İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Barselona etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Barselona etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Haziran 2009 Perşembe

Lizbon Sokaklarından



Dünyada gezdiğim şehirler içerisinde Barselona bana İstanbul’un ruhunu hatırlatsa da Lizbon fiziki özellikleri ile bence İstanbul’a daha çok benzer. İnişler çıkışları, dar yolları, denizi, kıyıları. Yalnız tarifi zor bir hüzün vardır Lizbon’da, İstanbul’da olmayan.

İstanbul karışık, karmaşık, belirsizlikler ile dolu ve insanı yoran bir şehirdir. Yüzlerin çok gülmediği, özellikle kış aylarında kalabalığın ve trafiğin insan ruhunu zorladığı bir şehirdir İstanbul. Yazları ise biraz nefes alır; biraz daha sakin, biraz daha huzurlu ve daha yaşanabilir olur.

Bazen kızgınlık, telaş ve rekabet vardır İstanbul’da. Ama tarihi mekânlarında bile hüzün yoktur. Yaşanmışlığın izleri hissedilir ve insanın ruhunu derinden etkiler, ama buna hüzün denilemez.

Lizbon’un benim hayatıma kattığı en güzel şeylerden bir Fado’dur. Sadece Lizbon’un değil, Portekiz’in. Fado hüzünden hayat bulan bir müzik türü. Yüreğin seslenişi. Hüzünlüdür Fado. Melodileri de hüzünlüdür, sözleri de. Ayrılıklara dairdir en çok, kavuşamamaya dairdir. Yine de severim ben. Belki Portekizce sözlerini yeterince derinden anlamadığım için. Belki ruhum bazen hüzün ile buluşmak istediğinden.

Yıllar önce Cristina Branco’yu dinlemiştim İstanbul’da. Sonra uzun süre CD’lerini dinledim. Fado’nun unutulmaz ismi Amalia Rodrigues ’i de. Bir kere dinlemeye başlayınca ara veremiyor insan. Neden bilmem.

Fado nedir bundan bahsetmedik değil mi? Fado bir halk müziği türü Portekiz’de. Portekiz gitari ve klasik gitar eşliğinde genellikle kadınlar tarafından söylenen, özellikle denize yolu edilen denizciler ve balıkçılarında ardından, geri dönüşlerini beklerken bir yandan umutsuzluğa dönüşen ve hasretlerini döktükleri bir ağıttır adeta. Ama sanki gizli bir umut da vardır bir yerlerde saklı. Ayrılığın acısı ile yitmeye başlayan kavuşma umudunun ruha işleyen karışımıdır Fado.

Barco Negro benim belki de en çok sevdiğim Fado parçalarından bir tanesi. Dinlemenizi öneririm. Özellikle de Amalia Rodrigues’den…

19 Ocak 2009 Pazartesi

İstanbul'u Arzulayan Resimler


Mayıs ayıydı. 2005. Barselona’ya tekrar gidiyordum, İstanbul’a çok benzettiğim bu şehre. Ve ilk yolculuğumdan farkı belki artık bu topraklarının dilinin bana o kadar da yabancı olmamasıydı.

Doğrusu Figueres’e, Dali’nin şehrine gitmek başta programda yoktu, ama 1-1,5 saatlik bir yolculuktan sonra Dali Müzesi’nde bulmuştum kendimi. Gerçekten de enteresan bir hayal dünyasında.



Sabancı Müzesi’ne Picasso sergisi ilk Barselona seyahatimden ve oradaki Picasso Müzesi’ni gördükten sonra gelmişti. Kasım 2005’ten Mart 2006’ya kadar Picasso gezindi İstanbul Boğazı’nda. Ve şimdi Dali, ve gitmesine az kaldı.

Her müzenin ayrı bir ruhu var, resimlerin ayrı bir ruhu olduğu gibi. Ve her resmin enerjisinin biz insanlar gibi olmak istediği yerler, dolaşmak istediği topraklar var. Bazen kök salacakları yerleri çabuk bulurlar. Bazense onlar da bizler gibi yüreklerinin çağırdığı yeri arar dururlar.

İstanbul’da Arkeoloji Müzesi farklıdır. İstanbul Modern ve Sabancı Müzeleri de bu şehri müzeleri olan diğer şehirler ile artık daha çok bağlıyor sanki.

Fethiye Müze Müdürlüğü’ne her gidişimde yüreğim biraz burkulur. Bu toprakların sunduğu tarihi korumakta, kollamakta, paylaşmakta neden bu kadar zorlanıyoruz diye. Ortaokul yıllarında ilk defa gittiğim Londra’daki British Museum’u gezdiğim günlerdeki hayretimi hatırlıyorum. Aynı tarihlerde İstanbul’da gezebildiğim Müzeler Topkapı Sarayı Müzesi ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’ydi. Londra’ya gittiğim aynı yıl Paris’te Louvre Müzesi’ni de gezme şansım olmuştu. Ağabeyim Yaman ile müzede saatlerce kaldıktan sonra müzenin kapanma saatinin yaklaşmakta olduğunu fark edip koşarak yetişmiştik bazı bölümlerine. O günden sonra belki 4-5 defa daha Paris’e gitme şansım oldu. Ve karar verdim Louvre’ı gezme macerası bitmez. Ve bu güzel bir şey.

Bir yeğenim var altı yaşında. O Salvador Dali’nin İstanbul’daki sergisine benden önce gitti, anaokulu sınıfı ile. Ben ortaokul’da Mona Lisa ile tanıştım. Yine de çok şanslıydım. Ancak devir değişiyor, ne dersek diyelim dünya ile Türkiye arasındaki sınırlar artık çok farklı renkler ile çiziliyor.



Son Japonya seyahatimde Kurashiki’deki Ohara Sanat Müzesi’ni gezmiştim. Kurashiki, Okayama’nın batısında gerçekten rüya gibi küçük bir tarihi şehir. Ve bu şehirdeki Ohara Müzesi’nde Signac, Toulouse-Lautrec, Gauguin, Renoir ve Degas gibi sanatçıların eserlerini görmek mümkün. Orada bir Rothko gördüğümü de hatırlıyorum. Ohara Sanat Müzesi’nin bir özelliğine Japonya’da Batı eserlerinin daimi olarak sergilendiği ilk müze olması. Müzenin yeni bölümlerinde Japon, Yakın ve Uzak Doğu eserlerini de görmek mümkün.

*

Müzeler resimlere ev sahipliği yapıyor. Aramızda olan veya olmayan sanatçılardan bize emanet kalanlara bir yuva sağlıyor. Resimler de, heykeller de bizlerin arzuladığı gibi geceleri ruhlarının huzurda olacağı ve gündüzleri yaşam ile karışabilecekleri mekânları arıyor. Bir ev, bir müze veya bir atölye. Ve kimi resimler kapalı dolaplarda, depolarda gün ışığına çıkacakları zamanı bekliyorlar.

Haydi İstanbul misafirperverliğe devam. Kim bilir hangi ressam seninle kucaklaşmak istiyor.