında Amerika’da okurken Dan Millman’ın “Dingin Savaşçı” adlı bir kitabını okumuştum. Bundan birkaç ay önce Jeff tekrar okumamı önerdiğinde bu kitaba geri döndüm ve yaşamın ne kadar güzel bir keşif yolculuğu olduğunu düşündüm. Tekrar ve tekrar ve tekrar. Ve durmadan. Dünyada huzur ve mutluluğu hissetmek mümkün. Shumei Vakfı tarafından aktarılan bilgeliklerin 1950’lerde ölen bilge Üstadı Meishusama olarak anılan Mokichi Okada’ da aynı şeyi öğretmiş ve bu bilgiler kitapları ile yetişen hocalar kanalı ile bugün bizlere de ulaşıyor.

Dingin Savaşçı

Dan Millman’ın “Dingin Savaşçı” kitabı kişisel gelişim yolunda yürüyenlerin ve ruhunun sesini duymak isteyenlerin mutlaka okuması gereken bir kitap. Socrates, Joy ve Dan’in macerası eskimeyen bir hikâye.

Yüzde Doksan dokuz’luk Dünya’da Sonsuz Kaynağı Bulmak

Kabala kökeni Hz. İbrahim’e dayandığı kadar söylenen eski bir bilgelik. The Kabbalah Centre Los Angeles ofisinden geçenlerde bir e-posta gelmişti. Yaşama ve olaylara tepkisel değil proaktif olarak yaklaşmamızı da vurgulayan bu öğreti de, egomuz ile gerçek özümün arasıdaki fark üzerinde duruluyor. İnsan egosunun farkına vardığında ve egonun isteklerini değil de özünün, ruhunun isteklerini dinlediğinde, sonsuz bir kaynak ile bağlandığını belirtiyor. Sınırlı bilincimiz ve yaklaşımlarımız ile yaşadığımız gerçekliği “yüzde bir” dünyası olarak tanımlarken, “yüzde doksan dokuz”luk bir dünyanın bizi beklediği belirtiyor. Bana gelen e-posta’da Yehuda Berg’in “Tanrı’nın 72 Adı” kitabında yer alan “Yeryüzünde Cennet” ismi yer alıyordu. İçimizde olan ve Işık’a dair olmayan özelliklerimizi fark ettiğimizde, bunların özümüze ait özellikler değil egomuza ait özellikler olduğunu fark ettiğinde, ve yaşamımıza Yaradan’ı, Işık’ı davet ettiğimizde her şeyin mümkün olduğunu bizlere hatırlatıyor.

Bio-enerji hocam Sn. Moshe Abudaram bana yıllardır insanın özündeki gücü ve yetenekleri kavramak konusunda yol gösteriyor. Ve hatırlatıyor “Biz kimseyi iyileştiremeyiz. Sadece kişinin kendi gücünü görmesini sağlayabiliriz. Belki farklı seçenekler sunabiliriz ama ancak o kişi seçeneğini seçebilir. Ya da kapıyı açabiliriz, ama kapıdan geçip geçmemek kişinin kararıdır. İnsana verilmiş muazzam bir yaratma gücü var – hem hastalığı hem de sağlığı.” Neyi seçiyoruz? Seçimlerimizi ve bunun ardındaki nedenleri incelemek bir kendini keşfetme yolculuğu.

Sürdürülebilirlik Ankara’da Sürüyor…

Şubat ayında yine Ankara’daydım. Yazılarımı takip edenler bilirler geçen Ekim ay’ında Ankara’da Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde bir çalıştaya katılmıştım. Şubat ayında, 11-17 Şubat 2008 tarihlerinde ODTÜ’de bu Uluslararası Çalıştay’ın ikincisi gerçekleştirildi. Ben bu çalıştaya katılma fırsatına sahip olduğum için kendimi çok şanslı sayıyorum. Bir haftayı ünlü Findhorn Ekoköyü’nden Brezilyalı aktivist May East ve İtalya’dan Torri Superiore Ekoköyü’nden gelen Massimo ve Lucilla Candela ile geçirme fırsatımız oldu Ankara’da. Permakültür kavramının da ele alındığı çalıştay bana yaşama dair çok şey düşündürdü. Yaşamın sosyal, ekolojik ve ekonomik boyutlarda sürdürülebilmesi ve dünya yaşamı açısından insanoğlu’nun dünyada varoluşunu sürdürebilmesi için yapılması gerekenleri günlük yaşamımızda ne kadar çok ihmal ediyoruz aslında. Dünya insanoğluna muazzam kaynaklar sunuyor. Bize düşen bunları vicdanlı bir şekilde kullanmak.

Bizler sarf etme, kullanma alışkanlıklarımızı değiştirmediğimiz takdirde, dünyanın artan nüfus ile insanoğluna yetmesi mümkün görünmüyor. Aldığımız ya da kullandığımız her şeye ihtiyacımız var mı? Gereksiz satın alınan ve kullanılmayan malzemelere harcanan kaynakların yerine konması için belki milyonlarca yıl gerekiyor. Permakültür ve ekolojik bakış açısı ileriki aylarda özellikle ele almak istediğim bir konu. Kendimizin ve çevremizdekilerin yaşam kalitelerini artırmak için bizler kişisel gelişim yolunda yürürken, aynı zamanda yaşayabilmek için gereken ana kaynaklarımız için aynı özeni göstermek gerekiyor diye düşünüyorum. “Sizin seçiminiz” diye hatırlattı bize Massimo Candela tekrar ve tekrar. İnsanoğlu seçimlerinin sonuçlarını yaşıyor günahıyla cevabıyla. Ve bir de ısrarla hatırlattıkları bir konuda artık ülkemizinde içinde yer aldığı gelişmiş ülkelerde nüfusun %97’sinin %3’ün yetiştirdiği ürünler ile beslendiği. Ziraat gerçekten çok önemli ve dünya kendini besleyebilme özelliğini gittikçe yitiriyor. Benim ilkokul yıllarımda ülkemizin özellikle ziraat yönünden kendine yetebilen bir ülke olması ile övünürdük; şartlar artık hızla değişiyor.

Hocalarımızın bazı notlarını aktarmak istiyorum: Organik gıdaları tüketmek sağlığımız açısından faydalı. Bunların içinden yöremize yakın yerlerde üretilenleri tüketelim. Yiyeceğin seyahat etmesinin besin değerlerinin azalması yanında, nakliye nedeni ile karbon salınımı nedeni ile zararı oluyor. Mevsimin sebze ve meyvelerini tüketelim ve paketlenmemiş ürünleri tercih edelim. Gıdaların nakliyesi ve paketlemesi en büyük ekolojik ayak izi bırakan unsurlardan. Ve balkonunuzda bir saksıda da olsa, kendiniz için bir şeyler yetiştirin, doğa ile bağlanın.

Evet, belki de bizlerin doğanın bir parçası olduğumuzu hatırlamaya ihtiyacımız var.


Mevlana’nın Misafirleri

17 Şubat 2008 Pazar günün ODTÜ’nün çok özel bir misafiri vardı. Çok yoğun bir kar yağışının ardından şehir sanki uykuda gibi sakindi, ancak ODTÜ’de sabah saat 9’da Kongre ve Konferans Merkezi’nde yağan yoğun kara rağmen önemli bir konuğu dinlemeye gelenler vardı. Uluslararası Mevlana Vakfı’nın ikinci başkanı ve Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin 22.kuşaktan torunu Sn. Esin Çelebi Bayru Mevlana ve Mevlevilik üzerine bir konuşmak yapmak üzere gelmişti. Ben de kendisinin konuşmasını Türkçe’den İngilizce’ye tercüme etme sorumluluğunu almıştım. Hz. Mevlana’nın hayatı ve eserleri benim üzerinde çalıştığım bir konu olmasına rağmen çok heyecanlandığımı itiraf etmeliyim.

Sn. Esin Çelebi Bayru, konuşmasına başlarken dedi ki: “Büyüklerimden şöyle bir söz öğrenmiş idim. Derlerdi ki Velilerden bahsedilen yerlere o Velilerin misafirleri gelir. Bugün burada Hz. Mevlana’dan bahsedeceğiz, demek ki hepimiz O’nun misafirleriyiz.” Ne güzel bir ifade ve düşünüş. Gerçekten de o gün çok huzurlu, dingin ve sevgi dolu bir enerji hâkimdi o salonda.

Sn. Esin Çelebi Hz.Mevlana’nın yaşamı ve eserleri ile ilgili çok kıymetli bilgiler paylaştılar. Bunlara ek olarak önemli bir noktayı da hatırlattı b. Bildiğiniz gibi 2007 yılı UNESCO tarafından “Mevlana Yılı” ilan edilmişti. Bilmediğimiz konu ise bunun bir proje olarak Uluslararası Mevlana Vakfı tarafından UNESCO’ya sunulduğu. Proje sunulmuş ve UNESCO tarafından beğenilerek kabul edilmiş ve Mevlana Yılı kavramı ortaya çıkmış. Sn. Esin Çelebi Hanımefendi bizlere, biz kendi değerlerimizin arkasında durursak bu değerlerin kıymetini duyurmak şansımız olduğunu hatırlatıyor. Ve bu vesile ile ben de sizleri Mevlana hakkında bilgilenmeye davet ediyorum tekrar. Kim bilir belki Mesnevi’nin satırlarında, belki Divan-ı Kebir’in dizelerinde ruhunuzun aradığınız parçalarını bulacaksınız.

Belki de tıpkı Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin söylediği gibi:

Bir can var canında o canı ara,
Beden dağında ki gizli mücevheri ara,
Ey yürüyüp giden dost, bütün gücünle ara,
Aradığını dışarıda değil, kendi içinde ara
.”


Çin’den Arjantin’e … Mısır’dan Fildişi Sahilleri’ne …

Yaşam beni çok küçük yaşlardan itibaren çok farklı ülkelerden, milletlerden, dillerden, dinlerden insanlar ile karşılaştırdı. Kültürlerimiz, alışkanlıklarımız ne kadar farklı olursa olsun özde hiç farkımız olmadığı hep gösterildi bana. Üniversite yıllarda Cornell Üniversite’sindeyken Çin’den Arjantin’e, Avustralya’dan, Ekvator’a, İspanya’dan Bolivya’ya, Mısır’dan Fildişi Sahilleri’ne ve Pakistan’a kadar dünyanın dört bir köşesinden gelmiş arkadaşlarım vardı. Tüm farklılıklarımıza rağmen beraber okumayı, öğrenmeyi, gezmeyi, eğlenmeyi başarıyorduk. Bir üniversite kampüsünde birlik hissini yaşadım ben. Bir de o yıllardan hoşuma giden şey Türk olmanın çok “havalı” bir şey olması idi. Belki dünyada yaşanan olaylar Amerika Birleşik Devletleri’nde bir yabancı olarak var olmayı zorlaştırmış olabilir. Ama esasında insanlar değişmedi. Sadece korkularımız arttı. Korku ve yargıları koşulsuz sevgi ile aşabileceğimize inanıyorum ben. Çünkü ben insanın özündeki iyiye inanıyorum.

Bundan bir süre önce bir ekoloji grubu içinde yazışıyorduk. Kurumların çevreye ve insan sağlığına duyarsızlıkları hakkında konuşurken kurum diye bahsettiğimiz olgunun esasında ne kadar sanal bir şey olduğunu fark ettim. Bir kurumun yaptığı zararlardan ya da dünyayı ve çevreyi olumsuz etkileyen hatalardan bahsederken, esasında bir kurumun öz’de çalışanlarından ve ortaklarından oluştuğunu hatırlayabildim birden. Ve bir umut belirdi içimde. İnsanlar değişirse kurumlarda değişebilir. Ben insanın değişebileceğine, gelişebileceğine, dönüşebileceğine inanıyorum çünkü her geçen gün ben bu değişimleri yaşıyorum. Tüm olumsuzluklara rağmen umut olduğunu hissettiriyor bana bu. Ben insanın içindeki güce inanıyorum.

İnsan ruhu özünü bulmayı istiyor. Japonya’da, Tibet’te, Avustralya’da, Amerika’da ya da Türkiye’de.

İstanbul’da, Edirne’de, Antalya’da, Fethiye’de, Ankara’da, Elazığ’da ya da Samsun’da…

Ve her birimiz, ruhumuzun sesini duyarak onun yolunu izlemeye başladığımızda, hepimizin yolu biraz daha açılıyor.

Karşılaştığım tüm öğretiler bana aynı yönü gösteriyor.


En azından bu bana ısrarla tekrar ve tekrar gösteriliyor.

İnsan ruhu yönünü ve yolunu, özünü arıyor.

__________________________________________________________________
Ayın Onaylaması:

“Mucizeler her gün oluyor. Problemimi çözümlemek için içime yöneliyorum ve İlahi şifayı kabul ediyorum. Ve öyledir.”
Louise L. Hay
________________________________________________________________________
Üstatlardan:

“Yapmaya cesaret edemememizin nedeni işlerin zorluğu değildir. Biz cesaret edemediğimiz için işler zordur.”

Seneca
________________________________________________________________________
Zeynep’in Okuma Tavsiyesi:

“Cesur Sorular”; Yazar: Dost Can Deniz