İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
müzik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
müzik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ocak 2021 Pazartesi

Müziğin Sohbeti

Bazı günler diğerlerinden daha zor.  Yine de, şartlar ne olursa olsun enerjimizi yükseltmek, zihnimizi bizi iyi hissettiren şeylere yönlendirmek iyi geliyor.  

Bir klasik müzik konserine gitmeyeli bir yılı aşkın bir zaman oldu.  Televizyon'da ya da YouTube üzerinden seyretmek, dinlemek aynı etkiyi vermiyor diye konser seyretmiyordum.  Konserlerde sanatçıların sahneye geldikleri andan itibaren ayrılana kadar ki süreçlerini izlemek ürettikleri müziği dinlemek kadar beni meşgul eder.  Onların zihninden geçenleri, ya da geçebilecek olanları hayal ederim bazen. Bazen yüzlerindeki ifadeleri takip ederim ya da sadece ellerini bazen.  Sanatçıları seyrederek müzik dinlemek radyoda ya da Spotify'da dinlemekten farklı.  Her ikisinin daha iyi geldiği zamanlar olmakla birlikte bugünlerde doğal olarak bir konser salonunda ya da açık havada bir orkestrayı etrafımda insanlarla birlikte dinlemeyi özlüyorum.

O nedenle, yine bugünlerde, bazen gece yarısında, bazen gündüz hayatın telaşı içinde, biraz huzur bulmak istediğimde ya da üzüntümü dolu dolu hissetmek için, kulaklıklarımı takıyorum ve YouTube'da bir konser izliyorum. Bazen bir saat, bazen sadece beş dakika. 

Ve son birkaç haftadır, ailemizdeki kayıplar ve rahatsızlıklar nedeni ile belki canım farklı acıdığı için daha az dinlediğim eserleri dinlediğimi fark ediyorum.  Farklı müziklere ihtiyaç duyuyorum. Mesela Rahmaninov'u dinlerken buluyorum kendimi.  Piyano sesi duymaya ihtiyaç duyuyorum.  Onun piyano konçertolarını dinliyorum.  Ve dinlemediğim kadar çok Fazıl Say.  Sevmek ya da sevmemekten öte ruhum piyano sesinde bir sohbeti dinliyormuş gibi ve dinlerken sanki o sesle konuşuyormuş gibi hissediyor.  Bir yandan yabancı, bir yandan ana dilim gibi gelen o dilde.

...

Ruhunuzun ait hissettiği müziklerin hep yaşamlarınızda olması dileğiyle.


4 Haziran 2009 Perşembe

Mor bir hüzün'ü Dinliyorum

Lions Kulübünün bir eğitimi için Marmaris’e gidecektim. Yolculuktan önceki akşam sabaha hazır olmak için gidip benzin almak ve arabamın deposunu doldurmak istedim. Ve yolculuk için birkaç şişe suyu almak da iyi olacaktı. Fethiye’deki ofisime yakın olan bir benzin istasyonuna gittik, depoyu doldururlarken benzin istasyonunun içindeki mağazaya girdim. Neden bilmem gözüm müzik CD’lerinin olduğu bölüme takıldı. Gittim, ve bir baktım ki birkaç ay önce kapağının taslağını gördüğüm bir CD çıkmıştı. Hemen satın aldım. Ne zaman çıktı acaba, diye geçirdim içimden. Ben Japonya’dayken mi acaba, diye düşündüm. Arabama geri yürürken paketini açtım. Arabaya biner binmez CD’yi arabanın CD çalarına taktım. Ve Mor bir hüzün’ ü, Onur Akın ’ı dinlemeye başladım.




Bundan birkaç ay önce Onur Akın ile Fethiye’de tanıştığımda elinde bu CD’nin kapağının farklı baskıları vardı. “Yeni tamamladık,” demişti. “Tamamladık ve Fethiye’ye geldik.” Çok beğenmiştim beyaz zemin üzerine hazırlanmış olan kapağı. Yeni albümünün adını Mor bir hüzün koymuştu Onur Akın.





Tanıştıktan sonra Onur bey, eşi Seher Hanım ve kendisi ile beni tanıştıran çok sevdiğim dostlarım Av. Arzu ve Ahmet Bozkurt ile Fethiye’de birkaç gün geçirme şansım olmuştu. Kimseyi tahlil etmek veya değerlendirmek bana düşmüş değil ama insan olarak çok sevdim Onur Akın’ı. Gerçekten ince ruhlu, sevgi dolu, insana kıymet veren, insana saygı duyan, yüreği gerçek, sözü yürekten bir insan çıktı karşıma. Doğrusu bu kadarını beklemiyordum.

İçi dışı biri, özü sözü bir insanları ile karşılaşmak eskisi kadar kolay değil. Bu konuda hep çok şanslı olduğumu düşünmüşümdür. O kadar kıymetli, sevgi dolu can dostlarım var ki. Yine de bozulmamış bir ruh daha görmek beni mutlu etti. Sanatla uğraşmak, tanınır olmak insanı bozar diye mi düşünüyordum yoksa. İnsanları yürekten dinlemeyi bilen, anlamak ve tanımak isteyen bir can gördüm. Mutlu etti beni, insana dair hissettiğim umudu biraz daha tazeledi.

Arkadaşlarımın arasında kimilerinin Onur Akın’ının hayranı olduğunu Onur bey ile tanıştıktan sonra öğrendim. Onur bey bizleri kırmayarak Fethiye’deki son gününde akşam İstanbul’a gidecek ve hemen o gece bir televizyon programına katılacak olmasına rağmen akşamüstü evimde kendisi ile tanışmak isteyen bir grup dostum ile bir araya geldi. Kendi de eşi Seher hanımda yıllanmış dostlukların sıcaklığı ile kalplerini bizlere açtılar. Ve bizde güven ve sevgi ile onlara.

İşte benzinciden çıktığım o akşam arabamın içinde Onur Akın’ın yeni albümünü dinlemeye başladığımda aklım bundan birkaç ay öncesine, Fethiye’de geçirdiğimiz o birkaç güne gitti. Eve yaklaşmaya başladığımda daha albümdeki dört beş parçayı dinleyememiştim bile.

Size de olur mu bilmem ama bazen müziğin benim üzerimde farklı bir etkisi olur. Bazen dinlediğim bir şarkıyı yarım bırakamam ve eğer araba kullanıyorsam, ya arabanın içinde durarak veya araba ile dolaşarak parçanın tamamını dinlemek isterim. Bir türlü yarım bırakamam, her nedense.

İstanbul’da bunu yapmak daha zordur. Sıkışık bir trafiğin içinde bulabilir aniden insan kendini. Ama o akşam Fethiye’de şehir sakin ve yollar açıktı. Ve kulağım ve yüreğim sadece dinlediğim müzikteydi. Doymamıştım dinlemeye. Ben de arabamı park etmek yerine Fethiye’nin içinde araba ile dolaşmaya devam ettim. Ta ki albümün tamamını dinleyene kadar. Sonra albümün sekizinci parçası olan Sentez ’i dinledim birkaç defa. Sadece o şarkıyı, birkaç defa daha. İlk dinleyişte o şarkı hoşuma gitmişti, diğerlerinden biraz daha çok. Yüreğim o şarkıyı birkaç kez daha dinlemek istedi. Arabamın yönünü tekrar eve çevirdiğim zaman aradan ne kadar zaman geçmişti tam bilmiyorum. Arabayı park edip biraz daha dingin eve yürüdüm. Kulağıma çalınan tekrar duyulmak istenen diğer şarkıları bir sonraki güne bırakarak, dudaklarımda nereden geldiğini bilmediğim kelimeleri mırıldanarak çıktım merdivenlerden.

Fethiye’de hava artık kararmış ve yıldızlar kendini göstermeye başlamıştı.

28 Ocak 2009 Çarşamba

Zamanın Donduğu Anlar


7 yaşındaydım sanırım, bir Cumartesi sabahı babam bana hazırlanmamı, dışarı çıkacağımızı, söyledi.

Giyindim, ikimiz yalnız gidecektik gideceğimiz yere. Nereye gideceğimizi sormadım, hazırladım. Babamın arabasına bindik ve yola çıktık. Bürosuna mı gidecektik? Belki biraz işi vardı bu haftasonu. Biz sormazdık, babam da söylemezdi. Babam ile geziler bir maceraydı, O böyle severdi.

Babamın bürosu o günlerde Taksim’deydi. Taksim Anıtı’na bakan bir binada. Şimdi bu binanın yerinde Taksim’den Tarlabaşı’na inen Tarlabaşı Bulvarı geçiyor. Binanın altında Kristal Büfe vardı, hatırlayan var mıdır acaba orayı? Kimi akşamlar babam bize eve oranın özel hamburger ve tostlarından getirirdi. Ağabeyim ve ben gerçekten gerçekten çok severdik. Yıl 1977. Taksim’de Türkiye’deki ilk McDonalds’ın açıldığı yıl ise sanırım benim lise son sınıfta olduğum 1987-1988 yıllarıydı.

O günlerde Akaretlerde oturduğumuz ev, şimdiki Swissotel’in biraz altında, o zamanki Taşlık gazinosunun altındaydı. Evimizin salonundan Taksim görünürdü o zamanlar, babamın ofisini tam olarak göremesem de bazen seyrederdim. Elektrikler kesilirdi mesela bazen Taksim’de. Hemen babamı arardım akşamsa ve geç olduysa, “Haydi elektrikler kesildi, eve gelin” diye.

Evimiz Dolmabahçe sarayı’nın arkasındaki sırttaydı. Boğaz’ı yukardan seyrederdik, ve Marmara’ya açılan gemileri. Ve akşamları yemek vaktini hatırlatmak için genelde babamı ben arardım. Ve eve geldiğini önce Buick Regal arabasının babam onu sokağa park ederken çıkardığı seslerden anlardım, kapıya koşar, ve tam O kapıyı açacakken anahtarlarının şıkırtısına göre aniden ben kapıyı açar, ‘hoş geldiniz’ derdim. O arabanın sesi, sanki bu gece duymuşum gibi kulağımda net. Yaşamda zihnimizde ne olmadık anlar ve sesler kalıyor.

Gelelim o Cumartesi sabahına. Babam ile birlikte Taksim’e doğru gidiyorduk, ama bir süre sonra babamın bürosunu geçtiğimizi fark etmiştim. Tanımadığım yerlere doğru ilerliyorduk. Derken babam arabayı bir büyük caddenin üzerinde park etti, inmemi işaret etti. Biraz yürüdükten sonra bir dükkânın önünde durduk. Şişhane’ye gelmişiz meğer.

Geniş camları olan bu dükkânın girişinde bir piyano duruyordu. İçeri girmemi işaret etti babam, girdim. Dükkânın sol tarafında sıra sıra piyanolar diziliydi. Burada ne yapıyoruz diye düşünüyor, bir yandan da sağa sola bakıyordum. Net hatırlamıyorum ama bir süre sonra babamın dükkânın içinde bir kişi ile konuşmakta olduğunu fark ettim, “Rus” kelimesini duyduğumu hatırlıyorum ve kahverengi bir piyanonun önünde duruyorlardı. Diğer detaylar ise aklımda net değil. Sadece babamın klasik bir Sinan Kocasinan hareketi yaparak elini ceketinin iç cebine attığını ve cebinden çek defterini çıkardığını gördüm. O an sanki gözlerimin önünde bir flaş patlamıştı, ve kendime gelmiştim. Biz buraya gezmeye gelmemiştik.

Babam çek defterini açtı, ve sonra kalemini; piyanonun yüksek kısmına dayandı, çeki yazdı, koçanından kopardı ve satıcıya uzattı. Elindeki çek yaprağı ağır ve dairesel bir hareket ile havada süzülerek satıcıya doğru uzandı…

Ve gerisini yine hatırlamıyorum. Ne zaman piyanoya ellerimi değdirdim, ne zaman Babam “haydi otur bakalım piyanonun başına” dedi, hatırlamıyorum. Eve ne zaman getirdiler, hatırlamıyorum. Ancak o piyanonun evimizde 19 yıl durduğu köşe aklımda. Hala zaman zaman kendimi piyanonun önünde oturduğum ahşap, üstü kumaş kaplı taburede görürüm; ayaklarım yere tam değmiyor, komşuları rahatsız etmemek için saatin 10 olmasını bekliyorum. Annemin talimatı var, “10’dan önce çalmak yok, ve akşamları da 6’dan sonra”.

Artık Rus Lirika marka bir piyanomuz olmuştu. Ağabeyim ve ben o yıl piyano dersleri almaya başladık. O dönemlerde evimize çok yakın oturan Sn. Faris Akarsu’dan. Ondan sonra Cumartesi sabahlarım piyano derslerim ile geçti, beş yıldan belki biraz fazla.

Hala annemin evinde durur o piyano. Benim ise şimdi İstanbul ve Fethiye’de farklı piyanolarım var, kendilerine ait hikâyeleri olan.

Ancak piyanonun başına oturduğumda sık sık yıllar öncesinde bir Cumartesi sabahında şaşkın şaşkın etrafa bakınan o küçük kız çocuğu gelir aklıma, ve babamın iç cebinden çıkışını ağır çekim ile seyrettiğim çek defteri.

Zamanın donduğu bazı an’lar var. Sihirli an’lar. Gelip geçen ve sonsuza kadar bitmeyen. 1977 yılında bir Cumartesi sabahında Taksim’i geçtiğimizi fark ettiğim an gibi, babamın elini ceketinin iç cebine attığı, ve çek yaprağının havada süzüldüğü an gibi.

Ta ki aklım yeni ve eski başka hikâyeler gidene kadar…



Benim çaldığım iki enstrüman oldu. Biri piyano, diğeri de bateri. Piyano çalmam babamın bana 7 yaşımda bir piyano alması ile başladı. Bir Cumartesi sabahı “Zeynep hazırlan” demesi ile.

Bateri’nin hayatıma girmesi ise bana ağabeyimin bir hediyesidir. O’nun hikâyesini de gelin başka bir güne saklayalım…

14 Ocak 2009 Çarşamba

Ruhumuza Uzanan Köprü Nereden Geçiyor?



Doğan Cüceloğlu ’nun “Mış Gibi Yaşamlar” kitabı 2005 yılının sonlarında çıktı. Toplum olarak özellikle kendimizi olduğumuz gibi kabul ederek yaşamak konusunda tereddütlerimiz var. Olduğumuzdan farklı görünmek, olduğumuzdan farklı davranmak, maskeler ve farklı oyun karakterleri arkasına sığınmak yabancı olduğumuz kavramlar değil.

Bu kitap çıkmadan çok önceleri de bir hocamdan sık sık duyardım bu ifadeyi. Bu ardında saklandığımız maskelerin nasıl ruhumuzu öldürdüğüne dair. Reiki ve Bioenerji eğitimlerimi aldığım Üstat Moshe Abudaram “Mış gibi yaşıyoruz” derdi, “Korkularımız ardına saklanmış yaşadığımızı sanıyoruz.”

Bir yaptıklarımızı gönülsüz yapma konusu var. Yapıvermek. Yapar görünmek. Geçiştirmek.

Bir gönülsüzlüktür gidiyor yaşamlarımızda çoğu zaman. Gönlünün sesini dinleyenleri ise oldukça büyük dirençler bekliyor her adımlarında.

Peki, ya arzuların ve rüyaların davetini kabul etmek istiyorsak? Yüreğimizde bir kıpırtı kızgınlıklardan, bıkkınlıklardan değil de isteklerden, bizi heyecan ile uyandıran şeylerin dilinden konuşmaya başladıysa? O zaman ne yapacağız?

*

Paulo Coelho ’nun ilk defa Fransızcası ile karşılaştığım bir kitabı var. Uzun zamandır Türkçesi’de yayında: “Işığın Savaşçısının El Kitabı”. Coelho’nun sevdiğim birçok kitabı var. “Simyacı” ve “Veronika Ölmek İstiyor” yürekten önerebileceğim iki kitap. Çıktığımız yüreğimizin sesini dinleme yoluna dair bir el kitabı olabileceği ihtimali nedense iyi geliyor.

Neale Donald Walsch ’ın “Tanrı ile Sohbet” serisi kitapları da ruhumuz için çok güzel birer el kitabı. Richard Bach da mükemmel birer rehber benim için. Yazdıkları gerçekten ruhuma sesleniyor. Bach “Martı Jonathan Livingston” ile aldı beni ve “Sonsuza Uzanan Köprü” ile ruhumun derinliklerine götürdü.

Benim yüreğimin haritası başka bir kişinin elinde nasıl olabiliyor?

*

Yüreğimizin çağırdığı yoldan giderken bize neler destek verebilir. İşte biraz da bunlardan bahsetmek istiyorum. Ben neler kullanıyorum, nelerden fayda görüyorum. Özellikle ruhun sesini duymak için özellikle bedene dair yapabileceklerimiz. Kim bilir belki sizlerin içinde denemeye değer bulduklarınız olur:

- Ben her sabah uyanır uyanmaz bir deftere aklıma gelen tutarlı tutarsız düşünceleri iki üç sayfadan az olmamak üzere yazıyorum. Kimi sabahlar rüyalarımı yazarak başlıyorum, kimi zaman sabah hissettiğim huzursuzluğu. Kimi zaman daha az yazacak şey buluyorum; ancak her zaman yazıyorum. Güne ferahlamış ve düşüncelerin karmaşıklığından berraklığa geçerek başlamama yardım ediyor bu.

- Uyanınca ne yaptığım ile başladık, ama biraz daha geriye gidersek: Akşamları yatmadan önce mutlaka duş alıyorum. Tüm gün boyunca bir araya geldiğimiz insanlar, yaşadığımız olaylar üzerimizde bir enerji izi bırakıyor. Bunu yıkayıp arındırmak sadece rahat uyumamı sağlamıyor; uzun vadede enerji alanımı gereksiz yüklerden temizlediği için sağlığımı da korumuş oluyor.

- Güne su içerek başlıyorum, ve tüm gün boyunca su içmeye devam ediyorum. Ben çay ve kahve de içiyorum. Öncelikle bu içeceklerin bedenimden su atılmasına neden olacağını biliyorum ve her gün içmeye özen gösterdiğim 7-8 bardak suya ek olarak bedenimi dinlemeye çalışıyorum. Susuyor muyum? Bilin ki canımız su içmek istediğinde bedeniniz çoktan susuz kaldı bile. Susamayı beklemeyin; gün boyunca sık sık yudum yudum su için.

- Müzik müzik müzik. Son bir yıldır bıkmadan hala ilk aldığım gün kadar severek dinlediğim bir grup CD var. Sizlere de öneririm: “Best Relaxing Classics 100”. Tek kelime ile mükemmel. Dinleyin, ruhunuza iyi gelecek.

- Olumlu düşüncenin ve pozitif şeyler söylenin faydaları üzerine o kadar çok şey yazıldı ve söylendi ki kimileri için bu konunun tadı kaçmış olabilir. Ama ne söyleyeyim doğruluk payı var. Deneyin göreceksiniz. Sabah kalktığınızda en azından bir iki saat için olumsuz hiçbir şey okumamaya, dinlememeye karar verin. Evet, bu gazetenin bazı sayfalarını sabah okumamayı ve radyonuzda haberleri dinlememeyi gerektirebilir. Çünkü uykudan uyandığınız dönem, ki yerine ve kişiye göre 1-2 saati bulabilir, adeta bir hipnoz hali. Yani duyduklarınız, gördükleriniz, işittikleriniz sizi gün içindeki tam uyanık halinizden daha çok etkiliyor. Bu saatleri moralinizi yükseltecek şeyler için geçirmenin gününüze ve yaşamınıza katkısı büyük. Bir zihin orucu yapın – ister 30 dakika ister 120 dakika isterseniz de tüm gün için olumsuz düşünceleri aklınıza geldiklerinde göndermeyi, iptal etmeyi deneyin. Zihni hiçbir şey düşünmediğiniz bir halde tutmak zordur; o yüzden olumlu bir şeyler, komik bir şeyler, size neşe veren bir şeyler yaparak sizi üzen, kızdıran ve yoranlardan uzaklaşabilirsiniz. Şarkı söylemek de birebirdir mesela.

- Sizi neleri yapıyor olmak mutlu ediyor? Nelerden keyif alıyorsunuz? Her sabah güne güzel başlamak için neleri yapmayı istersiniz?

Bana iyi gelen şeyler var. Ancak şu da bir gerçek ki hepimizin dünyasını aydınlatan şeyler oldukça farklı. Denemek ve keşfetmek gerek.

*

Neale Donald Walsh’ın çok sevdiğim bir sözü var: “Sadece çok sevdiğini şeyi yapın, başka bir şey yapmayın. Yoksa yaşamı kazanıyor değil, esasında ölüyor olursunuz.”

Var mısınız yaşamaya?

Z.

___________________________________________
Günün Onaylaması: “Gerçek varlığımı kabul ediyorum.” R. Şanal Günseli

Üstatlardan: “Ben görüş ile değil, inanç ile resim yaparım. Görme yeteneğini veren inançtır.” Amos Ferguson

Zeynep’in Okuma Tavsiyesi: “Dingin Savaşçı” Yazar: Dan Millman