İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
Picasso etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Picasso etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Başarı gelir mi?




"Yazmayı seviyorsun galiba?" dedi Japon hocam. Gerçekten de yazı ile ilgili konuları, düşüncelerimi, projelerimi aktarırken gözlerim parlıyordu. Yapılabilecek onca şey varken nedense ve hep yazı yazmak geçiyor içimden. Yine de daha gerçekten yazmak istediklerimi yazmaya başlamadığımı hissediyorum. Ancak olduğum yolu yürümeden başka bir yere gitmem herhalde mümkün değil. O yüzden yazıyorum yazabildiğim kadar.

Londra'ya son gidişimde yine Tate Modern 'e uğramak istedim. Neler var diye. Futurism üzerine çok güzel bir sergi çıktı karşıma. Gerçekten ışıkla dolu, aydınlık resimler karşıladı beni. 1900lü yılların başlarındandı bir çoğu. Ve Per Kirkeby 'in sergiside vardı karşı salonda. Resimlerini ilk defa bir sergide görüyordum. Danimarka'nın belki de en çok tanınan ressamlarından ama ben resimleri ile karşı karşıya gelmemiştim. Jeoloji mezunu olan ressamın çok sayıda kitabı da var. Benim ruhuma en çok suluboya çalışmaları hitap etti, beyaz kağıtların üzerine morlar dahil her türlü rengi neşe ve ışık ile kullandığı.

Ve Tate Modern'in en üst katında St. Paul Katedrali'nin manzarası ile yemek yiyebileceğiniz bir lokantası var. Manzarası gerçekten güzel. Oxo binasının en üst katındaki manzaraya benzer ama sanki karşı sahili biraz daha yakından gören bir manzara bu. Ve ne zaman giderseniz gidin gerek müze gerekse lokanta dolu oluyor. Yaz aylarında olduğumuz için müzeye gelmiş olan okul grupları ve çocuklar çoktu. Birçok müzede görebileceğiniz gibi burada da çocuklar kalemleri, kağıtları ve boyaları ile gelmişler ve gördükleri resimlerin benzerlerini yapmaya çalışıyorlardı. Genelde bunu yapan erişkinleri daha çok görürüz ama Futurism sergisinde büyükler kadar çocuklar da vardı. Normalde saat altıya kadar açık olan müze, Cuma ve Cumartesi günleri akşam saat ona kadar açık. Ve özel sergiler dışında ücretsiz olarak gezilmesi mümkün.


Kendimizi ifade etmenin bir çok yolu var. Öncelikle sesler ve sözcükler var. Dudaklarımızdan duymasını istediğimiz kulaklara dökülebilirler. Kıymetli ama her zaman yeterli değil. Her zaman mümkün değil. Bazen ötesi gerekiyor. Ötesi her ne ise bizim için. Müzik, resim, yazı, heykel, dans, grafitti, ıslık ... Alışıldık yollar var ve hiç denenmemişler. İnsana dair olan belki binlerce yıldır özde çok değişmiyor. Mağra resimlerini çizen kardeşlerimizin duyguları temelde Tate Modern'deki Futurism sergisinde bir resmi asılı duran Picasso'dan ne kadar farklı acaba? Yazarken veya çizerken hangi ihtiyaçlarımızı karşılamaya çalışıyoruz acaba? Yapmamız gereken onlarca şeyi tamamlamak için zorlanırken, gerekmediğini halde yapmak için yanıp tutuştuğumuz şeylerin bizim için bellki ki farklı bir anlamı ve değeri var. Başarı için gerekli olan bu arzu yapmamız gerekenler için de yaratılabilir mi? Yoksa başarı için olan arzunun peşinden mi gitmek gerekiyor? Başarı için gereken ne aslında?

John Randolph Price'in çok güzel kitapları var. Bir tanesinin adı Başarı Kitabı (The Success Book). Henüz Türkçeye çevrilmiş değil, ama güzel küçük bir el kitabı. Başarıya dair. "Başarı bilinciniz olmadan başarılı olunamaz," diyor J.R.P

21 Ocak 2009 Çarşamba

Ruhumun Parmak İzi



Resim yaparken bazen 1 metreye 2 metre bir tuval ve kullandığım spatüller küçük gelir. Gider bir sünger alırım, ya da eldivenlerimi giyip ellerim ile boyamaya devam ederim. Bazense 0 numaralı bir suluboya fırçası fazla kalın gelir yapmak istediğim çizgiler için. O an için neyin uygun olduğunu o an’da yüreğim belirler.

Ben önden uzun tasarlamalar ile resim yapmayı çok uzun zamandır bıraktım. Tasarlayan ben ile yapan ben arasında geçen zamanda farklı bir ben var artık. Ön çalışmalarımı yaparım, bunu yapmamayı kastetmiyorum. Ancak iş fiilen yapmaya geldiğinde, hangi Zeynep duruyorsa tuvalin karşısında resmi yapan da iş de O’dur. Yapılması gerekeni değil içimden yapmak geleni yaparım.

“Zeynep senin tarzına benzer bir sergi var aman kaçırma” der bazen beni çok yakından tanımayan arkadaşlarım. Daha yakından tanıyanlar bilirler. Benim yaptığım gibi resim yapanları görmek güzeldir, ancak öğrenmek için değil, faydalanmak için değil, o ressamı daha iyi tanımak ve anlamak için, bir insanı tanımak için. İlham almak içinse şiir okumak isterim, bir romanı okumak veya müzik dinlemek isterim. Yaşamak, hissetmek ve sonra da yapmak hissettiklerime dair.

Picasso olamam ben, Dali olamam, Fikret Mualla olamam ben, Halide Edip Adıvar, Orhan Veli veya Orhan Pamuk olamayacağım gibi. Sadece ve sadece Zeynep Kocasinan olabilirim ben.

Başkaları gibi olmaya çalışabilirim; başarmam mümkün değil.

Bana ait bir ses var içimde. Ve işte o ses benim esas parmak izim.

İçimdeki ses ruhumun parmak izi.

*

Goethe: “Yapabileceğiniz ya da yapabileceğinize inandığınız bir şey varsa harekete geçin. Eylemde sihir, zarafet ve güç vardır.”

19 Ocak 2009 Pazartesi

İstanbul'u Arzulayan Resimler


Mayıs ayıydı. 2005. Barselona’ya tekrar gidiyordum, İstanbul’a çok benzettiğim bu şehre. Ve ilk yolculuğumdan farkı belki artık bu topraklarının dilinin bana o kadar da yabancı olmamasıydı.

Doğrusu Figueres’e, Dali’nin şehrine gitmek başta programda yoktu, ama 1-1,5 saatlik bir yolculuktan sonra Dali Müzesi’nde bulmuştum kendimi. Gerçekten de enteresan bir hayal dünyasında.



Sabancı Müzesi’ne Picasso sergisi ilk Barselona seyahatimden ve oradaki Picasso Müzesi’ni gördükten sonra gelmişti. Kasım 2005’ten Mart 2006’ya kadar Picasso gezindi İstanbul Boğazı’nda. Ve şimdi Dali, ve gitmesine az kaldı.

Her müzenin ayrı bir ruhu var, resimlerin ayrı bir ruhu olduğu gibi. Ve her resmin enerjisinin biz insanlar gibi olmak istediği yerler, dolaşmak istediği topraklar var. Bazen kök salacakları yerleri çabuk bulurlar. Bazense onlar da bizler gibi yüreklerinin çağırdığı yeri arar dururlar.

İstanbul’da Arkeoloji Müzesi farklıdır. İstanbul Modern ve Sabancı Müzeleri de bu şehri müzeleri olan diğer şehirler ile artık daha çok bağlıyor sanki.

Fethiye Müze Müdürlüğü’ne her gidişimde yüreğim biraz burkulur. Bu toprakların sunduğu tarihi korumakta, kollamakta, paylaşmakta neden bu kadar zorlanıyoruz diye. Ortaokul yıllarında ilk defa gittiğim Londra’daki British Museum’u gezdiğim günlerdeki hayretimi hatırlıyorum. Aynı tarihlerde İstanbul’da gezebildiğim Müzeler Topkapı Sarayı Müzesi ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’ydi. Londra’ya gittiğim aynı yıl Paris’te Louvre Müzesi’ni de gezme şansım olmuştu. Ağabeyim Yaman ile müzede saatlerce kaldıktan sonra müzenin kapanma saatinin yaklaşmakta olduğunu fark edip koşarak yetişmiştik bazı bölümlerine. O günden sonra belki 4-5 defa daha Paris’e gitme şansım oldu. Ve karar verdim Louvre’ı gezme macerası bitmez. Ve bu güzel bir şey.

Bir yeğenim var altı yaşında. O Salvador Dali’nin İstanbul’daki sergisine benden önce gitti, anaokulu sınıfı ile. Ben ortaokul’da Mona Lisa ile tanıştım. Yine de çok şanslıydım. Ancak devir değişiyor, ne dersek diyelim dünya ile Türkiye arasındaki sınırlar artık çok farklı renkler ile çiziliyor.



Son Japonya seyahatimde Kurashiki’deki Ohara Sanat Müzesi’ni gezmiştim. Kurashiki, Okayama’nın batısında gerçekten rüya gibi küçük bir tarihi şehir. Ve bu şehirdeki Ohara Müzesi’nde Signac, Toulouse-Lautrec, Gauguin, Renoir ve Degas gibi sanatçıların eserlerini görmek mümkün. Orada bir Rothko gördüğümü de hatırlıyorum. Ohara Sanat Müzesi’nin bir özelliğine Japonya’da Batı eserlerinin daimi olarak sergilendiği ilk müze olması. Müzenin yeni bölümlerinde Japon, Yakın ve Uzak Doğu eserlerini de görmek mümkün.

*

Müzeler resimlere ev sahipliği yapıyor. Aramızda olan veya olmayan sanatçılardan bize emanet kalanlara bir yuva sağlıyor. Resimler de, heykeller de bizlerin arzuladığı gibi geceleri ruhlarının huzurda olacağı ve gündüzleri yaşam ile karışabilecekleri mekânları arıyor. Bir ev, bir müze veya bir atölye. Ve kimi resimler kapalı dolaplarda, depolarda gün ışığına çıkacakları zamanı bekliyorlar.

Haydi İstanbul misafirperverliğe devam. Kim bilir hangi ressam seninle kucaklaşmak istiyor.