İnternet Sitesi

www.zeynepkocasinan.com
kadın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kadın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ağustos 2020 Cuma

Havada Uçuşan Kağıtların Fark Ettirdikleri ve Yüce Atatürk

Bu sabah bir İngiliz arkadaşım ile Türkiye’de kadınların yaşamını, İstanbul sözleşmesini konuştuk biraz.  Bir haber okumuş, Conde Nast Traveller’da. Haber sözleşmeye ya da kadına şiddete dair değil. Okuduğu İngilizce yazı bir iki gün önce yayınlanmıştı ve ilk kadın savaş pilotu Rahmetli Sabiha Gökçen’e dairdi.

Arkadaşım ile konuşmamız bittikten sonra ben de internete girdim ve yazıyı okudum.  Okurken Rahmetli Sabiha Gökçen’in haberi ile birlikte yayınlanan fotoğraflarının hiçbirini hatırlamadığımı fark ettim. Ya daha önce görmemiştim ya da dikkat etmemiştim.


Haberin yazarı Conde Nast Traveller Hindistan ekibinin yazarlarından ve konuya Hindistan’da ilk defa 1999 yılında bir kadının savaş pilotu olduğundan bahisle giriyor.  1930’larda, daha Dünya’nın çoğu yerinde kadın seçsin mi seçilsin mi diye düşünülmeye başlanmadan Türkiye’de muhteşem bir kadın hareketi gerçekleşiyordu.


O yazı, o fotoğraf kareleri çok şey düşündürdü.  Canım Ülkemin, Mustafa Kemal Atatürk gibi, muhtemelen üstün zekalı, inanılmaz derecede çalışkan, idrak etmekte bugün bile zorlandığım kadar ileri görüşlü, ülkesi ve insanları için yaşamını muazzam bir inançla ve insanüstü bir güçle adayacak kadar özverili bir lider, bir insan ile yollarının kesişmiş olması ne büyük bir şans.  


Gazi Mustafa Kemal Atatürk, sanki sihirli bir şekilde bugün yaşananları önceden biliyormuş gibi ülkesinin kadınlarının yolunu sonuna kadar açmaya çalışmış.  Aralarında 1927 yılında doğan babamın, 1940 yılında doğan anneminde olduğu bir nesil de, onu örnek alarak, açtığı yolun değerini bilerek yaşayarak ve çalışarak bize bugünlere getirmişler.


Bunları düşündükten sonra, günün güncel haberlerini hızlıca takip etmek için Twitter’a bir göz atayım dedim.  Karşıma İstanbul Valisi’nin bir tweeti çıktı.  İstanbul’da, trafikte kendini bilmez bir adam bir kadına küfür ederek saldırıyor, ve kadının arabasının da üzerine çıkarak arabanın ön camlarını tekmeleyerek kırmaya çalışıyordu.  Vali ilgili kişinin gözaltına alındığını duyuruyordu.


Böylesini yaşamadım ama geriye dönüp baktığımda, bende yaşamın içinde biri olarak, iş hayatında, sosyal yaşamda farklı zamanlarda farklı tehditler, farklı zorlablıklar ile karşılaştım.  Belki ailemden aldığım güçle bunları hiç dikkate almadım ama hiç korkmadım ya da etkilenmedim de diyemem.


Bu olaylardan bir tanesini üniversiteyi okuduğum Amerika’dan döndükten sonra işe başladığım günlerde yaşamıştım.  


İstanbul’daki ofisimizin olduğu binadaki dairemiz annemindi.  Olayın yaşandığı günün öncesindeki akşam annem binada bir yönetim toplantısı olacağını ve benim katılmamı rica ettiğini söylemişti.  Ben de toplantıya katılmaya beni yetkili kıldığına dair bir yazı almıştım kendisinden.


Toplantı binada bazı değişiklikler yapılması isteyen bir daire sahibinin daveti ile kendisinin ofisinde yapılacaktı. Toplantı için ofisten çıkmadan önce babamın odasına uğramıştım.  Babam, “Konuyu bir öğren, aklına gelen sorular olursa sor, akabinde annenle değerlendiririz,” demişti.  


Ben de not defterimi ve kalemimi aldım ve ofisimizin iki kat altındaki daireye indim.  Ofisin geniş bir odasında iskemleler ve koltuklar on, oniki kişinin katılmasına imkan verecek şekilde dizilmişti. Ben gittiğimde birkaç kişi benden önce gelmişlerdi.  Dört senedir yurtdışında okuduğum ve o günlerde Türkiye’ye nispeten yeni döndüğüm için binadaki mal sahiplerinin bazıları beni ismen bilseler de pek tanımıyorlardı.  Odaya girince binadaki hangi şirketten geldiğimi ve annemin ve babamın selamını söyleyerek kendimi tanıttım. Toplantının ev sahibi bey ile başlayarak herkes ile tokalaştıktan sonra Barbaros Bulvarı’na bakan odada camın önüne konulmuş olan iskemlelerden birine oturdum.  Çok zaman geçmeden kendisi de mal sahibi olan yöneticimiz, diğer mal sahipleri ya da vekilleri geldiler ve toplantı başladı. Birkaç daire dışında neredeyse tüm dairelerin temsilcileri gelmişlerdi.


Ev sahibi bey sözü aldığında binada bazı değişiikler yapılmasını istediği anlaşılıyordu. Bey anlatıyordu ama yapılmasını istediği değişiklikler ile ilgili ne bir plan, ne bir hesaplama sunuyor, adeta baskı yaparak, yuvarlak ifadeler ile bir karar alınması için baskı yapıyordu.  Sonradan tahminen 30 yaşlarında bu beyin aslında babasının mal sahibi olduğunu öğrenecektim.


22 yaşında taze bir mühendis olarak teknik bilgim de, yaşam bilgim de belki azdı ama hiçbir plan ve bütçe olmadan bir tadilat işlemine evet demenin makul bir işlem olmadığına da aklım eriyordu.  Kimse de pek inka olmuş görünmüyordu. Bir iki soru soran oldu, sonra ben de bir şey sordum sanırım.  Talebi olumlu karşılanmayan bey sinirlenmeye başlıyordu ve sesi de oldukça yükselmişti.  


Sanırım konunun beni aştığını net olarak fark ettiğimde, zaten anneme danışmadan bir karar imza atmak istemediğim için söz istedim ve “…. Bey, konunun bu şekilde bir bilgilendirme ile sonuçlandırılması mümkün olmaz.  Lütfen anlaşılabilmesi için ilgili dokümanları, verileri hazırlayınız, sonrasında değerlendirmek için tekrar toplanalım,” gibi bir şeyler söyledim.  


Ve olanlar ondan sonra oldu.


Zaman zaman yerinden kalkarak ayakta konuşan bey bir defa daha yerinden kalktı ve benim iskemlede doğru bir adım atarak bana, “Neden televizyon spikeri gibi konuşuyorsunuz,” diye bağırdı.  


Ben söylenen cümleyi idrak etmeye çalışırken, “Efendim?” gibi bir şeyler söylemeye çalıştığımı da hayal meyal hatırlıyorum.  “Evet, benimle normal insan gibi konuşun, televizyon spikeri gibi konuşmayın,” diye ikinci defa bağırdı bey.  Karşımdaki insanın ne söylediğini anlayamadan ne diyeceğimi bilemezken, bey bana doğru bir iki adım daha attı, “Ben sizinle uğraşamam, babanız gelsin, gidin babanızı çağırın” diyerek ve yumruğunu bana doğru salladı.  


Babanız gelsin, dediği anda beynimde sanki bir şimşek çaktı.  Ben de aniden oturduğum iskemleden ayağa kalktım.  O sırada ayağımın çarptığı şeyin içmemiz için ikram edilen çayın bardağı olduğunu ve açık mavi renkli takımımın pantolonunun sağ paçasının çayla sırılsıklam olduğunu sonra fark edecektim.


Bağırmadım. Henüz 22 yaşında, Amerika’dan yeni gelmiş, çalışmaya birkaç ay önce başlamış acemi bir iş insanıydım, kimseye kafa tutmak gibi bir düşüncem de yoktu ama babanız gelsin lafına en çok babamın kızacağını da biliyordum.    


“Beyefendi,” dedim, “babamı çağıramam çünkü binamızdaki dairenin sahibi babam değil annem. Ve annem de bu toplantı için beni vekil tayin etti.  O nedenle sizin bu konudaki bilgileri bana iletmeniz gerekiyor.”


Bunu söylerken not defterimin arasından annemin verdiği yetki yazısını bana biraz daha yaklaşmış olan beye hafifçe uzattım.  Toplantı başlamadan önce toplantıya annemin vekili olarak geldiğimi ve bana bir yetki yazısı verdiğini de Yönetime iletmiştim, ama o yazıyı henüz istememişlerdi. 


Sonrasındaki sahne biraz fimlerdeki gibiydi.  


Bey elimdeki kağıdı aldı.  “Bu kağıdın hiçbir anlamı yok, ben sizi tanımam, babanız gelsin,” dedi. Elindeki kağıdı hışımla defalarca parçalayarak, parçaları üzerime fırlattı.  


Daha önce hızla olup bitenleri benim gibi büyük bir şaşkınlıkla izleyen adeta donakalmış olan hepsi erkek olan katılımcıların hepsi bir anda ayağa kalarak beye müdahale ederlerken, ben de sakinliğimi nasıl koruduğuma şaşırarak yöneticimizden ve komşularımızdan izin isteyerek daireden ayrıldım.  Kapıdan çıkmadan az önce bir tanesi arkamdan koşarak yetişti “Zeynep Hanım, iyi misiniz, bakmayın siz bu çocuğa, bu oğlan böyle biraz deli, Sinan Bey’e selam söyleyin,” diyerek beni uğurladı.


Toplantıya giderken asansörle komşumuza inmiştim ama ofise dönerken iki katı merdivenlerden çıktım.  Ofisimizin zilini çalmak için elimi kaldırdığımda sağ elimin titreğini fark ediyordum.  


Kapıyı muhasebe müdürümüz açtı.  Yüzüm ne haldeydi bilemiyorum ama ilk sorusu gözlerini şaşkınlıkla ve biraz da tedirginlikle açarak “Zeynep Hanım iyi misiniz? Neyiniz var?” demek oldu. Sonra beni hızla süzmüş olmalı ki, paçanıza ne oldu, bir şey mi döküldü, iyi misiniz, diye ısrarla sorarken, ben kısaca,  iyiyim, dedim ve kendimi ofisin tuvaletine attım.  Birşey anlatmadan önce biraz sakinleşmem gerekiyordu.


Ceketimi çıkardım, bluzumun kollarını sıvadım ve el bileklerimi akan soğuk suyun altında biraz tuttum.  Sonra yüzümü birkaç defa yıkadım.  Topuz olarak topladığım saçlarımı açtım, saçlarımı da ıslattım ve tekrar topladım.  Aynaya baktığımda rengimin attığı çok belli oluyordu. Pantalonumun paçasını kağıt havlu ile biraz kuruttum.  Allah’tan bugün dışarıda gitmemi gereken bir yer yo,k dedim içimden.  Ofiste yedek giysi bulundurmayı düşünmek için daha iş hayatında çok yeniydim. 


Ellerimin titremenini geçmesini tuvalette biraz bekledim ve odama geçtim. Önce biraz sakinleşmem ve olan biteni bir algılamam gerekiyordu, sonrasında olanları babama anlatacaktım.


Ben odamda ofis görevlimizin getirdiği çayımı yudumlayarak zihnen işlere geri dönebilmek için masamdaki dosyaları karıştırırken ofisimizin kapısı çalındı, sonra bir defa daha.  Ofisin ön bölümdeki muhasebe odasından binada Yöneticimiz olan beyin ve aşağıdaki toplantıya katılan bir başka komşumuzun sesleri geliyordu.  


Beş dakika sonra muhasebe müdürümüz yanıma geldi. “Zeynep Hanım, aşağıda neler olmuş öyle, iyi misiniz,” dedi.  Yöneticimiz ve komşumuz tüm mal sahipleri adına yaşananları anlatmaya ve özür dilemeye gelmişlerdi.  “Mümkünse sizinle de konuşmak istiyorlar,” dedi. Ben de derin bir nefes aldım ve yanlarına gittim.  


O sırada muhasebe müdürümüz yaşanları anlatmak için babamın yanına gitmişti.


Ben iki beyle ile sohbet ederken babam yanımızda geldi.  Yüzündeki ifadeden çok kızgın ama daha da çok, üzgün olduğu belli oluyordu ama Yöneticimiz ile komşumuza hoşgeldiniz dedikten sonra onları sadece dinledi, konu hakkında bir yorum yapmadı, bir şey söylemedi.  


“Zeynep Hanım sakinliğinizi iyi korudunuz,” diyordu Yöneticimiz.  Ters bir şey söylemediğimi ve yapmadığımı biliyordum ama bu defa onlar yaşananları üzüntü ile babama aktarırken sahne gözümün önünde tekrar tekrar canlanıyordu.  Neyi hatalı yapmış olduğumu bilemiyordum.   Babamın ise ağzını bıçak açmıyordu.  


Misafirlerimizi uğurladıktan sanırım iki saat kadar sonra kapı tekrar çaldı.  Genelde bizim ofisimizde odalarımızın kapıları açık olarak çalıştığımız için o günlerde kullandığımız ofisimizinde içinde genelde konuşmalar az da olsa duyulurdu. Yani kapı çaldığında kargo firmasından mı geldiler, yedek parça firmasının temsilcisi mi uğradı,  kimsenin bana bir şey söylemesine gerek olmazdı. Bu defa ise kapı çalmıştı, kapı açılmıştı ama ne bir ses duyuluyordu, ne de kapı tekrar kapanmıştı.  


Herhalde yine aradan bir on dakika gelmiş olmalıydı ki muhasebe müdürümüz yine yanıma geldi.  “Zeynep Hanım,” dedi, “…. Bey geldi.  Birşey söylemeden geldi karşıma oturdu, öylece de oturuyor, sanırım sizden özür dilemek istiyor.”  


Ne yapmak uygun bilmiyordum.  O sırada odamın kapısına gelmiş olan babama baktım. Canı sıkıldığı zamanlarda yaptığı gibi dudaklarını büzüştürdü, durdu, ve kısaca “Sen bilirsin kızım,” dedi.


Odamdan muhasebe odasına doğru koridorda yürürken uzaktaki koltukta, muhtemelen 100,120 kg olan kapı gibi kocaman bir adam başı önüne eğilmiş şekilde oturuyordu.  İlk defa o an kendi fiziksel özelliklerimi fark ettim.  Boyum 158 cm’di ve 52 kiloydum.  Özrünü dinlemek için yanına gitmekte olduğum adam neredeyse iki katımdı.  Bana salladığı yumruk bedenime değmemişti ama yırtarak üzerime savurduğu kağıtların parçalarını saçlarımdan silkelemem gerekmişti.


Babamın zihnime kazınan sözleri vardır.  “Ağabeyin okumayabilir ama sen okumak zorundasın, kimseye muhtaç olmamalısın,” bunlardan biridir.  Baban kendi kırmızı çizgilerini bana çok küçük yaşlarımdan itibaren ısrarla telkin etmişti. Rahmetli Babam Sinan Kocasinan’ı bugün yine şükranla anıyorum.  Galiba bu nefes aldığım sürece devam edecek.  


Benim ya da annemin herhangi bir başarımız da, babamın yüzündeki mutluluğu ömür boyu hatırlayacağım.  O ilk defa o gün fark ettiğim babamın yüzündeki üzüntü ifadesini de. Sevdiğine zarar verilmesinden öte bir üzüntü vardı yüzünde.  Sanırım öncesinde ve sonrasında neden hep güçlü olmam için çalıştığını daha iyi anlamamı sağladı o ifade.


Kadınların korunması, kuvvetlenmesi, ilerlemesi erkeklerin katkıları ve destekleri ile mümkün.   Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk Türk kadınının güçlenmesi için verdiği özel mücadele ile Türkiye’de ve Dünya’da kadınlar tarihinde muazzam bir fark yaratıyor.


Bunları yazmak aklına nerden geldi derseniz eğer esasında itiraf etmeliyim sabahki telefon konuşmasından sonra değil.  Tweeter’da İstanbul Vali’sinin trafikte yaşanan zorbalık ile ilgili haberini gördükten sonra Arnavutköy çarşısında uğradığımız peynircimizden çıkarken.  


Doğrusu alışverişleri görevlimiz yaptığı ve ben pek uğramadığım için pek de  sohbet etmediğim bu peynircimiz ile konuşurken aslında Fethiye’de yaşadığımı paylaşınca, o da Fethiye’ye çok gittiğinden bahsetti. 


Meğerse Fethiye Spor Kulübünün de başkanlığını yapan bir dostumuzun çocukluk arkadaşıymış.  Fethiye Spor’dan bahsettik biraz.  Fenerbahçe ile oynadığı maça geldi söz. O anda o maçta “Yüce Atatürk” yazısı ile futbolcuların sahada durdukları o kısa sahne gözlerimin önüne geldi. Ne kadar etkilenmiştik.


Devam etti peynircimiz.  “Ben Fenerbahçe ile oynanan maçta da ordaydım, “dedi. “Futbolcuların tshirtlerini kaldırıp Yüce Atatürk yazdıklarında oradaydım.  O anı hiçbir zaman unutmayacağım.”


Bir anda anlayamadığım bir nedenle gözlerimin dolduğunu fark ettim.  Ve garip olan, karşımda duran mahallemizin esnafı peynircimizin de gözleri dolu dolu olmuştu.  


Bir yüce insan işte ufacık bir anı ile bile kalplerimize derinden dokunabiliyordu.

21 Temmuz 2020 Salı

Daha Büyük İstek, Daha Büyük İnanç ve Daha Çok Emek Vererek...

Bugün iki şey karşıma çıktı.

Biri bir kadın cinayeti haberi.  Derinden üzen bir haber. Merhum Pınar Gültekin'e Tanrı'dan rahmet diliyorum.

Diğeri sekiz yıl öncesinden, İstanbul'dan metroda çekilmiş, bir sivil toplum kuruluşunda görev yaptığımız ağabeylerimin, benim çektiğim ve sosyal medyada paylaştığım, bir toplu fotoğrafları.

Şunlar geçti aklımdan.

...

Bazen bazı buluşmalar, bazı sohbetleri dinleyebilmek yaşamımızda öncesinde hayal edemediğimiz yeni kapılar açar.  

Bu fotoğraf bir çok an ve anıyı hatırlattı, öncesinde ve sonrasında yaşanan.
Doğduğum günden beri, bir kız çocuğu olarak, genç kız olarak, genç bir insan olarak, çok insan destekledi beni. 


Çok insan çok şey öğretti, yol gösterdi, yol açtı. 

Ve yol bazen buna rağmen zordu. 

O zaman düşünmeden edemiyorum,


bu şanslara sahip olmayan kız çocuklarına, genç kızlara, kadınlara,

destek olmak, fırsat yaratmak, korumak, kendilerini korumalarına destek vermek için çalışmaya,

daha büyük istek, daha büyük inanç ve daha çok emek vererek devam etmek gerekiyor...

10 Temmuz 2020 Cuma

Hanım mı, Bey mi ve Yolun Neresi?

İnsan isimlerinin Türkçe’de bazı alıştığımız kısaltmaları vardır.
Kullanageldiğimiz.

Mesela benim ismim olan Zeynep için kısaltma olarak en çok Zeyno’yu biliriz ama bana çok az insan Zeyno dedi.

Ailede benim ismimin kısaltması esasında ismimden uzundu. Zeynebikos.

Ortaokul, lise yıllarında, daha önce belki bahsetmişimdir, ismim için başka kısaltmalar kullanıldı.  Ve bu kısaltmaların Zeynep ile pek ilgisi yoktu.  

Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nin 1988 yılı mezunları sınıfında, yanlış hatırlamıyorsam, yedi Zeynep olduğumuz, sadece iki Şubemiz olduğu ve her sınıfa en az 3 Zeynep düştüğü için, o yedi yıl boyunca bazen öğretmenlerimiz bile Zeynep diye çağırmadı beni.  

Genelde Kocasinan’dım.  Arkadaşlarımızdan arada Zeynep diyenler belki oluyordu ama neredeyse tüm Zeynep’ler benim gibi genelde soyadları ve soyadlarının kısaltmaları ile bilinirdi.  

Koca, Koco ismimin kısaltmalarından bazılarıydı ama soyadım Kocasinan olduğu için Sinan diyenler de oluyordu. Ve öğretmenlerimizden bile. 

Türkçe öğretmenlerimizden birinden “Kızım Sinan şu bölümü sen oku,” cümlesini birkaç defa duyduğumu hatırlıyorum.  Ve şimdi düşününce belki sadece bir kız okulunda benimki gibi bir soyadı ile söylenebilecek bu hitap yüzüme bir tebessüm yayılmasını sağlıyor.  

“Kızım Sinan” kadar yüzüme bir tebessüm yayılmasını sağlamasa da bana hep enteresan gelen diğer bir ifade de “Mühendis Bey”, “Zeynep Bey”di.

Daha sonra doktor olan arkadaşlarımızın ve özellikle Anadolu’da görev yapanların aşina olduklarını anladığım bu ifade ile 1992 yılında Amerika’dan dönüp işe başladığımda tanışmıştım.  

Adıyaman, Elazığ ve Malatya illerimizde bulunmam ve oradaki özellikle esnaf ve teknik işler ile ilgilenen insanlar ile temaslarımda, Mühendis Hanım ya da Zeynep Hanım ifadeleri kadar bu hitapların "Bey"li versiyonları ile de karşılaştım.

*


Esasında geriye dönüp bakınca, bugün bile esasında bir saygı ifadesi olarak kadınlara hitapta kullanılan ‘bey’ ifadesinin, ne kadar büyük bir sorunu ifade ettiğini görmemek mümkün değil.  

Özellikle iş hayatımın ilk yıllarında, birlikte çalıştığı mühendis babası tarafından çok kıymet verilen ve desteklenen bir mühendis olarak, hele Üsküdar Amerikan Kız Lisesindeki yedi yıldan sonra Amerika’da, Cornell Üniversitesi'nden okuyup dönmüş bir yeni mezun olarak, benim kadınların yaşam mücadelesine dair algılayabildiklerim o günlerde çok sınırlıydı.  

Kadın ya da erkek olmak gibi ayrımın çok da farkında ve ayırdında olmadan yeni ve tecrübesiz bir mühendis ve çalışan olmaya dair olarak gördüm mücadelemi.  Öğrendikçe ve tecrübelendikçe yaşam kolaylaşacaktı.  

*

Amerika’dan döndükten sonra geçen yirmi sekiz yılda ,Türkiye’de kadın olmaya dair, ülkemizdeki kadınların çoğunluğunun deneyimlerine göre muhtemelen çok daha kolay olsalar da, bir çok şey yaşadım.  

Türkiye’de kadın ve erkek olmak arasında çok büyük farklar var.  Kadın ve erkek çalışan olmak, kadın ve erkek iş insanı olmak, kadın ve erkek mühendis olmak, kadın ve erkek işveren olmak arasında, kadın ve erkek sivil toplum gönüllüsü olmak arasında, kadın ya da erkek olarak bir seçime girmek, haydi bunları bıraktım, sokakta yürümek ve bir günün saatleri için bile çok büyük bir fark var.   Tüm Dünya’da var.  Belki İzlanda’da yoktur ama neredeyse her yerde bu fark var. 

Yaşamda her an, erkeklerle ile aynı şeyleri yaparken, karşılaştığımız ek yük ne kadar fazla aslında.  

Mesela, işe başladığım yıllarda, benden 43 yaş büyük ve Türkiye’deki en iyi mühendislerden biri, zamanında Türkiye’nin en iyi şantiye şefi diye bilinen babam Sinan Kocasinan ile çalıştığım için, tabii ki iş hayatımda babamın talimatlarının, sözlerinin çalışanlarımız tarafından benim sözlerime göre farklı şekilde hızla kabul edilmesini ve uygulanmasını hiç sorgulamadım.    

Yine aynı şekilde, Şantiye Şeflerimizin, amirlerimizin talimatları ya da önerileri için de aynısını düşündüm.  Özellikle işe başladığım ilk yıllarda.  Çünkü çoğu yaşça benden en az yirmi, otuzyaş büyüktüler ve hem bilgileri, hem tecrübeleri çok daha fazlaydı.  Doğru olduğuna inandığım bir önerim, düşümcem ya da uyarım varsa, onlar dinleyene kadar anlatmaya, paylaşmaya, savunmaya ısrarla devam ettim.  Israr etmem gerekmesini, önerimin doğrululuğunu gerekirse defalarca göstermeye çalışmayı normal kabul ettim.  Yani, benim bu şekilde yorumladığım, esasında söylediğimin dinlenmesi için mücadele etmeyi, emek vermeyi normal kabul ettim.

İş hayatımın ilk bir iki yılı böyle geçti. Ta ki, başka bir şeyi fark edene kadar.  

Amerika’dan Türkiye’ye dönen, kendisi de bir mühendis olan ağabeyim de bizimle çalışmaya başlayana kadar.

Bazen paylaşıyorum, koşarken içinde olduğumuz manzarayı hemen fark edemeyebiliyoruz.  Ya da bana öyle oluyor. Aynı görüntüler tekrar tekrar karşıma çıkmaya başlayınca fark ediyorum.

Bir gün baktım, işle ilgili bir görevlilerimizin bir işlem yapması lazım.  İşlem çok net, belki yeni bir uygulama ama hepimize faydası olacak.  Hani hem işleri kolaylaştıracak, hem hızlandıracak.  Hepimiz için.  Personelimizi işten etmek gibi bir sonucu da yok. Tam tersi, onların işlerini daha rahat yaparak daha başarılı olmalarını da sağlayacak. İçinde biraz yeni uygulamalar var mı var ama hani bana sorarsanız çok daha minimal bir yenilik de diyebiliriz.  Ve üstat mühendis babamdan da vize aldığım için kararımdan ve uygulamam da pek eminim. 

Bu işle ilgili talimatı verdim. Yeni bir uygulama olduğu için bir tereddüt süreci olmasını da bir yandan bekliyorum.  Ve tahmin ettiğim ve biraz da alışık olduğum üzere, konunun sorumlusu arkadaşımız uygulamayı başlatmak için elini bir biraz ağırdan aldı. Tekrar hatırlattım, tekrar izah ettim, tekrar açıkladım.  Herhalde bu beş gün kadar devam etti.

Sonra, sanırım ofisteki bir öğle yemeğinde babam ve ağabeyim ile otururken konuyu mu açmış olmalıyım bilmiyorum ama sonrasında beni uyandıran bir şey oldu.  

Şimdi, bu yaşananı, o güne kadarki bir iki yıllık iş hayatımda normal karşılamakta olduğumdan, bir şikayet olarak paylaşmadığımdan eminim.  Muhtemelen, bunu nasıl aşabiliriz, arkadaşları nasıl benimsetebiliriz diye aklımdan geçmiş ve söylemiş olmalıyım. Böyle olmuş olmalı.

Olmalı ama, sonrasında olan, çok farklı bir şekilde oldu.

Aynı akşamüstü müydü, yoksa ertesi sabah mıydı bilmiyorum kısa bir konuşmaya şahit oldum.  O günlerde Amerika'dan nispeten yeni dönmüş ve yeni işe başlamış olan, yani konuyu hazırlıklar bittiğinde ve uygulama aşamasında öğrenen, benimle paralel bir konumda görev yapan ağabeyim ile  benim sorumluluğumdaki bu iş için konunun sorumlusu görevlimiz arasındaki şu diyaloğun geçtiğine şahit oldum.

 “… Bey,  bundan sonra bu işi bu şekilde yapacağız.  Buna göre hazırlıklarınızı bitirin ve başlayın.”

Bu cümleyi duydum ve ağabeyim şimdi neden bu konuya dahil oldu, benim söylediklerimi niye tekrar ediyor acaba, dedim.  Benim kurduğum cümlelerin neredeyse aynısını söylediği de dikkatimi çekmişti. Ben belki lütfen kelimesini ilave ederek söylemiş olabilirim o cümlelere.

Beni uyandıran ve iş hayatımı sonrasında değiştiren bu cümlenin sonrasında yaşananlardı.   İlk reaksiyonum ağabeyim bu konuya neden dahil oldu diye sormak oldu, ama sonradan anlayacaktım ki o günden öğreneceklerim vardı.

Görevlimiz ağabeyimin iki kısa cümlesini dinledi ve hemen ardından, “Tamam Yaman Bey,” dedi.  Ve ikinci bir cümle etmeden döndü ve başlatılması için beş gündür çalıştığım işi başlattı.  

*

Uzaktan şahit olduğum sahne beynimin içinde iki üç hafta dönüp durdu ve sonrasında fark ettiklerim dağ gibi artmaya başladı.  

Sadece işte değil, yaşamın her anında, sanki gözlerimin önünden bir perde kalkmış gibi, kadın olarak yaptıklarımızı yaparken erkeklere göre verdiğimiz emeğin, harcamamız gereken ek gücün, vermemiz gereken ek zamanın, kendimizi ispat etme mücadelemizin, kendimizi erkeklere göre daha farklı şekilde ispat etmemiz gerektiğinin, karşılaştığımız davranışların ek duygusal yükünün birbiri ardına farkına varmaya başladım.   

Ben çok şanslılardandım.  Eğitim alma şansına kavuşmuş, bilgiye erişme şansı olan, desteklenen, yüreklendirilen, fırsat verilen, söz hakkı verilen, özgür bir genç kadındım.  Öğreniyor, öğretiliyor, deneyimliyor, seçiyor, istediğim adımları atabiliyor ve birşeyleri başarmanın tadını da alabiliyordum.  Alabiliyordum ama Türkiye’deki kadın gerçeği bambaşka şeyler söylüyordu.  

*
İş hayatımın ikinci ya da üçüncü yılındaki bu uyanış,  benim çalışma hayatımı, yaşamımı çok olumlu yönde etkileyen oldukça önemli ve çok değerli bir başlangıç oldu.

Fark ettiğim şey, anlayabildiğim, kadın olduğum için, erkeklerin beni kalıplara göre gördüğü ve değerlendirdiğiydi.  

Bildikleri, alıştıkları ve alıştırıldıkları kalıpları bir kenara koyup, Zeynep’i görmeleri kolay olmuyordu.  

Öğretilmişlikler, kodlanmış bilgiler otomatik olarak devreye giriyor, onların bana duydukları güven ve inanç bu kodları bir kenara bırakmalarını zamanla sağlasa da, evet, işte zaman alıyordu.  Emek gerektiriyordu.

İstemediklerinden değil, denemediklerinden değil, çünkü gerçekten, mesela iş arkadaşları anlamında da, inşaat gibi bir sektörde çalışmamıza rağmen, aslında bir kadın olarak ne kadar şanslı olduğumu zaman içinde anlayacaktım.

Eşitliğe inanan erkeklerin bile, kendileri ile verdikleri mücadeleyi kazanmak için zamana ihtiyaçları oluyordu.
*

Benim bir kadın olarak yaşamıma bakış açımı beklenmedik bir anda iki üç cümlelik bir diyaloğa şahit olmak değiştirdi.

O günden sonra aslında ben pek değişmedim.  Konuşma tarzımı ya da davranışlarımı değiştirmek gibi bir yol izlemedim.  Kendimi değiştirmek, olduğumdan farklı görünmek ya da davranmak gibi bir ihtiyaç hissetmedim.  Sadece, karşımdaki insanların beni nasıl görüyor ya da diğer bir deyişle görmüyor ve o nedenle anlayamıyor olabileceklerine dair bir uyanış yaşadım.  Ve bunu, belki biraz geç de olsa, farketmek, bana verilen en değerli hediyelerden biriydi.   

Sadece bu konuda değil, yaşamın ne çok alanında farkında bile olmadığımız otomatik pilotta çalışan kalıplar ile yaşadığımızı değişik bir şekilde fark etmek bir yandan beni yaşamla daha çok barıştırırken diğer yandan da doğruluğuna inandığım şeyler için mücadele etme isteğimi de kuvvetlendirdi.

*

Bugünlerde birçok farklı konu ile birlikte İstanbul Sözleşmesini de konuşuyoruz.  

Dünya’da ve Türkiye’de kadınları bekleyen birçok mücadele var.  

Fiziksel ve duygusal şiddet, can güvenliği, ekonomik özgürlük, adalet ihtiyacı, haklar, ...

Mücadele devam ediyor.

Toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda yol, bir yandan kısalırken sanki bir yandan da uzuyor. 

Bize de, eşitliğe olan inancımızla, yapabildiğimizi yapmak kalıyor.

21 Ocak 2020 Salı

Kadınsın Ama

Bugün gazetelerden birinde bir haber vardı.  “İstikbal Kadınların” başlığı ile.  Türk Hava Yolları’ndaki kadın pilot sayısının, 39’u kaptan pilot olmak üzere 211’e yükseldiğini yazıyordu.  Bu sayının 2006 yılında, sadece 13-14 yıl önce 6 olduğunu. 

Haberi okuyunca, bundan takriben dört yıl önce dikkatimi geçen bir haber aklıma geldi.  3 Nisan 2016 tarihinden bir haber. Tarihi neden mi bu kadar net hatırlıyorum? Çünkü o gazete haberini İstanbul Atatürk Havalimanı’nda uçağımı beklerden okuduğum günden iki gün sonra önemli bir konuşmam vardı ve o gazetede gördüğüm aslında iki haber beni oldukça düşündürmüştü. 

O günlerde sosyal çalışmalar yapan bir federasyonunun başkanlığına adaydım ve bir kadın olarak bu görevi yapmaya yeterli olup olmadığımın konuşulduğunu bana aktarıyorlardı. Doğrusu hayatımda ne ailemin, ne çevremin, ne okul, ne de iş hayatımda karşılaştığım insanların, kadın olduğum için bir şeyleri yapıp yapamayacağımı sorgulanmasına pek alışkın değildim. Bir insanın, ilgili iş ya da konu için yeterli bilgi ve beceriye, ve belki de bir o kadar önemli olarak, işi yapma isteğine sahip olmasının önemli olduğu öğretilmişti bana. Bir kadın olarak bazen kendimizi ispat etmenin daha uzun zaman alabildiğinin farkındaydım ama açıkçası neden böyle oluyor diye de hiç sormadım.  Çalışarak yoluma devam ettim.

O nedenle, mesela - doğrusu ya öyle olmuş olmamın da sadece o sıfat nedeni ile beni yetersiz kılacağına inanmam ama - mühendis olmama rağmen, yıllardır aktif olarak iş hayatında olmama rağmen, ev hanımı olduğum ve bunun için yetersiz olduğumdan dolayı federasyon başkanlığı görevini yapmamın mümkün olamayacağını söyleyen kişilerin sözleri kulağıma gelmişti.  Söylenenlerin üzerinde durmamıştım ama şaşırmadığımı da söyleyemem. Benim için yeni bir deneyimdi. 

Seçim psikolojisi değişik bir psikoloji.  Üzerinde durmadım ama yapılanları hiçbir zaman doğru bulmadım.  Yaşamımın hiçbir döneminde doğru olmayan bir bilgi ile kimsenin yolunu açmaya ya da kapatmaya çalışmadım.  Bununla birlikte, bana bunu yapanlara da bir yaptırım da uygulamadım, uygulatmadım. Doğru mu yaptım bilemiyorum.  Bu sürecin insanın doğası gereği doğal bir durumu olduğunu kabul etmeyi seçtim.  Sadece, doğru olanı duyurmak için belki bazen daha çok gayret gösterdim.  

Aslı astarı olmayan sözleri söyleyerek, kendilerince karşımda seçime giren benim de kıymet verdiğim ama o seçimde iki aday olarak yer aldığımız, çok değerli bir ağabeyimi desteklediklerini düşünenler, esasında bana davranış şekilleri ile desteklemek istedikleri insanı bir anlamda yetersiz durumuna düşürdüklerinin farkında değillerdi. Beni bu şekilde doğru olmayan bilgiler yayarak desteklemeye kalkanlar olması beni derinden üzerdi mesela.

Yine o seçim sürecinde, beni korumak adına bana haksızlık yapanları afişe etmek isteyen dostlarım oldu. Bir yandan haklıydılar.  Kimileri terbiye ve nezaket sınırlarını gerçekten aşan hatalı ve haksız davranışlar ile karşılaşmıştım.  Yine de, başkalarını şikayet etmek ya da eleştirmek yerine, kendimizi daha iyi ifade etmeye odaklanmayı tercih etmeye karar verdik.  Geriye dönüp baktığımda, yine de hala bunun doğru olduğuna inanıyorum.   Kazanmak arzusu ile içimize sinmeyen bir davranışta bulunmadığımız için çok şanslı hissediyorum. O pişmanlıkların geri dönüşü olmuyor.  Elimizden geleni yaptık ve sonrasını hakkımızda hayırlısı olsun diyerek bizi değerlendirecek olan delegelerimize ve Tanrı’ya bıraktık.

Evet, ne diyorduk? 
2016 yılının Nisan ayında çıkan haberden bahsediyorduk.

O gün havaalanında gazete okurken kadınlara dair iki haber gözüme çarpmıştı. Birinci haber iki kadın pilota dairdi.  Türk Hava Yolları’nda görev yapan iki Türk kadın kaptan pilotun, ilk defa uzun menzilli uçuş yaptıkları, Şikago-İstanbul uçuşunu gerçekleştirdikleri gururla paylaşılıyordu. Pilot Emel Arman ve Pilot Ferihan Işık kokpitte iki kadın kaptan pilot olarak bu uçuşla bir ilki gerçekleştirmişlerdi.   Haber umut veriyordu.

Diğer haber ise Trabzon’dan, Of İlçesi’ndendi ve içeriği bambaşkaydı. Bir belediye başkan vekili,  Trabzon İl Müftülüğü ve AFAD’ın yürüttüğü bir proje kapmasında görevli olarak toplantıya katılan Ayşe Yılmaz isimli görevlinin konuşmasını, özetle, bizim kadınlardan alacağımız eğitime ihtiyacımız yok, diyerek kesiyor.  Hatta bununla da yetinmiyor mikrofonun sesini kapattırdığı gibi, sonrasında belediye görevlilerine salonun ışıklarını dahi kapattırıyordu.

Bu ikinci haberi okuduktan iki gün sonra, kendi konuşmamın olduğu gün, bu defa bahsi geçen belediye başkan vekilinin ve belediye başkanının kendisinin vaize Ayşe Yılmaz hanımdan özürlerinin yer aldığı haberler gözüme takıldı.  Özür mesajları, kadınların nasıl erkeklerinin başının tacı olduğu, hatta kadınların başöğretmenler olduğu şeklinde uzun ve kadınlara dair bol övgü dolu ifadeler içeriyordu.  

*

Kadın olmak Türkiye’de ve Dünya’da halen erkek olmaktan daha zorlu.  Hala bir Dünya Kadınlar Günü var.  Hep söylüyorum, bu günün varlığı kat edilmesi gereken yolun uzunluğunu bize işaret ediyor.

Bu yolda önemli bir görev kadınlara düşüyor.  Yetkin ve yeterli olduğumuzu, yapabildiğimizi göstermek. Başka kadınlara, genç kızlara, kız çocuklarına örnek olmak.  Öğretmen olan annem, biri doktor ve diğeri eczacı iki teyzem benim önemli rol modellerimdi.  Kadının meslek sahibi olması benim için onların varlığı ile doğaldı.  Ve rahmetli babamın okumam için ve meslek sahibi olmam için, adeta beyin yıkar gibi çocukluğumdan beri tekrar ettiği ısrarı başka türlü bir yaşamı bir an için bile düşünmeme izin vermedi sanırım. O nedenle dedim ya, yaşamda kadın ya da erkek olarak ayırmam kimseyi.  O işi yapmak için yeterli bilgisi, becerisi ve isteği var mı diye bakarım.

Pozitif ayrımcılık yaptığım bir nokta var tabii. Eğer bir iş, bir görev, bir çalışma için bir kadın ve bir erkek eş yeterliliğe sahiplerse, kadın olan kişiyi tercih etmek isterim.  Objektif değerlendirmemi bırakmam ama kadınlara fırsat vermeyi tercih ederim.  Bunu birkaç nedenle de özellikle doğru bulurum.  Genelde erkek düşüncesinin iş ve toplum hayatındaki baskın çoğunluk ile temsil edilişine, kadınların duygu, düşünce ve becerileriyle bir renk ve farklılık katmanın değerine inandığım için.  Kadınların, toplumsal bilinç olarak aktif alanda yer alarak tecrübelenmelerine halen çok ihtiyaç olduğuna inandığım için.  

Diğer yandan, sadece kadın olduğu için yetersiz bir kişiye görev vermek her başarılı kadına bir hakarettir bana göre.  Hedefimiz çıtaları düşürmek değil, çıtayı yükseltmek ve kadınların o sınırları aşması ve daha da yükseltmeleri için destek vermektir.

*

Psikolog yazar Angela Duckworth’ün 2016 yılında çıkan “Grit”i adlı bir kitabı var. Türkçe’ye sanırım “Azim” adı ile çevrilmiş.  Ben orijinalini okumayı tercih ettim ve geçen ay okuyabildim.  New York Times’ın çok satanlar listesinde uzunca bir süre kalan kitabın temel konusu tutku ve dayanıklılığın, kararlılığın başarıya etkisi.

Bu kadın araştırmacı yazarın başarı üzerine paylaştıkları dinlemeye değer.  Ve özellikle gerçek ve kalıcı başarının olmazsa olmazlarından, başarısızlıklarda tekrar yolumuza devam edebilme gücünü bulmanın kitapta yer alan ipuçları, toplumda adeta güçlü olmamaları için şartlandırılan kadınlar için daha da önemli gibi geliyor bana.

*
Yaşamda gerçekleştirmek istediklerinizin hayat bulacağını günler dileğiyle.